'Cinsel olan politiktir' ve queer edebiyat

Onur Bütün'le kitabı 'Feminist Okumalar'ı ve queer edebiyatı konuştuk. Bütün, "'Cinsel olan politiktir' sloganvari bir sesleniş değil, queer/feminist öznelerin varlığının kabulünü gerektiriyor" dedi.

Google Haberlere Abone ol

Aslı Solakoğlu

DUVAR - Onur Bütün'ün 'Feminist Okumalar' ana başlığı altındaki Cumhuriyet’ten Günümüze Edebiyatta Cinsellik ve Erotizm isimli kitabı Nota Bene Yayınları tarafından yayımlandı. Bütün 'Feminist Okumalar'da, edebiyat tarihi yazımı açısından önemli bir girişimde bulunuyor; kitapta queer edebiyat ilk kez ayrı ve eşit bir başlık halinde ele alınıyor.

Türkçe edebiyat içinde queer edebiyatın ele alınışı, konuşulması, adının koyulması oldukça yeni. LGBTİ+ edebiyatı olarak kodlanarak, yazarın kimliği ya da metinlerdeki kimlik temsiliyeti ve cinsiyet anlatımının fallik çözümlemesi üzerinden bir okuma olduğunu, bunun bile Türkçe edebiyat tarih yazımında henüz yer almadığını söylemek yanlış olmaz.

LGBTİ+ ile aynı anlamda olmayan queer sözcüğünün birbirini kapsadığı yaygın yanılgısı, cinsiyet ve cinsellik sözcüklerinin birbirine karıştırılması gibi ilksel tartışmalarla başlayıp, tarihsel geçmişi uzun olmayan queer teori izleklerinin edebiyatta cinsellik ve cinsiyet temaları dışına çıkıp çıkmama potansiyelleri ya da aksine bir karşı cinsiyetlendirmenin politik etkileri ve bunun edebiyat metinlerindeki izlerini Onur Bütün'le konuştuk. 

'Feminist Okumalar' kitabınızda queer edebiyatını ayrı bir başlık halinde almanızla ilgili nedenleri merak ediyorum. Şiir ve queer şiir, öykü ve queer öykü, tiyatro edebiyatı ve queer tiyatro, roman ve queer roman sınıflandırmanızla ilgili dikkatimi çeken, queer edebiyatın kitapta bir edebiyat türü olarak karşımıza çıkması. Bu yöntemin, edebiyat tarihi yazımı açısından olanaklarını merak ediyorum. Queer feminist edebiyat eleştirisi bakışıyla, farklı anlayış ve içerikleri birlikte okuduğunuzda ortaya çıkan ne olurdu sizce? Kitapta kullandığınız yöntemin kazanımlarından farklı bir alan açar mıydı yoksa queer edebiyatın olanaklarını mı sınırlardı? Ne düşünüyorsunuz?

Sırasıyla gideyim, önce “feminist yöntem”in bana öğrettiklerinden söz edeyim. Hayatım boyunca yöntem tartışmalarını çok önemsedim-Marksist yöntem tedrisatı bana bu araçları verdiği gibi, Paris’te çalıştığım Marksist feminist kadınların katkısını anmam gerekir-, ayrıntıları sevmeme rağmen “bütünlük düşünümü” her zaman daha çok ilgimi çekti. İmgesel ve analitik yatırım gerektiren bu düşünüş tarzı, çalışma nesneme çok uzun süren yaklaşma-uzaklaşma pratikleriyle ilerledi. Bir yandan literatür taraması yapıp, bir yandan kitabın iskeletini düşünmem gerekiyordu. Okuduğum metinleri ele aldığım tema bağlamında seçerken queer tartışmaların, yöntemin, nedenselliklerin varlığı ve ağırlığı beni bu konu üzerine daha yoğun bir biçimde düşünmeye itti. Kuramsal beslenme açısından Elizabeth Grosz’un 'Uçucu Bedenler'ini okurken, Ahmet Tulgar’ın 'Volkan’ın Romanı' adlı metnini de edebiyattaki bir örnek olarak ele almam gerekiyordu. Böyle sayısız örnek verilebilirim kitabım açısından…

Kısa bir süre sonra, Türkiye edebiyat tarihinde çalışılmış eleştiri metinleri örneklerinde, roman/queer roman, öykü/queer öykü gibi eşitlikçi bir yaklaşımın olmadığını ve özellikle bizim gibi coğrafyalar açısından bunun ne kadar önemli olduğunu fark ettim. Parça parça çalışılmış akademik tezler, kitaplar vardı ya da bir yazarın -ki genellikle kendisi queer bir birey oluyordu- kendini cinsiyet çeşitliliği içinde nasıl tanımladığı daha öne çıkıyordu. Bu durum da benim bütünlüklü yaklaşımımla bakışımsızdı. Sonuç; defalarca değiştirilen, duvarlara yapıştırılmış kartonların karşına geçip, metin adlarını, bölümlerini oluştururken “queer metinlerin varlığı” kendini kitabımda eşit bölümler biçiminde cisimleştirdi. Bu bağlamda bölümleme yöntemini, şaşkınlık, öfke ve adaletsizliğe maruz kalmanın birer yansıması gibi de düşünebiliriz. Şimdi düşündüğümde, bu girişimi queer edebiyatı “tür” olarak tanımlamanın da başka bir yolu olarak görüyorum.

Feminist Okumalar-Cumhuriyet'ten Günümüze Edebiyatta Cinsellik ve Erotizm, Onur Bütün, 304 syf., Nota Bene Yayınları, 2021.

Homofobinin bizatihi kendisi, queer kuram ve hareketi, kadın-erkek cinsiyetinin sınırlarını zorlayan bir müdahale olarak görüyor. Bu sıkışma hali, deneyimsel ve bilişsel imkânsızlıklarla birleşince ortaya çıkan pek çok metin, ister istemez eril tahakkümden kaynaklanan baskı, denetim gibi parametrelerden etkileniyor. Kitabımdaki bölümleme yöntemi hem bu sıkışma halini rahatlatan hem de edebiyata, hayata ve politikaya bakışımızı değiştiren bir içeriği de ifade edecekti, en azından ben böyle umut ediyorum.

Edebiyat tarihi yazımı açısından birkaç etkisi olabilir bu yöntemin; görünmeyeni görünür kılmak, hetero-queer çatışmasının salt cinsiyet ve cinsellik gibi iki dar parametreyle ele alınışı dışındaki veçheleri görebilmek/gösterebilmek, queer dünyanın öngörülen/öngörülemeyen sınıfsal, kültürel, politik farklılıklarını edebiyat metinleri aracılığıyla incelemek ve soyutlama hizasını gerçeklikle denkleştirmek gibi olumlu anlamda bir gelişmeyi işaretler diye düşünüyorum. Dolayısıyla “queer edebiyatın olanaklarını sınırlama imkânı”, bu türden bir ele alışta daha az yer edinir diye düşünüyorum.

''CİNSEL OLAN POLİTİKTİR' SLOGANVARİ BİR SESLENİŞ DEĞİL'

“Cinsel olan politiktir”in değerini, önemini vurgulayarak sormak istiyorum. Queer metinlerin, girişte bahsettiğim gibi LGBTİ+ edebiyat alımlamasını kırmanın, dolayısı ile yazarın cinsiyet kimliği üzerinden metne queer bir metin olarak bakılmasının yerine, ama yazan öznenin kimliği de bir kenarda saklı kalarak, incelemelerde cinsiyet kurulumu, temsiliyet, cinsellik, erotizm anlatımının da ötesine geçecek, başka tema ve kavramları da düşünüp metnin queerliğine bakacak bir edebiyat eleştirisinin varlığı nasıl yaygınlaşabilir sizce? Queer feminist eleştirinin, queer metinleri beklerken ya da ararken önüne çıkan, çok okunan, çok satan, bilinen ya da hakkında çok yazılmış olan üzerinden incelemeler yapmasının queer edebiyat tarihi açısından önemli, yine de biraz oyalayıcı bir yanı olabileceğini düşünüyorum, siz ne düşünüyorsunuz? Queer edebiyat yazımının kendi yöntemlerini geliştirmesi mümkün mü? Eleştirinin varlığını konuşmadan önce elbette queer metnin ne olmadığını ve güncel queer edebiyatta cinsiyet kimliği, cinsellik, erotizm anlatımlarının nasıllığını ve bu temalar dışında karşılaştıklarını anlatmanız da zihin açıcı olacaktır. Bizim coğrafyamız için zamanın ötesinde bir soru bu biraz belki ama queer ütopya edebiyatının ve bu bağlamdaki posthümanist düşüncelerin bizimle acilen buluşmasını çok önemsiyorum.

Öncelikle “Cinsel olan politiktir” sloganvari bir sesleniş değil, hayattaki karşılığı queer/feminist öznelerin varlığının kabulünü gerektiriyor. Bu kabul, queer/feminist hareketin tüm dünyada gelişimiyle de ilişkili. Gelişimin kendisi, edebiyata, sinemaya ve politikaya çok çeşitli etkilerde bulunuyor. 20 yıl önce sendikam Eğitim-Sen’de kadın sekreterlikleri kurulurken yaşanan sorunlardan çok daha ağırı yaşanıyor şimdilerde queer hareket açısından… Bir yazımda söz etmiştim, “Biz kadınlar neden sendikamız Eğitim-Sen’de ya da tüm muhalif örgütlerde queer meclisler, sekreterlikler ya da komisyonlar yok, diye soruyoruz” demiştim. Sene kaç oldu ve biz nelerle uğraşıyoruz hâlâ…

Queer öznelerin, kadınların, göçmenlerin, hayvanların ve tüm canlıların/cansızların görünümleri ideolojik olduğu için varlık/yokluk tartışmasının sürdürülmesi önemli. Queer olanı öne çıkarmaya, eşitlemeye duyulan ihtiyaç olmasaydı eğer, metinlerde ve genel olarak hayatta eşitlikçi yaşıyor olurduk. Hatta pek çok kavramı bugünkü haliyle üretemezdik. Penise yüklenen anlamlar bugünkü gibi olmasaydı, tecavüz, taciz, toplumsal cinsiyet eşitliği gibi kavramlar ve bağlamları da değişecekti ya da hiç üretilmemiş olacaklardı.

Queer/feminist eleştiri açısından bir popüler kültür tartışması açıyorsun aslında… Popüler kültür, halka ait olan, halk tarafından seçilen anlamında kullanılıyor aslında. Ancak bizde bu “aitlik”, piyasanın, egemen olanın elinde olduğu için sana katılıyorum, “oyalayıcı, nedensellikleri kapatıcı, hatta akıl yürütme zincirlerimizi bozucu” etkileri var. Zeki Müren’i, Bülent Ersoy’u zımnen kabullenen erkek egemen toplum, Hande Kader’i dövüyor, tecavüz ediyor, öldürüyor ve sonunda bedenini yakıyor. Belirli oranlarda, iktidarların esneme kapasitesine göre kabul gören homofobik tutum, popüler olanın içinde eritiliyor, tekraren yeniden inşa edilerek özneleşmeye izin veriliyor. Asla kendisi gibi olamamak bir kadermişçesine sunuluyor.

“Queer metnin ne olmadığı” meselesini tanımlamak ya da ifade etmek benim için de zor. Ama deneyeceğim. Çünkü bilinçli bir biçimde zihnime yerleşeli ancak yirmi yıl kadar bir zaman oldu. Okumak ve düşünmek, deneyimlemek açısından daha da az bir zaman geçirdim queer kuramla. İlk sorularımdan biri, devletin queer bireylere yönelik şiddet dolu saldırgan tavrıyla ilgiliydi. Kevin Floyd, 'Arzunun Şeyleşmesi/Queer Marksizme Doğru' adlı kitabında meseleyi şöyle ele alır:

“Queer kuramın dünya kurulumu söylemi, kolektif ve eleştirel bir emek iddiasındadır. Berlant ve Warner, bu queer dünya kurulumu edimlerinin, bir kolektif bilinç olduğu üzere neoliberal erozyon tarafından tehdit edildiğini söyler. Bu edimler, “queer kültür inşasının arzularını” açık eder; yani “heteroseksüel çiftlerin artık imlem ya da cinsel kültürün ayrıcalıklı örnekleri olmadığı zaman ortaya çıkan kimliğin değişen olanakları, anlaşılabilirlik, kültür, cinsellik, kamu. Böylece “ev alanı, akrabalık, çift olma hali, mülkiyet ve ulusla bağ kurma gerekliliklerine dayanmayan” samimiyet biçimleri geliştirirler, ki bunlar indirgenemez biçimde toplumsal ve deneyimsel, cinselliğin toplumsaldan zorunlu ayrılışıyla çelişen biçimlerdir.”

Queer’in varlığını pek çok veçhesiyle böyle düşündüğümüzde, devletle ilişkisini de bir “eylemlilik” olarak kabul etmek zorunda kalırız. Queer bir hayat, sistematik olanın, hiyerarşinin, öngörülenin, baskının ve sınıf konumlarının yeniden sorgulanması manasına gelebilir. O nedenle “queer” denildiğinde oluşan “cinsiyet ve cinsellik ikiliği” dışına çıkan çok daha kapsamlı politik bir zeminin gözden kaçırılması benim bakışımı kökünden etkiledi. “Queer”in bu genişlikte ele alındığı metinler, filmler ya da heykeller görebiliyor olmamız queer/feminist hareketin kolektif deneyimi sayesinde oldu. Edebiyat metinlerinde o coğrafyanın iktidar ilişkileri, üretilen metinleri belirliyor. İskandinav edebiyatıyla Türkiye edebiyatı arasındaki fark da buradan kaynaklanıyor. Sanırım “queer metnin ne olmadığı”nı biraz tanımlayabildim. Zaten “queer” güç ilişkileri konteksinde tanımlanmaya da itiraz ediyor.

“Bizim coğrafya için zamanın ötesinde bir soru bu biraz belki ama queer ütopya edebiyatının ve bu bağlamdaki posthümanist düşüncelerin bizimle acilen buluşmasını çok önemsiyorum” diyorsun, haklısın da… Ben de yeni yeni çalışıyorum bu tartışmalar üzerine üretilen metinleri… Deniz Gündoğan İbrişim’in Açık Radyo’da yaptığı programları takip ediyorum. Yaz okuma listemde Rosi Braidotti’nin 'İnsan Sonrası', Cogito Sayı 95-96: İnsan Sonrası gibi yayınlar var.

'BİZİM COĞRAFYAYA HAS KURAM FAKİRLİĞİMİZ, QUEER EDEBİYATTA DA DEVAM EDİYOR'

Kitapta verdiğiniz örneklerin devamı olarak ya da adını ayrıca anmak istediğiniz Türkçe queer edebiyatın çağdaş metinleri var mı? Bugün ne yazılıyor?

Kitabımda yer almayan ama keşke bulunsaydı dediğim, “Feminist Okumalar Atölyeleri”mizde üzerine tartışma yürüttüğümüz, Burçin Tetik’in 'Annemin Kaburgası', yine atölyelerimizde okuduğumuz Zehra Çelenk’in 'Hayatta Kalma Rehberi', Kıvanç Tanrıyar’ın 'Aykırı Cinsellikler/Türkçe Edebiyat'ta Cinsel Yönelim ve Cinsiyet Kimliği' ve Ezgi Sarıtaş’ın 'Cinsel Normalliğin Kuruluşu Osmanlı’dan Cumhuriyet'e Heteronormatiflik ve İstikrarsızlıkları' gibi kitapları örnekleyebilirim.

“Bugün neler yazılıyor?” soruna yanıt olarak ilk elden, Osmanlıca metinlerin incelendiği, Latin harflerine aktarıldığı çalışmaların sayıca arttığını söylemeliyim. Queer edebiyat bağlamında, örtük ya da açık olanı serimleyen bu çalışmalar, “queer tarih yazımcılığı” açısından da önemli bir alanın açılmasına hizmet ediyorlar. Yine çalışmalarını çok önemsediğim, literatür taraması yaparken bana destek olan Serdar Soydan’ın derlediği, 'Ah Bu Sevda!/Türk Edebiyatında “Öteki” Cinsellik Öyküleri 1872-1928' adlı metinden bir paragrafa müracaat edeyim:

“Bu metinlerin büyük kısmının ötekileştirilenler tarafından yazıldığını, egemenin dilinde olduğunu unutmamak gerek. Bu mesafeyi korumakla beraber şu nokta da göz ardı edilmemeli: Bu metinlerin yazarlarından bazıları da cinsel öteki olabilir. Belki onlar da kendilerini var etmede, açılmada zorluk yaşamıştır. Belki kendilerini bu metinleri yazarak mutlu etmişlerdir, kim bilir. Cinsel yönelimleri ne olursa olsun tüm bu yazarların yaşadıkları döneme ayna tuttuklarını, konu seçimleri veya anlatım biçimleri ötekileştirici olsa da metinlerinin gerçekte yaşanana dair ipuçları ve önemli bilgiler içerdiğini umuyorum. Öte yandan özneler özneleşemediği, kendilerinden bir iz bırakamadığı için, onları, kendilerini nesneleştiren, kurmacasına konu eden egemenin gözünden görmek ve hem gerçekliği hem de dönemi bu metinler üzerinden kurmak zorundayız. Fakat metinler yazarların yazdıklarından, yazmak istediklerinden çok daha fazlasıdır genellikle. Hatta inadına en söylenmek istenmeyeni de fısıldayabilirler sessizce.”

Başka disiplinlerde ve tartışma alanlarında da yaşanan, bizim coğrafyaya has kuram fakirliğimiz, queer edebiyatta da devam ediyor diye düşünüyorum. Bu fakirliğin nesnel nedenleri var tabii… Lise müfredatına asla sokulmayan örnek metinler, lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimleri boyunca devam eden engellemeler, queer kuramın Türkiye’de yeşermesi olanaklarını akademinin dışına atıyor. Akademik çalışmaların olanaklarıyla ve birikimiyle yürütülen çalışmalar arasında Alev Özkazanç’ın 'Feminizm ve Queer Kuram' adlı metni gibi az sayıda örnek de var tabii. Elbette akademi dışı çalışmalar da var; Serdar Soydan ve Bilal Acarözmen’in yürüttüğü editöryal çabalar gibi, çok da anlamlı ve önemliler.

Kaos GL’nin düzenlediği Kadın Kadına Öykü Yarışması’na gelen öykülerdeki ağırlıklı temanın “açılma” olduğunu vurgulayarak sormak istiyorum. Sizce queer edebiyatta açılma hikâyeleri bir “queer oda” mıdır? Artık bundan bahsetmek ve adını başka bir şekilde de olsa koymak, Türkçe queer edebiyata ve tarih yazımına başka bir kapı aralayabilir mi?

“Açılma”, heteroseksist bakışın ve yaşamın dışındaki geçişken/akışkan cinsiyet atamalarını içerdiği için öznenin ilk adımını temsil ediyor. Kamusal alanla kurulan ilişki, queer öznenin yaşamaya başladığı momenti kurması itibariyle de önemli. Kaos GL’nin düzenlediği Kadın Kadına Öykü Yarışması’na ait metinler, Nota Bene Yayınları tarafından yayımlanıyor. Bizim “Feminist Okumalar Atölyeleri”mizin önümüzdeki yıl okuma listesinde yer alacak bu kitaplar ve benzerleri, her katılımcıda farklı etkilere, düşünüşlere ve kavrayışlara neden oluyor. “Ayrışma diyalektini” bozan bu türden etkinlikler ve çalışmalar “queer/feminist bir temas”ı da olanaklı hale getiriyor.

“Açılma” hikâyeleri birer “queer oda” mıdır? Evet, olabilir. Bazen kapanmaya neden olan “odalar” ihtimalini de saklı tutarak. Ad koymak, adlandırmak Aristotales’ten bu yana, düşünsel yordamı güçlendirmek açısından mühim olmakla birlikte, cinsel fark çalışan kuramcıların ileri sürdüğü gibi, öznenin “kendi kendini düzenleme” hakkını tanımlamaksızın tanımamızı gerektiriyor. “Queer odalar”ı da bu minvalde anlıyorum.

Bu bakış, Türkçe queer edebiyata ve tarih yazımına başka bir kapı aralayabilir mi? Bence araladı ve içinde hepimizin değişiminin gerçekleştiği bir paradigmayı da işaretliyor. Beden’i ele alış, dikotomik düşünmenin dışında kendine yer aramıyor artık, kuvvetli bir yer edindi. Tabi kılınmaya itiraz eden terimler, onların bağlamları bu paradigma değişikliğinin en önemli göstergesi.

Kanon, içinde anılan metinlerin, yazarların bir çeşit itibarlaştırıldığı, “onurlandırıldığı” ama feminist edebiyat eleştirisinin net ortaya koyduğu şekliyle eril bir alanı işaretliyor. Birbiriyle bu kadar zıt anlam üreten iki onur kavramı varken, queer edebiyatın ele avuca sığmazlığını, akışkanlığını ve queer politikanın performative kavramını da düşünerek, queer metinlerin bugünkünden daha fazla dolaşımda ve ulaşılabilir olması durumunda (Ki bu da parantez içinde şöyle bir başka soru yaratıyor: Tali ve özel yollar yaratıp ayrı durarak mı yoksa piyasa, yayım, dağıtım, eleştiri vb. verili çıkmazlar içinde yer açmayı deneyerek mi ya da kanona ve onun itibarına inanmış bir edebiyat ortamı varken, queer politikanın sabitlenemezliği özelinde bir reddediş edebiyatı geliştirerek mi?) Türkçe edebiyat için neleri konuşabileceğiz sizce? Verili ortamı queerleştirme potansiyeli beni oldukça heyecanlandırıyor. 

Queerleşen edebiyat ve queer edebiyat iki ayrı durumu tarif ediyor sanki. Biri “oluş”a, diğeri “varoluş”a gönderme yaparak. Queer olmadığını beyan eden yazarlar, şairler de queer temaları kendi sorunsallaştırma yöntemlerini kullanarak metinlerine alıyorlar. Yazarın queerliği sanki daha az tartışılıyor artık, bilinçli kesimlerde tabii… Yoksa belirli tabular çatır çatır işliyor toplumda.

Saydığın olasılıkların tamamını kullanıyor queer kuram, kapitalizm altında yaşarken yapacak başka bir şey bulmak gerçekten zor. Queer politikanın sabitlenemezliği, akışkanlığı, sınır tanımazlığı, kesişimsellik, profeminizm, eleştirel erkeklik çalışmaları gibi başkaca bakış biçimlerine de yatkınlığı ve sahadaki güç ilişkilerini de dağıtması bağlamında heyecan verici gerçekten. Türkiye edebiyatı açısından tüm bunları konuşabileceğimiz örnek metinlerin, söyleşi, sempozyum ve yarışmalar gibi etkinliklerin artacağını düşünüyorum.

Kitabınızda “Dolayımlayıcı Fail, Baba, Ziyadesiyle Erkek” başlığı içindeki cümlenizde, “Babaların bu kadar ıraksak ele alınışı aşikârken, bütün bir aile aygıtını da yeniden düşünmek gerekmiyor mu?” diye sorduktan sonra üretim alanı olarak ev içi emeğin talileştirilerek eşit bağlamda ele alınmayışına dair bildiğimiz, doğru bir Marksizm eleştirisini yineliyorsunuz. İleriki sayfalarda Nazım Hikmet edebiyatından verdiğiniz örneklerdeki kadın temsiliyetlerini ve Nazım Hikmet’in sufrajetler hakkında söylediklerini okurken de öne çıkan bir eleştiri olarak anımsanıyor bu.

Söz ettiğin yazıdaki ele alış, kitabımda psikanaliz ve feminist eleştirinin bulunduğu bölümdeki Freud eleştirisini kapsıyor. “Fallik”, “kastrasyon”, “burjuva aile yapısı” gibi kavramların ve bağlamlarının açığa çıkarılmasını amaçlıyor. Cinselliğin ve cinsiyetin ontolojik olarak “kadın-erkek” ikiliği içinde ve uzun yıllar süren psikanaliz tartışmalarında, bağlanmanın koşulunu belirleyen tüm düsturlara karşı çıkılıyor. Özellikle baba/erkek konumlarını evrenselleştirmenin kendisi sadece aileyi değil, queer/feminist öznenin kendilik algısını mütemadiyen diyalektten koparan ve antagonistik çelişkiye sürükleyen bir hal almasına neden oluyor. Sanki arzu nesnemiz bizim dışımızda sebeplerle sürekli yönünü şaşırıyor. Benim ele alışımdaki yönsemeyi feminist psikanaliz çalışanlar yıllardır tartışıyorlar.

Belki sonsöz olarak şunu söyleyebilirim; “büyük” yazarlar, felsefeciler ya da psikanalistlerin üretimleri tekrar tekrar gözden geçirilip, kuramlarındaki cinsiyetçi unsurların kuramı, bozucu etkisiyle okurun gözü önüne serilmeli. Çünkü ayrımcı, homofobik, cinsiyetçi ya da türcü olmak kuramın daha zor sindirilmesine değil, külliyen yanlışlığına da işaret edebilir.