Cinsiyet rolleri hep var mıydı?
Mezopotamya kültürlerindeki gibi net biçimde tespit etmek güç olsa da gelin Ege dünyasındaki toplumsal cinsiyet rollerini birlikte gözden geçirelim...
Ece Sezgin*
DUVAR - Karşılaştığımız her şeyi sınıflandırmanın, başlıklar altında toplamanın oldukça konfor sağlayan bir durum olduğunu kabul etmek gerek. Nelerin olabileceği, nelerin olamayacağına razı olarak bir yaşam kurgusunu oynamak ve bunun devamlılığı için “diğerlerini” de dikte etmek şüphesiz ki insanı biraz güvende biraz da güçlü hissettiriyor.
Topluma göre neyi yapıp neyi yapamayacağımızı belirleyen en önemli unsurlardan biri de biyolojik cinsiyetimiz yani doğum sırasında sahip olduğumuz cinsel organ. Toplum mensubu bireylerin yaşayışı, eylemleri, tutum ve tepki gibi birçok davranışı, ideolojileri ve inançları büyük oranda yaş ve cinsiyete bağlı olarak belirleniyor. Aslına bakarsanız kurgular kim olduğumuzla pek de ilgilenmiyor, kimin için ne olmamız gerektiğiyle ilgileniyor daha çok. İşte bu doğrultuda biyolojik cinsiyetimizden dolayı bizden beklenen tipleme, bizim toplum içindeki hareket alanımızı ve görevlerimizi yani toplumsal cinsiyet rollerimizi gösteriyor.
“Toplum yararına” yapılan bu kişilik atamaları ve görev dağılımlarının gittikçe katılaşması, cinsiyetler arasındaki mesafeyi arttırıyor. Özellikle kadın veya erkek olma tanımlarının yarattığı karşıtlık bu uçurumu iyice derinleştiriyor. Rolünü iyi oynayamadığı düşünülen insanlar da toplum karşısında avantajsız konumda. Peki, bu işler eskiden de hep böyle miydi? İşte orası biraz karışık… Hem geçmişi çözmesi zor olduğundan hem de şu anki mevcut rolümüzün bize eskiyi belki birazcık yanlı göstermek istemesinden. İyisi mi biz artık ilk durağımıza, günümüzden beş binyıl öncesinin Mezopotamya’sına uzanalım.
SÜMERDE AİLE ROLLERİ
Bu dönemde Mezopotamya’da Sümerler yaşıyor ve sizin de bildiğiniz gibi sistemli yazı ilk kez onlar tarafından kullanılıyor. Bir Sümer şiiri aile bireylerinin rollerini bakın nasıl ortaya koyuyor:
“Çöl matarası insanın hayatıdır,
Pabuç insanın gözüdür,
Karısı insanın geleceğidir,
Oğul insanın sığınağıdır,
Kız insanın kurtuluşudur,
Gelin insanın baş belasıdır.”
Matara ve pabucun sahibi büyük olasılıkla erkek. Yani şiir ‘koca’nın ağzından yazılmış. Şiirde beş ana karakterli ve babayerli bir hanedeki bireylerin koca açısından ortalama anlamları sıralanmış. Bu kılavuzda tanımlanmış rolleri net biçimde görebiliyoruz. Emin olmak için görüntüyü biraz daha yakınlaştıralım ve bu kez Ludingirra isimli bir oğulun dilinden annesini ‘yücelten’ mektuba bir göz atalım:
Eğer anamı tanımıyorsan, sana onun (kişilik) özelliklerini vereyim:
Adı Şat-lştar’dır(?)
Işıltılı bir kişi . . ....
Güzel bir tanrıça, hoş (?) bir gelin,
Gençliğinden beri kutsanmıştır,
Enerjisiyle, kayınpederinin evini çeker çevirir.
Kocasının tanrısına hizmet eden,
“(Tanrıça) lnanna’nın yeri”yle ilgilenmeyi bilen,
Kralın sözlerini yabana atmayan biridir o.
Uyanık, servetini çoğaltır,
Sevilen, göz bebeği, yaşam doludur,
Kuzu, leziz kaymak, bal, “yürekten akan” yağdır o.
Aynı babayerli yapı burada da dikkati çekiyor. Tatlı tatlı sıralanan bu erdemler aslında Şat-Iştar üzerinden toplumdaki “ideal anne” kavramını tanımlıyor. Belli ki Şat-Iştar’dan sırasıyla önce bir anne, sonra gelin, sonra da bir eş olması bekleniyor çünkü topluma göre bunlar onun kimliğinin temel bileşenleri. Diğer yandan da mektupta kullanılan bu yüceltici dil, kuvvetle muhtemel, “diğerlerini” de bu ideal rolü oynamaya teşvik ediyor. Çünkü ancak “performans” tekrarlandıkça toplumdaki roller kemikleşebilir.
Tabii Sümer gibi -yazı sistemine sahip olan- uygarlıkların barındırdığı toplumsal cinsiyet rollerini tanımlamak nispeten daha kolayken yazı kullanmayan toplumlarda yaş ve cinsiyetle ilişkili bu tür örüntüleri takip etmek ve çözümlemek daha karmaşık. Öyleyse anıtsal mimari yapıları ve gelişkin kentleriyle Mezopotamya uygarlıklarını bir kenara bırakalım ve biraz batıya, Ege’ye uzanalım.
EGE’DE CİNSİYET ROLLERİ
Beş binyıl önce Ege’de çok daha sade bir yaşam söz konusu. Temelde tarım ve hayvancılıkla geçinen, sınıfsal farkların henüz belirginleşmeye başladığı topluluklar yaşıyor burada. Bu toplulukların kim olduklarını ya da kendilerini nasıl adlandırdıklarını bilemiyoruz. Merkezileşmiş, surla çevrili kentler yeni yeni ortaya çıkmış. Yazının bu coğrafyada kullanılmaya başlanmasının daha zamanı var. Bu nedenle bireylerin yaş ve cinsiyete bağlı olarak şekillenen yaşamlarını, daha çok mezarlardan ve sembolik ya da betimsel anlatıların kullanılmış olabileceği çeşitli objelerden elde edilen verilerle kurgulamaya çalışıyoruz. Mezarlar, dünyevi bir anlayışla hazırlanmış uhrevi bir hazırlık, yani aslında bir yandan insanın yaşamış olduğu hayatın izlerini taşıyor. Betimsel veya sembolik anlam taşıyan –heykelcik, bezemeli kap kacak, kaya oyması gibi- tasvir ve objelerse aslında dönemin medyası olarak tanımlanabilir. Genel kabulleri işaret eden ifade ve semboller buralarda görülüyor ve kalıplaşması için tekrarlanıyor. Mezopotamya kültürlerindeki gibi net biçimde tespit etmek güç olsa da gelin Ege dünyasındaki toplumsal cinsiyet rollerini birlikte gözden geçirelim. Bebek, çocuk ya da yetişkin ne demek? Bu kavramlar ne kadar zıt ne kadar iç içe? Yaş ve biyolojik cinsiyet, beden algısına nasıl yansıyor? Bu sorulara cevap arayalım.
BİREYSEL VE BAĞIMSIZ ALGILANAN BEBEKLER
Bu dönem Ege toplumlarının ortalama yaşam süresi yaklaşık 31-32 yıl. Araştırmalar bu insanların en erken 15 yaşlarında çocuk sahibi olduklarına işaret ediyor. Yani aslında ömrün neredeyse yarısını yetişkinlik öncesi dönem oluşturuyor. Hal böyle olunca insanların günümüze göre çok daha erken yaşlarda aktif bir şekilde toplumda rol almış olmaları gerekir. Zaten etnografik araştırmalar, yabanıl toplumlarda çocukların modern dünyadakine göre çok daha erken geliştiği ve toplumda daha erken görev üstlendiğini gösteriyor. Üstlendikleri görevler arttıkça da yaşadıkları toplumdaki anlamları artıyor olmalı.
O zaman yetişkinlik öncesi dönemi ele almaya bebeklikten başlayalım ve nasıl geliştiğine bir bakalım. Öncelikle şunu biliyoruz, bebekler bireysel ve bağımsız bir şekilde algılanıyorlar toplumda. Aile ya da herhangi bir başka toplumsal birime mensup gibi görünmüyorlar. Böyle düşünmemizin nedeni, toplumdaki diğer insanların aksine hemen hemen her zaman yalnız bir şekilde mezarlara gömülmeleri ve mezarların içerisine –öbür dünyada kullanılması için- pek az eşya bırakılması. Hatta yeni doğan bebeklerin diğer insanlar gibi mezarlara gömülmediği, çöp çukuru ya da yakınına bırakıldığı örnekler dahi mevcut. Bu tür durumların nedeni büyük olasılıkla sık karşılaşılan bebek ölümleri. Ölüm vakalarının sıklığı bebekle derin bir ilişki kurmayı ortadan kaldırıyor olabilir. Zaten bu dönemdeki bebek ve çocuk ölümlerinin fazla sayıda olduğu arkeolojik verilerle de görülüyor.
MODERN BİR KAVRAM OLARAK ÇOCUKLUK
Çocuğun, yaşı ilerledikçe yalnız başına gömülme geleneği azalıyor ve mezarına bırakılan eşyaların türleri değişmeye başlıyor. Mesela, önceleri sadece küçük beslenme kapları konarken, zaman geçtikçe idol adı verilen taştan yapılma küçük boyutlu ve son derece stilize insan heykelcikleri mezarda çocukların yanlarına konuyor. Bu nesnelerin sembolik ya da işlevsel anlamını ne yazık ki tam olarak bilemiyoruz. Çocukluk çağındaki esas kırılma 10 yaşlarında başlıyor. Mezarlara bakınca, ilk defa bu yaştan itibaren çeşitli takılar takmaya başladıklarını düşünüyoruz. Ayrıca 10-14 yaşları arasında artık başka insanlarla birlikte çoklu mezarlara gömülüyorlar. Bu da aslında çocukların bu yaşlarda birey olarak kabul edildiklerini gösteriyor olabilir. Bu duruma verilebilecek en güzel örnekler Karataş-Semayük adlı yerleşimde. Karataş’ta insanlar çömleklere konularak gömülüyor. İnsanın yaşı arttıkça içine konduğu çömleğin boyutu da büyüyor. İşte bu kentte çocukların, içinde yetişkin insanların gömülmüş olduğu çömleklere sonradan yerleştirildiğini görüyoruz. Hatta eğer ilk önce 10-14 yaşlarındaki çocuk öldüyse onunla ilişkili yetişkin kişi o çocuğun küçük boyutlu mezarına, çocuğun yanına yerleştiriliyor sonradan. Daha erken yaşlar için söz edemeyeceğimiz bu uygulama 10-14 yaşlarının ergenlik çağı olduğunu da bize gösteriyor.
Bu bilgilerin hepsi mezarlardan öğrendiklerimiz.
Çocukların nasıl göründüğünü anlamak için bu dönemde yapılan insan biçimli heykelciklere de bakabiliriz ama bu tasvirlerden hangilerinin çocuk olduğunu anlamak biraz güç. Çünkü çocuklar anatomik olarak yetişkinlerin küçük bir kopyası olarak şekillendiriliyor. Çocuk olduğunu düşündüğümüz oldukça az sayıda örnek var, onlar da yetişkin bir kadınla birlikte tasvir ediliyor. Bu durum bana tarihçi Philippe Ariès’in çocukluk kavramını tanımlayışını hatırlattı. Çocukluk aslında oldukça modern bir kavram. Orta Çağ ve öncesinde resim ve minyatür sanatı eserlerinde çocukların yetişkinlerin küçük boyutlu bir kopyası olarak tasvir edildiğine dikkat çeken Aries, çocukların yetişkinler ile yeme, giyinme gibi benzer alışkınlara sahip olduklarını savunuyor. Bu açıdan ele alındığında, beş bin yıl önceki Ege toplumlarında da benzer bir anlayış olduğunu düşünmek mümkün olabilir.
Buraya kadar hep yaştan bahsettik çünkü vücut gelişimleri son halini almadığı için çocukların cinsiyetlerini kemiklerine bakarak anlamak biraz zor. Elbette bazı tahminler yapılabiliyor ama yine de kesin konuşmamak gerek. Şimdi konuyu biraz da cinsiyet üzerinden ele alalım.
KALIPLAŞMIŞ CİNSİYET ROLLERİ YOK
14-34 yaş arasını yetişkinlik olarak tanımlayabiliriz. Zaten bir çocuğun ailesiyle geçirebileceği ortalama zaman en fazla 14 yıl. Bu yaşlardan itibaren pek çok şeyi kendi başına yapabiliyor olması gerekir. Bu durum arkeolojik verilerle de destekleniyor. Yetişkinlere ait mezarlarda, daha önce hiç görmediğimiz sayıda ve nitelikte objeler görmeye başlıyoruz. Bunlara örnek olarak; yün eğirme ve dokumada kullanılan ağırşak ve tezgâh ağırlıkları, balta, hançer gibi metal silahlar ve iğneler verilebilir. Tüm bu eşyalar hem erkek hem de kadın mezarlarında bulunabiliyorlar. Yani sadece erkeklerin silah kullandığı, kadının dokuma yaptığı ya da takıyla süslendiği net ayrımlı bir tablo yok. Kadın mezarında balta, erkek mezarında kolye ve ağırşak görmek mümkün. Hatta takıların bırakın cinsiyet, yaş üzerinden farklılaşmadığını gösteren örnekler de mevcut. Mesela Bakla Tepe yerleşiminde hem 12 yaşında bir kız çocuğunun hem de yetişkin bir erkeğin mezarına aynı kolye ucunun bırakılmış olduğunu biliyoruz. Yalnızca mezar buluntuları değil, antropolojik analizler de beslenme, kireçlenme, yaralanma ve savunma yaraları gibi konularda kadın ve erkeklerin büyük farklılıklar yaşamadıklarını ortaya koyuyor. Bir sonuç çıkarmak gerekirse, bu dönemde toplumların cinsiyet rolleri konusunda daha esnek davrandığını söylemek mümkün. Ya da mevcut arkeolojik veriler, dönemin kalıplaşmış/ kesinleşmiş yargı ve uygulamalarını açıklamak için henüz yeterli değil.
CİNSİYETTEN ÖNCE TOPLUMDAKİ YERİ
Dönemin toplumdaki asıl belirleyici ayrımları statü üzerinden gözlenebiliyor. Mesela Manisa Salihli’deki Eski Balıkhane kazı çalışmalarında, aynı mezarlıkta, aynı türdeki mezar içerisinde, aynı cinsiyette ve aynı yaşta olan iki farklı insanın yanına çok farklı eşyalar bırakılmış olduğunu görüyoruz. Bir tanesinin yanına çömlek bırakılmışken diğerinin yanına hançer ve gümüş heykelcik gibi eşyalar konmuş. Bu durum, insanların ölülerini gömerken cinsiyetten önce toplumdaki yerini hesaba kattıklarına işaret ediyor.
Yaş da bir statü göstergesi aslında. 34 yaşından büyükleri yaşlı kategorisine alıyoruz. Bu dönemde Ege Denizi’nin hem doğu hem de batısında bulunan bir geleneğin izlerini görüyoruz. Yaşlı kadınlara ait mezarların içerisinde hem sayıca fazla eşya bırakılıyor hem de bu eşyalar nitelik bakımından oldukça dikkat çekici ve bu özellikleriyle diğer insan mezarlarından ayrılıyor. Bu durum Kıta Yunanistan’daki Manika mezarlığında ve Batı Anadolu’daki Bakla Tepe mezarlığında örneklerle temsil ediliyor. Toplumun yaşlı kadınlara ayrı bir hürmet gösterdiği anlaşılıyor. Tabii bu saygının boyutunu, yaptırımını ya da etki alanını bilemiyoruz. Belki bunu tanımlamamıza da şimdilik pek gerek yok çünkü henüz bunları tarafsız olarak okumaya hazır olduğumuzu düşünmüyorum.
AMACIMIZ GEÇMİŞ TOPLUMLARI ANLAMAK
Geçmişi anlamaya çalışırken günümüz yargılarından, kabullerinden, toplumsal cinsiyet rollerinden ve bunların oluşturabileceği protest tavırlardan arınmak gerekiyor. Anlattığımız dönemden beş binyıl sonra, yani günümüzde, bir erkeğe ağlayamayacağının, bir kadına gülemeyeceğinin dikte edildiği ve zaten ikili karşıtlıkla tanımlanmış cinsiyet kalıpları dışında başka bir kurguya imkân verilmediği bir dünyada yaşıyoruz. Tüm bu kültürel inşalar ve getirilerini göz ardı ederek geçmişe objektif olarak bakmak biraz güç. Bunun nedeni bir yandan erk sahibi olanın -ya da bu hükmü sorgusuz onaylayanın- geçmişe bakarken -istemli ya da istemsiz- bu erki temellendirmeye çalışması, bir diğer yandan da erk sahibi olmayanın–ya da bu tür dezavantajlı grupların haklarını gözetenlerin- geçmişe bakarken görünür kılma kaygısıyla orantısız yorumlarda bulunma eğilimi. Dolayısıyla şunu aklımızda tutmamız gerekiyor: Amacımız geçmiş toplumları anlamak, hangi cinsin diğerine hükmettiğinin izini sürmek değil.
*Doktora öğrencisi, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Arkeoloji Bölümü