Çitler, duvarlar ve sazlıklar
İster çit olsun, ister duvar ya da sazlık, insanın önüne çıkan her türlü engel bir “sınır” duygusu yaratır ve insan bu sınırı aşmak ister. Aşamıyorsa, onun arkasında neler olup bittiğini merak eder...
Çit, belli bir alanın çevresini kapatmak, bu alana girilmesini önlemek için uygulanan bir engel türüdür. Duvardan farklı olarak daha gevşek, daha “toleranslı”dır. Duvar mutlak, kesin, kararlı bir engel oluştururken, çit görece, gevşek ve kararsız bir engeldir. Duvar herhangi bir şeyin geçişine izin vermezken, çit izin verebilir. Hatta çit, engellemek istediği kitlesini belirleyebilir. Örneğin belli boyuttaki nesneler, hayvanlar çitlerden geçebilirken, duvardan geçmek imkânsızdır. Çitler liriktir, duvar didaktik. Bu nedenle, çitler kendilerine katılmayı isterken, duvarlar kendilerinden uzaklaştırır. Hatta duvarların faşizan bir yapı olduğunu söyleyebiliriz. Oysa çitler son derece insanidir ve amacını yerine getirirken zarar vermek istemez. Biçimi, kullanılan malzemeleri, genellikle derme çatma olmaları bir “rica” gibidir. Oradan geçilmemesini rica etmektedir. Duvar ise “emir”dir. Orada dur!
Çitlerin çevrelediği alan içerisinde zarar verilmemesi gereken şeyler vardır. Duvarların çevrelediği alan içerisinde ise genellikle zarar veren şeyler vardır. Çitler, genellikle kendi alanı içindeki şeyleri dışarıdan koruma amaçlıdır, duvarlar ise genellikle dışarıyı kendi alanı içindekilerden koruma amaçlıdır. Duvarlardan atlanır, çitlerden geçilir. Çünkü çitler, aralarından geçilebilecek bir tasarıma sahiptir.
Çitler şiirseldir, duvarlar düzyazısal. Çitler sivildir, duvarlar resmi. Çitler düzensiz ve ölçüsüz olabilir. Duvarlar son derece nizamidir. Çitler sıcaktır, duvarlar soğuk. Çitlerin daha çok plastik sanatlara konu olması, belki de yansıttıkları dokusal derinlikten ve tekdüze olmamalarından kaynaklanır. Duvarları resmine konu olarak seçmek, genellikle ressamların aklına gelmez. Duvarlar içe dönüktür, dışlayıcıdır. Çitler dışa dönüktür, kapsayıcıdır.
“Çitler boyunca yürümek” ile “duvarlar boyunca yürümek” arasında fark vardır. Birincisi özgürlüğe, açık alana gönderme yaparken, ikincisi tutsaklığa, kapalı alana gönderme yapar. Bir kez çitler boyunca yürüyen birisi, büyük olasılıkla patika türü doğal bir yolda yürür. Bu doğallık, pastoral bir çevrede gerçekleşir. Oysa duvarlar boyunca yürüyen birisi, büyük olasılıkla beton ya da asfalt gibi müdahale edilmiş bir zeminde yürür ve kentsel bir ortam söz konusudur.
Duvarlar gerçek amaçlarının dışında, kendi belirledikleri amaçlarının dışından gelen bazı amaçların gerçekleşmesine de hizmet ederler: Afiş, duyuru, duvar yazısı, duvar resmi gibi uygulamalar, boş buldukları duvarları ele geçirirler. Oysa çitlerde bu tür uygulamalara rastlamayız. Olsa olsa oradan geçen hayvanlardan kalma bazı yün ya da kıl parçaları, rüzgârın getirip bıraktığı bir plastik poşet gibi kendiliğinden ve geçici şeylere rastlayabiliriz.
Çitlerden ve duvarlardan farklı olarak sazlıklar, kendiliğinden bir engel oluştururlar. Doğada yürürken, gidilmek istenen yere en kestirme yol, sazlıklardan geçmeyi gerektirebilir. İnsanın normal koşullarda içine girmeyi pek fazla göze alamayacağı sazlıklar en çok nehir deltalarında kendini gösterir. Dere yataklarında da boy gösterseler bile, bu deltalarda alabildiğine sık ve geniş bir alanda bir araya gelmiş olmaları, sanki bir amaç için acilen toplanılmış görüntüsü verir. Sazlıkların, günün farklı zamanlarında kişiliklerinin değişmesi, aslında güneş ışığıyla ilişki biçimlerine bağlıdır. Örneğin, sabah saatlerinde, açık havada son derece güven veren bir esintiyle dalgalanan sazlıklar, ikindi zamanı gölgeli bir sessizlikle hüzün yansıtırlar. Akşam sazlıkları ise son derece gizemlidir. Bir kez, yiyecek bulmak için oraya buraya dağılmış olan yaban ördekleri, su çullukları ve başka egzotik kuşlar geri dönmüştür. Artık kaybolup giden güneşle birlikte sesleri de derinlere çekilmiş, giderek bir sessizliğe dönüşmeye başlamıştır. Akşam sazlıkları, orada birbirlerine yaslanmış, sanki uzaklardan gelecek bir şeyi bekler gibidirler. Yükseğe uzattıkları boyunlarıyla, o gelecek olan şeyi bir an önce görmek istemenin sabırsızlığıyla daha da yükselirler. Buralarda barınan yaban hayvanlarının, sazlıkları karıştırmalarıyla oluşan dalgalanmalar, tekin olmayan bir atmosfer yaratır. Kim bilir orada ne oluyordur? Belki deltanın içlerine sızmış iri bir yılanbalığı avını yakalamıştır, belki de iki yaban kazı çiftleşiyordur. Delta, bu, nehrin tatlı suyu ile denizin tuzlu suyunun karışması, akla gelmeyecek çelişkileri içinde taşımasına neden olur.
İster çit olsun, ister duvar ya da sazlık olsun, insanın önüne çıkan her türlü engel bir “sınır” duygusu yaratır ve insan bu sınırı aşmak ister. Eğer aşamıyorsa, onun arkasında neler olup bittiğini merak eder. Ta ki öğreninceye kadar… İşte biz de geceyi merak ediyoruz. Her şey gece oluyor nedense. İnsanların kendilerine çekildikleri zaman. Her şeyi bir an için unutup, kendilerini uykunun masumiyetine bıraktıkları zaman. Kötülük hiç olmazsa böyle zamanlarda harekete geçmez, durur, bekler diye düşündükleri zaman. Hiç ummadıkları zaman. Bizi karamsarlığa, kötümserliğe hatta çıkışsızlığa götüren şeyler. Nedense hep geceleri oluyor. İşte bu olup bitenlerden haberdar olmak için geceyi görmeye çalışıyoruz, gecenin en koyu yerini, hatta ötesini. Çitleri geçmek, duvarları aşmak, sazlıklara girmek gerekiyor bunun için. Evet, üstümüz başımız karanlığa bulanıyor ama silkeleyip kurtuluyoruz. Çitlerden atlayarak, duvarlarda delikler açarak, sazlıklardan süzülerek biraz daha yaklaşıyoruz görmemiz gereken şeylere. Önce bazı sesler duyuyoruz. İhanet fısıltısı gibi ya da bir muhbirin titreyen soluğu gibi. Korkuyu bölüşen hırsızların acelesiyle davranan bazı siluetler görüyoruz. Suçluların telaşıyla ellerini vicdanlarından kalan boşlukta unutan bazı silüetler. Vicdanlarının yerinde derin oyuklar olan, vicdanları olmayan bazı siluetler…
Ne olursa olsun, çitlerin, duvarların ve sazlıkların ötesini hep merak etmeliyiz. Gördüğümüz şeyler karşısında şaşırmalıyız. Asla alışmamalıyız. Alışkanlık körlüktür. Ne diyordu Borges, “Ben dünya karşısında şaşkın bir insanım!”