YAZARLAR

Çocuk çocukken, müzik müzikken

İyinin kötüye, iyilerin kötülere, iyiliğin kötülüğe şaşırması, anlayamaması sol gözün sağ gözü görememesi gibi. Dip dibeler, bir ömür boyu, kemikleşmiş çukurlarda yuvalanmış halde, aynı işlevi yerine getiriyorlar; görüyorlar. Her şeyi ve herkesi görüyor, kabulleniyor, anlıyorlar; birbirlerini tamamlıyor, algılarını düzenliyor ve düzeltiyorlar. Ama asla birbirlerini göremiyorlar. İyinin kötü olmadan iyiyi anlayamayacağı, bırak anlamayı, bilemeyeceği gibi. Çocuğun çocuk olduğunu bilmediği gibi.

Als das Kind Kind war,
wusste es nicht, dass es Kınd war,
alles war ihm beseelt,
und alle Seelen waren eins. — Der Himmel Über Berlin - Wim Wenders, 1987

(Çocuk çocukken,
bilmiyordu çocuk olduğunu
onun için her şeyin ruhu vardı,
ve tüm ruhlar birdi.) 

Çaldınız. Evet siz. Sonra biz. Sonra sizler. Sonra bizler. Ama her şeyden ve herkesten önce onlar, çaldılar. Ruhunuzu, çocukluğunuzu, duygularınızı ve rüyalarınızı. Hep birlikte çanak tuttunuz. Evet siz. Sonra biz. Beraber. Durmadan. Bıkmadan. Yılmadan.

Şimdi geldik tosladık cehennemin dibine. Şarkı dinleyemiyorsunuz, çünkü ancak zihninizde. Zihniniz tutsak, çünkü ancak akıllı telefonlarınızda. Kafanız akılsız, çünkü çaldılar. Aklınızı aldılar. Cennet mi yoksa cehennem mi diye düşünürken hiç bekletmediler, ışık hızıyla ikincisini buraya getirdiler. Sizler de balıklama daldınız. Sonra da biz.

Türkiye’nin bugünlerinin kusursuz altyapısını hazırladığı çokça kabul gören 12 Eylül’ün 44. yıldönümünde oturmuş bunları düşünürken, 8 yaşındaki dünyalar güzeli bir kızı toprağa verirken, içimize de gömdük. Gömmek zorunda bırakıldık daha ziyade. Çeyrek asırdır çok fazla şeyi çiğnemeden yutup mideye indirmeye çalışırken nefes borumuza saplanıp kaldığı gibi, Narin’in ölümü de ülkenin bu dönemine damgasını, halkının suratına da yumruğunu vurdu. Sizi-bizi ayırmadan, hepimiz: halk.

Bu halkın, en başından beri yarısından azının seçtiği ve ülkeyi yönetmesini istediği adamların çeyrek asıra yaklaşan pespaye icraati, dünyayı avucunun içine almış neo-liberalizm vahşetiyle birleşince ortaya çıkan balçık her gün suratlarımıza sıvanıyor. Ulusça nefret etmeye bayıldığımız ama kafamızı kaldıramadığımız sosyal medyada ¨bu ülke ne hale geldi, bu dünya ne fena bir yer oldu¨ retorikleri mükerrer ve sıkıcı hale geliyor. Her gün, her mecrada yüzlerce defa tekrarlanan bu söylemi bir kez daha tekrarlamak lüzumsuz. Ama, bazen zaten her şeyiyle felaket olan adaletsizlikler, kepazelikler ve ölümler ister istemez o deliğe tıkıyor zaten mahpus ruhlarımızı.

Belki de tıkıldığım yerden uzundur çıkamadığımdandır, önemli prodüktör Steve Albini’nin ani ölümü sonrası yazdığım yazıdan sonra hiç yazı yazmadım; belki de yazamadım, bilemiyorum. Tam dört ay olmuş. Bir kısmı çok sıcak, uzun bir yazın bunaltıcı günlerinin çoğu içeride geçmiş. Sonbahar satır aralarından baktırmaya başlamış. Ruha merhem ararken her zamanki gıdaya koşuyor insan. Bir-iki saat Kanadalı Cryptopsy ve İsveçli Unleashed ile Death Metal’e sığındıktan sonra kadim dost Mercury Rev’in 9 sene sonra gelen yeni albümü Born Horses’ı ilk defa ve baştan sona dinliyorum. Ardından Manchesterlı efsanevi topluluk The Fall’un 1988 çıkışlı New Big Prinz şarkısının bir videosunu seyrederken birdenbire aklıma düşen ve yazının başındaki dörtlükle bu yazıya karar verdim. Charles Bukowski’nin tarif ettiği gibi, yazmadan edemeyeceğin dürtüsü gelince yazmak lazım, ve sadece o vakit.

***

Yukarıdaki dörtlük, Alman yönetmen Wim Wenders’in en sevdiğim filmi Der Himmel über Berlin’den. Filmin aynı zamanda senaristlerinden Peter Handke’nin film boyunca sık sık tekrarlanan Lied vom Kindsein (Çocukluğun Şarkısı) adlı şiirinin içerisinden. Bu film çekildiğinde ve gösterime girdiğinde (1987) iki Almanya vardı; filme adını veren Berlin’in de ortasında koskoca, gıpgri bir duvar. Batı ve Doğu diye ayrılan Almanya ve Berlin’lerin birleşmesinin üzerinden 35 sene geçti ama ne dünyada ne Türkiye’de batı ile doğu birleşebildi. Halen görünür ve görünmez gri, siyah ve kapkara duvarlarla, dikenli tellerle, prangalı ruhlarla ve hasetle ayrılıyor birbirinden bu zıt yansımalar. The Fall’un mevzubahis şarkısı yayınlığında da Almanyalar’dan iki tane vardı. Berlin’den de. Ve o zaman da çocuk olduğunu bilmeyen çocukların ruhları çalınıyordu. Her şeyin bir ruhu olduğunu ve her ruhun bir olduğunu sanan masum çocukların, düşleri ve gelecekleriyle beraber. Biraz fazla tanıdık, değil mi? 

İyinin kötüye, iyilerin kötülere, iyiliğin kötülüğe şaşırması, anlayamaması sol gözün sağ gözü görememesi gibi. Dip dibeler, bir ömür boyu, kemikleşmiş çukurlarda yuvalanmış halde, aynı işlevi yerine getiriyorlar; görüyorlar. Her şeyi ve herkesi görüyorlar, kabulleniyorlar, anlıyorlar; birbirleri dışında. Birbirlerini tamamlıyorlar, algılarını düzenliyor ve düzeltiyorlar aslında. Ama asla birbirlerini göremiyorlar. İyinin kötü olmadan iyiyi anlayamayacağı, bırak anlamayı, bilemeyeceği gibi. Çocuğun çocuk olduğunu bilmediği gibi. Bir gün birileri tarafından bir yerlerden alınıp, bir yerlerde öldürüldükten sonra bir çuvala konup bir dereye bırakılabileceğini bilmediği gibi. Bunları gözlerimiz gördü. Bugünleri de. Ama ruhumuz göremedi, göremeyecek. Çünkü ruhlarımız çocuğun sandığı gibi ¨bir¨ değil. Ruhlarımız ayrık. Ruhumuz kuru. Ruhlar ölü.

Çocuk olamamış, çocukluğu bilmeyen, rüya göremeyen ve düş kuramayan iblislerin iyileşmek umuduyla çocukların rüyalarını çalmasına ilk defa rastlamıyoruz. Hatta bunu konu alan La Cité des Enfants Perdus (Kayıp Çocukların Şehri) adlı bir başka çok sevdiğim film hakkında ¨üstün zekalı kötücül bir varlığın, rüya görme yetisi olmamasından ötürü erken yaşlanmasının önünü almak için çocukların rüyalarını çalmasıyla ilgili. Bu cümleyi yazarken dahi tekrar tekrar okuyorum. Fena halde tanıdık geliyor. Gündelik söylemde, hele ülkemizde, çocukların geleceğinin, hayallerinin çalınmasından epeyce bahsediliyor. Ama çocukların rüyalarını çalmak! İşte bu, ancak bu müthiş filmin yaratıcılarının veya bu güzelim memleketi çöle çevirmeye yeminli birtakım çürük simsarın aklına gelebilecek bir senaryo.¨ diye yazmışım eski bir yazıda. Bu rüyalar artık her gün, her yerde, defalarca çalınıyor. Ve her gün sunîleri milyonlarca defa yeniden yaratılıp ittiriliyor milyarlara.

***

Hakikisi unutulan, sunîsi sunulan şeylerin başlıcalarından biri de, bence, müzik. Yaratılışı, kaydedilişi, dağıtımı, iletimi, sunuluşu, ama en önemlisi sevilişi ve algılanışı çağın sahteliklerine ve sahtekarlıklarına uygun adım hizalanmış, hatta insan için sahip olduğu muazzam önemden kaynaklı adeta kandırmacanın el kitabına dönüşmüş olduğunu hissediyorum. İzbe bar ve meyhane köşelerinde elde sigara kadeh, sararmış bıyıklar, ekşimiş suratlarla ¨rock öldü, müzik bitti üstad¨ üslûbuna yakalanmış gibi tınlama riskine rağmen. Müziğin bittiğini veya biteceğini düşünmüyorum ama onunla ilgili her şeyin değiştiğini ve işlerin keyfinin fena kaçtığını düşünüyorum. Önümüzdeki 10 ila 20 sene içerisinde müzik endüstrisi adına bildiğimiz alanlardan canlı müzik ve edisyon (müzikal eserlerin söz ve/veya bestelerinin oluşturduğu fikrî hakların ticaret alanı) sektörlerinin büyüyerek güçleneceğini, diğer hemen tüm alanların (plak şirketi, pazarlama-tanıtım-halkla ilişkiler hizmetleri, fiziksel perakende müzik dükkanları, müzik basını vb.) küçüleceğini veya yok olacağını öngörüyorum.

Yurdumuzda ve dünyanın geri kalanında köşeleri tutup koltuklarına yapışmış büyükbaş müzik şirketleri ve yapımcılarının senelerdir hatırı sayılır yeni bir sanatçı çıkartamamaları, geçen yüzyıldan kalmış iş yapma biçimlerini çağın koşullarına adapte etmeyi önlerine çıkan her müzik teknolojisi girişimini satın almak zannetmeleri, hasbelkader üzerinde oturdukları dev katalogların yeniden ve sürekli gelir üretmesiyle durdukları yerde zenginleşmeleri müziğe hiçbir şey katmadığı gibi, müzik ekosistemine her gün zehirli gazlar salıyor. Kendilerine artık ihtiyaç duyulmadığından, gölge etmeden yavaş yavaş voltayı almaları müziğin özgür üretimine faydalı olacağı gibi, taze fikirlere sahip genç beyinlerin de önünü açacaktır.

Bu böyleyken, gözlemlediğim bir başka şeyse, canlı müzik sektörünün can damarını geçen yüzyıldan bugünlere ulaşan olgun isimlerin besliyor olması. 2023 yılının en yüksek ciro üreten 20 turnesinin grup ve sanatçılarının ortalama yaşının 50 olduğu gerçeği bu tespiti doğruluyor. Haliyle, çoğu ikinci baharını veya orta yaşını yaşayan bu müzisyen, şarkıcı ve gruplar, müzik ve biyolojik hayatlarının yüksek ihtimalle son 25-30 senesindeler. Ayrıca bu isimler, kendilerini bugünlere taşıyan kitlesel sevgiyi endüstrinin dijital öncesi, organik yapısında inşa ettiler. Onları o günlerde, o şekilde seven ve bugün hala konserlerine gitmek için maddi ve manevi büyük fedakarlıklar yapan kitleler (bkz. ¨yılın birleşmesi¨: Oasis ve konser turnesi) de yaşlanıyor.

Bugün geniş stüdyo nimetleriyle Lego yapar gibi şarkı yapan ve müziği amaç değil araç gören yeni yetmeler rüştünü ispatlamak için çıkacakları sahnelerde nasıl çalacak ve söyleyecekler de, kaç kişilik kitleleri, nasıl etkileyecekler acaba da canlı müzik sektörü büyüyerek güçlenecek? Bu da benim kendimle çelişme pahasına sorduğum sorulardan biri. Çelişkiler yumağı insan varoluşunun dehlizlerinde bu soruları sormaya ve cevap bulunamasa da sıkışınca müziğe yaslanmaya devam.


Can Sertoğlu Kimdir?

1975 yılında İstanbul’da doğdu. Alman Lisesi’nden mezuniyetinin ardından The University of Texas at Austin’de Radyo-Televizyon-Sinema ve Ekonomi alanlarında çift lisans aldı. 1998’de New York’ta önce Right Track Recording kayıt stüdyosunda, ardından Atlantic Records’da prodüktör Arif Mardin’le birlikte çalışmaya başladı ve şirketin A&R departmanında görev yaptı. Bu dönemde Tori Amos, Stone Temple Pilots, Led Zeppelin, Jewel, Kid Rock, The Darkness, Matchbox Twenty, Craig David gibi sanatçı ve gruplarla çalıştı. Aynı zamanda Brooklynli kült grup World/Inferno Friendship Society’nin menajerliğini üstlendi. 2005 yılında Mor ve Ötesi’nin menajerliğini üstlenmek üzere Türkiye’ye döndü. 2015’e kadar grubun üyeleriyle birlikte kurduğu Rakun Müzik’in Genel Müdürü olarak birçok albümün yapımcılığını yürüttükten sonra 2015-2018 yılları arasında Doğuş Grubu’nun dijital platformu Puhu TV’nin kurucu ekibinde İçerik Direktörü olarak görev aldı. 2019’da kurduğu Ferment Records ile müzik yapımcılığına ve More Management etiketiyle 2005’ten beri sanatçı menajerliğine devam etmektedir. Yakın zamanda tekrar New York’ta yaşamaya başlamıştır.