Çocuk gözünden nafaka tartışması
Boşanma ve nafaka süreçlerinde çocukların üstün yararını gözeten ve bu çekişmeli dönemlerin çocukların iyi olma haline etkilerini tespit eden bütüncül politikalara ihtiyaç var. Babanın iştirak nafakasını vermemekte diretmesinin çocuğun eğitim çıktıları üzerindeki etkisinden beslenmesine ve hatta ailenin geçimine destek olmak üzere çocuk işçi olarak çalışmaya itilmesine dek birçok “yan etkisi” olabileceği ise her zaman anımsanmalı.
“En derin yaralarla başlar en derin gülücükler.
En yüksek uçurumlardan düşerken öğrenirsin uçmayı.
En derin denizlerde boğula boğula becerirsin
tek bir nefesle yaşamayı.”
Nietzsche
Boşandığında yoksulluğa düşen tarafın istisnasız şekilde kadınlar olduğu, Barbie’nin tozpembe dünyasının sadece filmlerde kaldığı, “üç çocuk doğurun” baskısı sonucu birçok ailede kadının iş dünyasında yükselmek şöyle dursun iş yaşamından ve eğitimden tamamen kopmasıyla birlikte ekonomik özgürlüklerini yitirdiği, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve kadının istihdama katılımının zaten diplerde olduğu bir ülkede “nafaka” tartışmaları son sürat devam ediyor.
Zira seçim döneminde kurulan ittifaklar gereği bu konu, tüm “heybetiyle”, seçim sonrasına ertelenen bir seçim vaadi idi.
“Süresiz nafaka” dedikleri ve temelini Medeni Kanun’dan alan “yoksulluk nafakası”nı, erkek açısından bir “mağduriyet” olarak formüle edip, bunun “son bulması” için çabalayanlarla kurulan toksik bir seçim koalisyonu sonucunda bu kısır nafaka konusu sürekli ısıtılıp ısıtılıp, tüm yavanlığı ve kötücüllüğüyle masaya getirileceğe benziyor.
Ancak “nafaka karşıtı lobilerin” fitillediği bu tartışmaya sadece kadının değil, çocuğun gözünden de bakmak gerek. Zira bu tartışmalarda sıklıkla ıskalanan konu, Türkiye’nin de taraf olduğu tüm Birleşmiş Milletler sözleşmelerinin özünü oluşturan çocuğun üstün yararı ve çocuğun iyi olma hali…
Ne de olsa kendilerini “mağdur” ilan eden erkeklerin tek derdi yoksulluk nafakasıyla değil, müşterek çocukların bakımı için anneye ödenen iştirak nafakasını da kadına ödeniyormuş gibi sunuyorlar ve bunu da ödememekte diretiyorlar.
Bu üstün yarar kapsamında boşanma süreci ve sonrasında alışık olduğu düzenden, kendine ait odadan, arkadaş çevresinden, okulundan, temel ihtiyaçlarının karşılanmasından mahrum kalabilen çocuk, hakkını alamadıkça, ortada bir çocuk mahrumiyeti de tüm şiddetiyle palazlanıyor.
Nafaka tartışmaları kapsamında zaten yıllardır bağımlı ve itaatkar hale getirilen kadına ek olarak çocuk da nafaka ödemek istemeyen, dolayısıyla bireysel sorumluluğunu yerine getirmeyen ve hem eski eşine hem de çocuğuna/çocuklarına ekonomik şiddet uygulayan baba karşısında annesini ister istemez gözlemliyor.
Sistem, ailede erkek egemenliğini ve eril olana itaati onaylayan zihniyeti çocuk üzerinden yeniden kabulleniyor ve yeniden üretiyor.
Şiddet gördüğü evde çocuğunu büyütmek ve yetiştirmek zorunda kalan, sırf nafaka alamayacağı korkusuyla eşinden gördüğü zulme ve kötü muameleye gıkını çıkaramayan veya bu zulümden arkasına bakmaksızın kaçıp nafaka hakkını bile talep etmek istemeyen annelerin çocuklarının yaşadıkları duygusal travma, er geç topluma ve toplumsal ilişkilere yansıyor ve bir kişinin çocukluğunda kalbinde açılan yara, nafaka sürecinde eril dil üzerinden kendi çocukluğu üzerinde kurulan totaliter tahakküm, onun diğerlerine davranışlarını ister istemez etkiliyor.
“Demek ki, ilişkilerde güçsüz olan taraf, güçlü olana itaat edecek ve hakkını aramayacak” algısı, çocuğun benlik algısında yer ediniyor; aile içerisinde güvene dayalı bir ilişki kurulamaması, çocuğu arkadaş ilişkilerinde ve akabinde profesyonel ilişkilerinde örseliyor.
Amerikalı yazar Saul Bellow'un da o çarpıcı sözünde olduğu gibi, “Radyasyondan çok birbirlerinin kalplerini kırmaktan ölüyor insanlar.” Kalpler kırılıyor, toplumsal ilişkilere radyoaktif kırıklar süzülüyor, o kırıklar çocukların ayaklarına, ellerine, ruhlarına, kişilik gelişimlerine kıymık gibi batıyor.
Özellikle 90’lardan sonra akademik çalışmaların daha çok gözdesi olan “psikolojik sağlamlık”, erken çocukluk döneminde gündelik ilişkiler, deneyimler ve aile bağları ile kurulan ve gelişen bir hal iken, çocuklukta nafaka üzerinden yaşanan ekonomik ve psikolojik olarak yıpratıcı, zorlayıcı ve istikrarsızlaştırıcı deneyimler, psikolojik sağlamlığın temellerini sarsarken, bu sürecin doğurduğu stresle başa çıkabilmek için alınacak profesyonel ve sevgi temelli müdahaleler ise kurtarıcı olabilir.
Nafaka hakkı kapsamında eğitim masraflarının ortaklaşmasından velayet hakkına dek uzanan geniş bir yelpazede burada kadının yanı sıra çocuğun üstün yararını gözeten bir söylemin her kademede -toplumsal ilişkilerden siyasi tartışmalara dek- benimsenmesi şart. Bunun için de çocuğun üstün yararını korumak üzere, İzlanda, İngiltere, Belçika ve Almanya gibi ülkelerdeki en iyi uygulamaları model almak gerek.
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Göktaş’ın geçtiğimiz günlerde “süresiz nafaka kabul edilir bir durum değil, mağdur olan erkeklerimizin de yanındayız” şeklindeki açıklaması, bu açıdan sadece kadını değil çocukları da bizzat etkileyen keskin bir söylem örneği…
Oysa çocuğun üstün yararı, siyasi koalisyonlardan her zaman büyüktür.
Oysa “annelik en güzel kariyerdir” denen, kadın istihdamının sürekli gerilediği, çocuk yaşta evliliklerin normalleştirildiği bir ülkede sürekli pişirilen bu bayat tartışmada mağdur aranıyorsa, onlar da anne ve çocuktur.
Zira birçok kadın, iştirak nafakasını ödemek istemeyen birçok babanın olduğu bir ortamda, boşanmayı hızlı bir şekilde kabul etsin diye çocuklarının velayetini “anlaşmalı boşanma” kapsamında babaya teslim edince, bu durum baba tarafından sonradan kadına karşı bir “koz” olarak kullanılıyor ve nafaka vermemenin bir bahanesine dönüştürülüyor. Ancak bu süreçte iki taraf arasında adeta pinpon topu muamelesi gören ve hem maddi hem de duygusal boşluğa düşen çocukların üstün yararı çoğu zaman gözden kaçıyor.
İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden çocuk çalışmaları alanında uzman Prof. Dr. Pınar Uyan Semerci, uzun süredir çocuğun iyi olma hali yaklaşımı üzerine sahada ve akademide çalışmalarını sürdürüyor; “maddi durum”, “sağlık”, “eğitim”, “risk ve güvenlik”, “barınma ve çevre”, “katılım” ve “ilişkiler” alanlarında, nesnel ve öznel göstergeler ışığında çocuğun durumunun bütüncül bir perspektifle ele alınması gerektiğini her fırsatta anımsatıyor.
Bu açıdan, nafaka hakkının süreli hale getirilmesine dair öneriler, çocukların yaşadıkları maddi koşullarda gerileme, ruhsal sağlık, eğitim imkanları, barınma alanları ve toplumsal ilişkilerine doğrudan izdüşümler doğuruyor.
“Çocukların içine doğdukları koşullarda kendi deneyimlerinin öznesi olduklarına vurgu yapan bu yaklaşımı temel alan araştırmalarımızın bulguları, beklenildiği üzere, bize hanelerin gelir yoksulluğu arttığında tüm alanlarda çocuğun iyi olma hali göstergelerinin de kötüleştiğini gösteriyor. Pandemi sonrası durum ve ekonomik koşullar ağırlaştıkça Türkiye’de gittikçe artan yoksullaşma ve belirsizlikler çocukların yaşadığı koşulları da etkiler hale geldi,” diyor Prof. Semerci.
Dolayısıyla, boşanma ve nafaka süreçlerinde çocukların üstün yararını gözeten ve bu çekişmeli dönemlerin çocukların iyi olma haline etkilerini tespit eden bütüncül politikalara ihtiyaç var. Babanın iştirak nafakasını vermemekte diretmesinin çocuğun eğitim çıktıları üzerindeki etkisinden beslenmesine ve hatta ailenin geçimine destek olmak üzere çocuk işçi olarak çalışmaya itilmesine dek birçok “yan etkisi” olabileceği ise her zaman anımsanmalı.
Maddi durum, Prof. Semerci’nin de belirttiği gibi, çocuğun iyi olma hali alanlarının en başında geliyor ve bakım verenlerin kırılganlaşma süreçlerine de işaret ediyor:
“İlişkiler ve öznel iyi olma alanlarında bile maddi yoksunluğun etkileri kendini gösteriyor. Çocukların gelişimi, yaşam koşullarının bağlamına ve olgunlaşmalarını şekillendiren deneyimlerin doğasına bağlı. Çocukların öznel deneyimleri, çocukluktaki eşitsizlikleri ve bunların nasıl deneyimlendiğini anlamanın merkezinde yer alıyor. İçinde yaşanılan belirsizlik koşullarında, hızlı değişim ve birbirleriyle kesişen kriz süreçlerinde çocukların durumunun bütüncül resmini çekmek bu nedenle hayati önemde.”
Yani ailede yaşanan bir boşanma süreci ve “artçı sarsıntılarının” çocuğun iyi olma hali üzerindeki etkileri bütüncül şekilde ele alınmalı; sadece anneye bağlanan veya bağlanmasından “mağdur olunduğu” iddia edilen nafaka bedelleri üzerinden çocuğun durumunu okumak, tabloyu eksik görmek, onun üstün yararı ve fiziksel güvenliği / psikolojik esenliğini önemsememektir.
Kadın ve çocuk hakları uzmanı avukat Kardelen Yarlı ise, özellikle anne baba olmanın çocuğun tüm sorumluluğunu üstlenmek ve ona her anlamda sağlıklı bir ortam sunmak olduğuna dikkat çekerek, “iştirak ya da yoksulluk nafakası ödemek istemeyen erkekler de en büyük ve en görünmez zararı yine kendi çocuklarına veriyorlar” diyor.
Yarlı, “İştirak nafakasını ödemeyen baba, aile hukukundan doğan sorumluluğunu yerine getirmiyor ve hukuk tekniği bakımından da çocuğunu ihmal etmiş oluyor,” diyerek, konunun aynı zamanda “çocuk ihmali” boyutuna da dikkat çekiyor.
Zira uluslararası ve ulusal tüm normlar ışığında devletin çocukları istismardan ve şiddetten olduğu kadar ihmalden de koruma yükümlülüğü de var.
Yarlı, benzer davalardan kendi deneyimleri ışığında, nafaka borcu yüzünden sürekli annenin aşağılandığı, şiddet gördüğü ve ekonomik zorluk çektiği bir evin içinde çocuğun da babasına karşı ister istemez öfkesinin büyüdüğünü ve bu sebeple dahi ilerde babasının soyadını taşımamak için dava açtığını belirtiyor ve ekliyor:
“Aslında çarpıtılan bu tartışma ve nafakalarını ödemeyen babalar belki de farkında olmadan en çok da çocuklara zarar veriyor. Devletin ve hukukun her şeyden önce çocukları korumak zorunda olduğunu düşündüğümüzde nafaka ile başlayan tartışma tamamen erkek lehine değiştirildiğinde sistemin istismar ettiği en başta yine çocuklar olacak. Bu yüzden yapılacak olan tüm olumsuz hamlelerin en çok korumakla yükümlü olduğumuz çocukları ihmal edeceği de unutulmamalı.”
Aristoteles, “ışığı görmek için odaklanmamız gereken, en karanlık anlarımızdır” der ya, belki de kadın ve çocuk hakları açısından tüm karanlık tartışmaların anaakımlaştığı bir süreçte odaklanmamız gereken yer, nafaka süreleri üzerinden koparılan bu kuru yaygara içerisindeki en karanlık anlarımızın içinden ortak akılla, hukukla, sağduyuyla nasıl aydınlığa çıkabileceğimizi düşünmektir.