Çocuklara bakacak biri lazım...
Yakın zamanda Netflix kanalında yayınlanmaya başlayan "Deadly İllusions" (Ölümcül Masumiyet) filminde ideal ‘kurban aile’ ve ‘kötücül karakter’, beklendik şablonların dışına nadiren çıkıyor, hikâye fazla ‘sürpriz’ barındırmadan sıradan bir şekilde akıyor. Senaryoyu belli ölçülerde farklı kılabilecek ‘iki kadının yakınlaşması’ ve ‘gerçek-hayal’ arası dolaşım da biraz beceriksiz bir şekilde kotarılınca film türe yeni bir soluk kazandıramıyor.
Hollywood sinemasının vazgeçemediği ‘psikolojik gerilim’ türünde sık sık başvurduğu bir ‘tema’ vardır: ‘Aileye sızan yabancı!’. Kendi başına da bir ‘alt-tür’ sayılabilecek bu tarz yapımlar hikâyelerini, genelde orta/üst sosyal tabakadan, kendi içinde huzurlu ve mutlu olan çocuklu bir ailenin içine sızan, başta onların dostu gibi görünen ama zamanla ailenin hayatını kabusa çeviren kişiler üzerine kurarlar.
Doğal olarak bu ‘göründüğü gibi olmayan’ karakterler, asıl yüzlerini gizlemek için ‘uygun ev arkadaşı’, ‘yardımsever polis’ veya ‘ideal kiracı’ gibi ‘aldatıcı’ görünümler sunarlar. Bunların arasında en favori olanı ise kuşkusuz sevecen ve fedakar ‘çocuk bakıcısı’ kılıfıdır.
Yakın zamanda Netflix kanalında yayınlanmaya başlayan "Deadly İllusions" (Ölümcül Masumiyet) filmi de senaryosunu bu ‘yoldan’ kuruyor. İdeal ‘kurban aile’ ve ‘kötücül karakter’, beklendik şablonların dışına nadiren çıkıyor, hikâye fazla ‘sürpriz’ barındırmadan sıradan bir şekilde akıyor. Senaryoyu belli ölçülerde farklı kılabilecek ‘iki kadının yakınlaşması’ ve ‘gerçek-hayal’ arası dolaşım da biraz beceriksiz bir şekilde kotarılınca film türe yeni bir soluk kazandıramıyor.
Mary, hala aşık olduğu kocasıyla ve ‘üstüne titrediği’ ikiz çocuklarıyla mutlu ve rahat bir yaşam süren orta yaşlı bir kadındır. Ticari olarak büyük başarı kazanmış olan yazarlık kariyerine uzun zaman önce nokta koymuş olup, bütün zamanını ailesine ayırmaktadır. Epey bir zaman sonra kendisine gelen ‘tekrar yazma’ teklifini başta reddetse de sonrasında önerilen yüksek ücretten dolayı kabul eder. Ancak yazma süreci oldukça ‘sancılı’ ve ‘yoğun’ geçen Mary, kendisine yardım edebilecek bir bakıcı arar. Birçok adaydan sonra en son gelen genç Grace’den etkilenir ve onu işe alır. Her açıdan ideal bir bakıcı gibi görünen Grace ile yakınlaşması ve onu özel yaşamının iyice içine sokması hayatını giderek daha karanlık bir hale getirecektir.
BU AİLEYİ DAHA ÖNCE GÖRMÜŞTÜK
Değindiğimiz gibi "Deadly İllusions" filminin konusunu "The Hand That Rocks The Cradle"den ("Beşikteki El" /1992) en son "Greta" (2018) filmine kadar, bu türde birçok yapımda gördük. Filmdeki aile üyeleri beklediğimiz bütün özellikleri taşıyor. Hatta bir anlamda Amerikalılar'ın pek sevdiği ideal ve ‘kutsal’ ailenin eksiksiz bir temsili olduğunu söyleyebiliriz. Belli bir yaşta, yakışıklı ve iş alanında başarılı bir baba, yine yaşına göre güzel ve bakımlı, sevgi dolu bir anne ve sevimli çocuklar… Aynı şekilde bu aileye sızan ‘Grace’ de bu tür hikâyelerin gerektirdiği ‘tanışma’, ‘güven ve sevgi kazanma’, ‘ailede belli bir hakimiyet kurma’ ve en sonunda ‘aileye kötülük yapma’ gibi bütün evrelerden geçiyor.
Grace’in güçlü bakıcı adaylarından sonra en son kişi olarak gelmesi, en zayıf aday gibi görünürken tam aranan özellikleri taşıması bile artık ‘klişe’ olarak adlandırabileceğimiz bir durum.
"Deadly İllusions"ın benzerlerinden ayrıştığı ufak nokta ise aileye katılan ‘yabancı’nın, aile tarafından topluca benimsense de ailenin her üyesine aynı derece ‘sızmaması’. Örneğin işe alındıktan kısa bir süre sonra çocuklar tarafından seviliyor ve ailenin babası tarafından ideal bir bakıcı olarak görülüyor ama ne çocukların gözünde ‘annenin’ yerini almaya ne de (en azından bir süre!) babayı baştan çıkarmaya çalışıyor. Başka bir deyişle Grace’in ‘kaleyi içerden fethetme’ hamlesi ailenin annesinin, yani Mary’nin üzerinden yoğunlaşıyor.
MARY VE GRACE’İN BULUŞMASI
Bütün bu ‘sıradan’ gidişatın içinde ister istemez en dikkat çekici nokta iki kadın başkarakterin arasındaki iletişim, daha doğrusu etkileşim oluyor. Her ne kadar Mary’nin işini eksiksiz yapan Grace’i nispeten kısa bir süre içerisinde bir arkadaş gibi görmesi makul dursa da, aralarında bir cinsel çekimin de başlaması pek inandırıcı durmuyor.
Bunun asıl nedeni kuşkusuz film boyunca Mary’nin Grace’a dair bakışının asla tam olarak netleşmemesi oluyor. Mary’nin sözlerinden anladığımız kadarıyla kendisi, Grace’i bazen bir masum bir kız bazense ise alımlı bir kadın gibi görüyor. Bu bakış açısı doğal olarak birçok soruyu akla getiriyor: Mary’yi bu derece çeken acaba Grace’in bu tezatlık gösteren iki yanı mı yoksa yeni romanını yazmakta ciddi bir ‘tıkanıklık’ yaşarken yine imdadına ‘ilham perisi’ olarak onun gelmesi mi? Aralarındaki bu çekim sadece tensel mi yoksa aynı zamanda ruhsal mı? Eğer ruhsalsa neden Mary’nin Grace ile ilgili fantezileri sadece bedensel hazlar üzerine oluyor?
KABUSA DÖNEN HAYALLER
"Deadly İllusions"ın sayabileceğimiz ikinci ufak farklılığı, bu tür filmlerin (en azından bu derece) kullanmadığı hayal/rüya sahnelerinin çokluğu oluyor. Yeni romanını yazma sürecinde (kendisinin de söylediği gibi) ‘başka bir insan’ olan Mary, ev içinde dönen bazı olaylardan şüphe duymaya başlıyor ve bu, onu giderek paranoyak bir ruh haline sokuyor. Ancak film, bu yoğun ‘yaratma’ üzerinde fazla durmuyor. Dolayısıyla Mary’nin yaşadığı ‘ilham eksikliği’ biraz üstünkörü geçilmiş, yine Mary’nin Grace’e karşı geçici mesafe koymasına neden olan (hayali) aldatma olayı biraz abartılı ve ucuz yorumlanmış duruyor. Filmin son çeyreğinde öğrendiğimiz sırlar, cevabı bulunan sorular ve tanıdığımız yan karakterler hızlı bir ‘reçeteden’ çıkmış gibi duran ve ister istemez iki kadın arasında oluşan bağı baltalayan öğeler olarak göze batıyor. Sanki yönetmen bir an önce ‘zorunluluk’ olarak gördüğü noktaları filme serpiştirerek hikâyesini sonlandırmak istiyor. Aynı şekilde Grace karakterinin ‘gerçek yüzü’ ve eylemlerinin nedeni de oldukça zayıf ve basit.
Filmdeki oyunculuk performanslarında bir sorun gözükmüyor. Bizim ister istemez ‘Sex and The City’ dizisiyle hatırladığımız Kristin Davis, filmi büyük ölçüde sırtlayan ve başarılı bir oyunculuk sergiliyor. Artık belli bir yaşa gelmiş olmasına rağmen yakışıklılığını koruyan Dermot Mulroney kocası Tom rolünde ona layığıyla ayak uydurmuş, dozunda bir performans veriyor. Filmin ikinci önemli rolü sayılabilecek Grace’de ise oyuncu Greer Gramer’in büyük bir gayretle kurduğu belli olan karakter, biraz ‘başıboş’ bırakılmış bir ‘kötüye kayma’ ile basmakalıp bir hale dönüşüyor. Yazık…
Eğer ortalama bir ‘görüntüye aldanmama’ hikâyesi aradığımız şeyse, film tabii ki izlenebilir… Aksi takdirde…