Çocukların varlık nedeni doğurganlık olmamalı
Kadınların koca, ağabey, baba, amca, dayı veya dede suretine bürünen erkek boyunduruğundan kurtulması, toplumsal cinsiyet eşitliğini içine sindirmiş, kesintisiz bir eğitimle mümkün. Ancak o zaman, galaksimizin merkezindeki dev kara deliği tanıtan, Covid-19 aşısını bulan, 10 saniyede cilt kanserini teşhis eden sensörler geliştiren Türkiyeli bilim kadınlarıyla tanınırız, henüz on beş yaşında kucağına bebesini almış çocuklarımızın örselenmiş benlikleriyle değil...
Yoğun gündemde Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) son açıkladığı Doğum İstatistikleri gözden kaçmasın.
Resmi verilere göre, geçen sene 7 bin 190 çocuk, meyve ağaçlarıyla kaplı bahçelerde arkadaşlarıyla oyun oynamak ve okuluna devam etmek yerine doğum yaparken, doğum yapan bu çocukların 117’si 15 yaş altı iken, 7 bin 73’ü ise 15-17 yaş grubundan.
İlk doğumdaki ortalama anne yaşının en yüksek olduğu il, 28,4 yaş ile İstanbul iken, Şanlıurfa, Ağrı ve Muş’ta 24 yaş altı olarak ifade ediliyor.
Doğurganlık hızı ise en yüksek Şanlıurfa’da seyrediyor. Yani, davullar zurnalar halaylar eşliğinde yaşananları adeta kötü bir şaka sanan kız çocukları, kendilerinden katbekat büyük adamlarla gözyaşları, çığlıklar ve isyan eşliğinde evlendirilmiş ve kendilerine annelik rolü biçilmiş. Kendi yaşamları kendilerinden uzaklaşmış adeta...
Ne çocuklar, ne anne... Tüm benlikler, tüm kimlikler paramparça... Korkunç bir kâbus misali arafta duruveriyorlar. Ne yapacaklarını bilemeden...
Son yirmi yılda ise, bahçede evcilik oynamak yerine “kocaya verilen” 15 yaş altı 20 bin 895 çocuk doğum yaparken, 15-17 yaş arası doğum yapan çocukların sayısı ise 548 bin 488. Kimbilir bu çocukların kaçı sakat kaldı, kaçı sonraki yıllarda üstesinden gelemeyecekleri fizyolojik sorunlar yüklendiler ve kaçı doğum yaparken can verdi?
Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı Canan Güllü ile bu konuda yaptığım görüşmelerde kendisinin vurguladığı önemli bir nokta var: 15 yaş altı çocuklarla ilgili rakamlarda ayrıntıya inilmiyor. Dolayısıyla, 15 yaş altı çocukların yaptıkları doğumların hangi yaş aralığında ve hangi illerde ağırlıklı olduğu, ya da doğum sırası ve sonrasında ne tür komplikasyonlar yaşandığı verilere yansımıyor.
Bu çocuklar, erken yaş evliliklerinden dolayı adli bir cezaya maruz kalmamak için hastanelere de gitmediklerinden doğumlar tamamen ev koşullarında ilkel biçimlerde gerçekleşiyor, zaman zaman düşüklere ve anne ölümlerine yol açıyor.
Çocuk yaşta hamileliğe bağlı ölümler, 15-19 yaş aralığında dünya çapında başlıca ölüm sebepleri arasında sayılıyor.
Öte yandan bir çocuğun 17 yaşını doldurmadan evlenmesi yasak. 16 yaşında bir çocuk ise ancak olağanüstü koşullarda ve hâkim kararıyla evlenebiliyor.
Dolayısıyla bu konuda ciddi ve bilimsel alan araştırmalarına gereksinim var. Bunun için de, doğum verilerinde bölgesel ve yaş grubuna yönelik daha fazla ayrıntı verilmesi, saha araştırmalarının da, bu konudaki politikaları besleyerek, daha etkin bir şekilde yürütülmesini sağlayacak.
Çocuk yaşta evlilik ve doğumun insanın bedeni ve ruhsal durumu üzerinde doğurduğu yoğun tahribatın da gösterdiği gibi, bu tamamen bir çocuk hakkı ihlali ve açık bir çocuk istismarıdır. Çocukların spor salonlarında, akranlarıyla okul sıralarında, kütüphanelerde, tiyatro salonlarında olması gereken bir yaşta kadınlık ve annelik rollerini üstlenmeleri, hatta birkaç yıl sonra belki de üzerlerine kuma gelmesi, sadece çocukta değil toplumda da şimdiye ve ileriye dönük onulmaz yaralar açıyor.
Yıllar içerisinde eğitim sisteminin yapboza dönmesi, akabinde pandemi döneminde uzaktan eğitim süresince doğan fırsat eşitsizlikleri sonucunda, sosyo-ekonomik olarak dezavantajlı kesimlerin çocuklarını okula göndermemesi, zaten ailede “fazladan boğaz” olarak görülen kız çocuklarının sağlığı ve eğitimi üzerinde onarılamaz etkiler doğurdu.
Aslında tüm bu sistem, okul-öncesi eğitimden başlamak üzere toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin çocukların yaşantısına doğrudan yansımasıyla ve bir Çocuk Bakanlığı’mızın halen olmamasıyla da bağlantılıydı.
Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) da 81 İlde Türkiye’nin Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Karnesi çerçevesinde iki yıl önce Türkiye’nin çocuk yaşta annelik haritasını ilk kez çıkarmış, ergen doğurganlığında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da ciddi bir eğilimin söz konusu olduğunu verilerle ortaya koymuştu. Rapora göre, Edirne’de de Roman nüfusun yoğunluğu sebebiyle çocuk yaşta annelik oldukça yaygın.
Şimdilerde, Diyarbakır Bağlar Muradiye Mahallesi Muhtarı Dilek Demir’in, görevinin ilk yıllarından beri onlarca kız çocuğunu erken yaşta evlendirilmekten kurtarışını büyük bir takdirle izliyoruz. Kendisi de 14 yaşında kendi ifadeleriyle “töreye karşı gelemeyip, dayak yiye yiye gelin olan”, okul hayatı sona erdirilen, üzerinden önlüğü çıkarılıp gelinlik giydirilen, bir yıl sonra da anne olan muhtarın, artık yaşamında çok önemli bir hedefi var: Çocuk yaştaki evliliklerle mücadele etmek.
Dilek Demir, muhtarlık bürosunun önüne astığı dilek kutusu aracılığıyla zorla evlendirilmek istenen çocuklara dair ihbarları topluyor ve tüm olanaklarıyla bu evlilikleri engellemek için çabalıyor.
İmam nikahı kıymak için artık resmi nikaha gerek olmadığı düşünüldüğünde, özellikle de öğretmenler, muhtarlar, sivil toplum temsilcileri eliyle, yereldeki farkındalık son derece önemli.
Diyanet’in de kız çocuklarının erken yaşta evlilikle mücadelede bir paydaş olması, bu konuda yerelde yaygın eğitimler vermesi gerekiyor.
Uçan Süpürge Vakfı ise çocuk yaşta erken ve zorla evliliklere “dur!” demek için uzun yıllardır projeler yürütüyor; bu konuda STK’larla iş birliğinin artırılması ve hak savunucusu avukatların bilgilendirilmesi amacıyla etkin çalışmalarda bulunuyor.
Benzer bir ruhu, Afife Jale’nin soluğunu günümüze taşıyan, 2001 yılında Mersin’de Arslanköy Kadınlar Tiyatro Topluluğu’nu kuran Ümmiye Koçak’ta da görmüştüm. “Anadolu kadınları istediğinde her şeyi yapabilir” diyen Koçak, bir yandan tarlada çalışıp bir yandan da köydeki kadınları örgütleyen, bu esnada onların eşlerinin ve oğullarının da kadına bakış açısını dönüştüren, kadını somut bir tiyatro projesiyle özgürleştirip güçlendiren, bunu da tepeden inmeci bir şekilde yapmayan bir büyülü el aslında...
Böyle güçlü figürlerin bu konudaki alan çalışmalarının medya tarafından doğru ve aydınlatıcı bir dille sürekli işlendiği, sivil toplumun yerelde güçlü olmasına izin verildiği bir katılımcı ortam oluşturulduğunda, belediyelerden muhtarlıklara, müftülüklere dek saptanan tüm erken evlendirme vakaları konusunda bilinçlendirme girişimleri yürütülmesi ve çocuklarını bir “yük” olarak gören bu ailelere ve kızlara psikolojik ve gerekirse maddi destek sağlanması giderek önem kazanıyor.
Bu açıdan örneğin nüfusu az ve dağınık olan köy ve benzeri yerleşim yerlerinde öğrenci sayısına bakılmaksızın ilkokul, en az 5 çocuk bulunması hâlinde ise ana sınıfı açılabileceği konusunda geçtiğimiz günlerde yürürlüğe giren yönetmelik, kız çocuklarının okula gitmesini reel anlamda da teşvik ettiği taktirde değişim yaratabilir.
Şunu unutmamak gerekiyor: Çocuk yaştaki evlilikler ve ergen doğurganlıkları, hem bireysel, hem toplumsal hem de ulusal bir sorun. Kemal Tahir’in çocuk yaşta evliliği işlediği ve ardındaki ekonomik gerekçelere değindiği Devlet Ana romanında yazılanlardan beri aslında pek bir şey değişmiş değil.
Üstelik çocukların da insan haklarının bir güvencesi olan İstanbul Sözleşmesi’nden çekilinmesiyle birlikte birçok kazanımda geri düşüş yaşandı. Sözleşmenin 37.maddesinde, taraflara, çocuğu kasten evliliğe zorlamanın cezalandırılmasını sağlamaları için gerekli yasal ve diğer tedbirleri almaları yönünde sorumluluk yüklenmişti. Dolayısıyla, bu Sözleşme’yle bağlı olan bir devletin de kamu otoritesi üzerinden bu konuda gerekli yaptırım ve denetimleri artırması gerekiyordu.
Geçtiğimiz sene Birleşmiş Milletler Kadın Birimi’nin bir raporuna göre, Türkiye’de erkeklerin sadece dörtte biri kız çocuklarının 15 yaşına kadar çocuk sayıldığını düşünürken, yaklaşık beşte biri de erken yaşta ve zorla evliliğin bir cezası olmaması gerektiğini savunuyor.
Yani Türkiye’de bir kısım erkek – ki oranları hiç de azımsanacak düzeyde değil- çocuk bedeni üzerinde hak sahibi olarak görüyor kendisini... Çocuk evliliği ve çocuk doğurganlığının apaçık bir şiddet ve cinsel istismar olduğunu ise önemsemiyorlar.
Eğitim düzeyini güçlendirdiğiniz, bilime dayalı yönlendirmelerde bulunduğunuz, eğitimi bir külfet değil yoksulluk döngüsünü kıran temel bir araç olarak konumlandırdığınız ve bunun ardından kararlı ve kalıcı bir siyasi iradeyi oluşturduğunuz bir ortamda, çocuklar da, aileler de toplumsal normlara ve çocuk haklarına çok daha güçlü bir perspektiften bakacaktır.
Ludwig Wittgenstein’ın ‘Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır’ sözüne atfen aslında eğitimimizin sınırları dünyamızın sınırlarını belirler hale geldi.
Ancak o zaman, on beş yaşındaki bir çocuğa varlık nedeni olarak “yemek yapan işçi”, “erkeğin cinsel gereksinimlerini gideren araç” ve “çocuk doğuran varlık” gibi sıfatlar yüklendiğinde, toplum da, aile de, çocuk da buna karşı çıkacak.
Kadınların gerek koca, gerek ağabey, gerekse baba, amca, dayı veya dede suretine bürünen erkek boyunduruğundan kurtulması ise, toplumsal cinsiyet eşitliğini içine sindirmiş, kesintisiz bir eğitimle mümkün. Çocuk, okul-öncesi eğitimden 18 yaşına dek kesintisiz bir eğitim sistemi içerisinde, tabir-i caizse soluklanmaksızın sürekli okuyup öğrendiğinde birçok şeyin de kendiliğinden düzeldiğini göreceğiz.
Ancak o zaman, galaksimizin merkezindeki dev kara deliği tanıtan, Covid-19 aşısını bulan, 10 saniyede cilt kanserini teşhis eden sensörler geliştiren Türkiyeli bilim kadınlarıyla tanınırız, henüz on beş yaşında kucağına bebesini almış çocuklarımızın örselenmiş benlikleriyle değil...