Coğrafyanın ekonomi politiği: Janus’un iki yüzü
Batı ve doğu arasındaki eşitsizlikler ve ciddi refah farklılıkları, özü itibariyle iktisadı aşan bir karaktere sahiptir.
Ensar Yılmaz
Türkiye’nin bölgesel eşitsizlikleri, özellikle batı ve doğu bölgeleri arasındaki eşitsizlikler, son dönemlerde yeterince düşünsel ilginin odağında değildir. Yapılan akademik çalışmaların çoğu da, konunun ekonomi politiği yanından çok bölgesel yakınsama gibi büyüme literatürünün oldukça nötr, suya sabuna dokunmayan ve sonuca odaklı yanıyla ilgilenen metotlar kullanmaktadır. Ben de ülkenin geleceğini yakından ilgilendiren ve düşünsel ilgiyi hak ettiğini düşündüğüm bu konu hakkında bir yazı yazmak istedim.
Geldiğimiz noktada, ülke genelinde eşitsizliğin bu kadar yaygın, yoksulluğun bu kadar geniş bir kesimi kapsadığı ve bu kadar görünür olduğu bir dönemi hatırlamıyorum. Ülke ve dünya genelinde bu kadar eşitsizliğin hem zaman hem de mekân üzerinden artıyor olmasının, iktisatçıların diğer tüm meseleleri bırakıp bunu düşünmeleri ve çözüm üretmeleri gerektiğini bazen düşünüyorum. Çünkü bu eşitsizlikler sadece gelirle ilgili yetersiz tüketimle sınırlı kalmayan, maliyetleri sosyal hayatın her alanına yayılmaktadır (suç, depresyon, fırsat eşitsizlikleri, nesiller arası kalıcı eşitsizlikler, obezite, kendine saygının kaybı, beslenme ve barınma gibi geniş bir problem spektrumu). Dünya genelinde olduğu gibi ülkemizde de pandemi, adeta bir projektör gibi sistemin perdelediği kırılgan tüm sosyal grupları daha görünür hale getirmiştir. İç içe geçen sınıfsal, sosyal, etnik ve bölgesel eşitsizlikler genel refahı tehdit edecek düzeydedir.
Türkiye özelinde yeni yayınlanan ve pandemi öncesine ait 2019 yılı gelir ve yaşam koşulları anketi, ülkedeki eşitsizliklerin düzeyini yeniden görme ve konuşma imkân verdi. Türkiye’de hem gelir hem de servet eşitsizliği oldukça yüksek düzeydedir. Bu yazımda ülke genelinde eşitsizlik detaylarına çok girmeden, genel durumu gösteren birkaç istatistik vermek istiyorum. Örneğin, OECD Gini indeks ortalaması 0.30 iken, bu oran Türkiye için çok daha yüksektir, 0.40 civarındadır. Servet eşitsizliğinde ise durum her zaman daha kötüdür. Credit Suisse’nin servet raporlarına göre Türkiye servet eşitsizliğinde Rusya ve ABD gibi ülkelerden sonra en kötü durumda olan ülkelerden biridir. Türkiye’de en zengin yüzde 1, servetin yüzde 54’üne ve en zengin yüzde 10, toplam servetin yüzde 77’sine sahiptir. Bu rakamlar, örneğin, Japonya için yüzde 17 ve yüzde 48 iken, Almanya için sırayla yüzde 28 ve yüzde 60 civarındadır. Bu kabaca, Türkiye’deki 100 dairelik bir binanın 77 dairesi sadece 10 kişiye aitken, kalan 23 daireyi diğer 90 kişinin paylaştığı anlamına gelir.
Türkiye’nin genel eşitsizlik tablosu adalet duygusunu oldukça rahatsız edecek düzeydedir. Fakat ben burada diğer bir eşitsizlik alanına, yani bölgesel eşitsizliğe dair noktalara değinmek istiyorum. Bölgesel eşitsizlik diğer bir eşitsizlik durumu ve kaynağını gösterir. Ülke genelindeki bazı ortalama değerler, alt sınıfsal ve sosyal gruplarda veya bölgelerde ne olduğunu görmemizi engeller. Bir ülkenin geneline bakmak yerine ayrıştırarak, yani bütününün unsurlarına bakarak analiz yapmak, birbirinden ayrışan yapıları ve farklılaşan gelişim patikalarını görmeyi kolaylaştırır.
İktisat literatüründe genel olarak coğrafya ile büyüme ilişkisi veya eşitsiz bölgesel gelişim patikalarının nedenleri üzerinde duran yaklaşımlar mevcuttur. Örneğin, tarihsel olarak özellikle Afrika’nın iktisadi geriliğini sıtmanın yerleşimi engellediğine dayandıran; Latin Amerika’nın geniş coğrafyasının latifundialara (büyük çiftlikler) imkân veren ve köleci emek sömürüsünü kolaylaştıran doğal kaynaklarının varlığına bağlayan; Avrupa’nın merkezî-olmayan politik yapısını geçit vermeyen büyük nehirlere ve ormanların varlığına ve bunun da politik baskıyı sınırlandırarak özgür düşünce ve kurumsal gelişmeye imkân verdiği şeklinde açıklayan çok sayıda görüş vardır.
Günümüzde de birçok ülkenin sınırları içinde ciddi bölgesel eşitsizlikler vardır. Çin’in kıyı ve iç bölgeleri, Meksika’da yerli nüfusun yaşadığı güney bölgeleri ile kuzey bölgeleri, Polonya’nın doğu ve batı bölgeleri veya İtalya’nın kuzey ile güney bölgeleri arasında olduğu gibi, çok sayıda bölgesel eşitsizlik örneği sayabiliriz. Türkiye’de de batı ve doğu bölgeleri arasında ciddi anlamda gelir ve refah farkları mevcuttur. Güneş Aşık, Ulaş Karakoç ve Şevket Pamuk 2020 yılında yaptıkları bir çalışmada, Türkiye’deki bölgesel eşitsizliklerin İspanya, Fransa ve İtalya gibi benzer büyüklükte olan ülkelere göre çok daha fazla olduğunu ve özellikle doğu bölgesinin zamanla diğer bölgelerden daha da ayrışması ile bu farkın korunduğunu ifade etmektedir. Türkiye’deki doğu-batı bölgesel eşitsizliği sorunu sadece bugüne ait olmayan, geçmişi olan bir sorundur. Osmanlı döneminden bu yana doğu vilayetleri nispeten daha az gelişmiş düzeydedir. Fakat Cumhuriyet döneminde bu eşitsizliğin niteliği değişmiştir ve etnik-politik bir nitelik kazanmıştır. Özellikle 1980’lerden itibaren bölgede oluşan şiddet ortamı, aynı dönemde daha liberal bir ekonomi ortamına geçen ülkenin batı ve doğu ayrışmasına daha fazla katkıda bulunmuştur. Bu dönemden itibaren bölgesel iktisadi gelişimin dinamiğini devletten ziyade piyasa aktörleri yönlendirmiştir. Kamu yöneticileri ise doğu bölgelerini büyük oranda batıyı besleme (tarım ve hayvancılık) ve ona maden kaynakları temin etme gibi geleneksel merkez-çevre gelişme patikasına oturtan bir strateji izlemişlerdir.
Türkiye’yi temelde üç bölgeye ayırmak mümkündür. NUTS 1 denilen istatiksel bölge sınıflandırmasından hareketle, ülkenin 12 bölgesinin 3’ünü doğu bölgesi (Doğu, Orta ve Güneydoğu şeklinde), diğer 5 bölgeyi batı (Marmara ve Ege bölgeleri temelde), kalan ortadaki bölgeleri de orta bölge olarak tanımlayabiliriz. Buna göre nüfusun yaklaşık yüzde 50’si batıda yaşarken, yüzde 20’si doğuda, geri kalan yüzde 30’u da orta bölgede yaşamaktadır. Bu nüfus kompozisyonu aslında 1950’lerdekine benzer bir yapı gösterir. Doğudan batıya sürekli bir göç olsa da doğudaki yüksek doğum oranları bölgedeki oransal değişimi pek etkilememiştir.
2006 yılından itibaren yapılan hanehalkı gelir ve yaşam koşulları anketlerini kullanarak elde ettiğim sonuçlara göre, batıdaki hanehalklarının ülke toplam geliri içinde aldıkları pay 2006 yılında yüzde 50 iken, bu çok sınırlı bir düşme ile 2018’de yüzde 47 düzeyine inmiştir. Doğunun payı da aynı dönemde çok değişmeden yüzde 12’den yüzde 13’e yükselmiştir. Sanayi, hizmet ve tarımsal faaliyet üzerinden bakıldığında ise benzer bir ayrışma görülmektedir. Hizmet sektörünün payı her bölgede neredeyse aynı iken, ayrışma büyük oranda sanayi ve tarım üzerinden ortaya çıkmaktadır. Batıda sanayinin payı yüzde 36’lara çıkarken, tarımın payı sadece yüzde 4 civarındadır. Fakat sanayinin payı doğu bölgeleri için yüzde 23 civarındayken, tarımın payı yüzde 17 civarındadır. Her iki bölgede de hizmetlerin payı yüzde 60’lar düzeyindedir. Bu oranlarda 2006’dan 2018’e kadar ciddi bir değişme yoktur. Nispeten ılıman bir değişme doğuda tarımın payının yüzde 19’lardan yüzde 15’e inmesi şeklindedir. Sektörel istihdama baktığımızda ise, 2006’da doğuda toplam istihdamda tarımın payı yaklaşık yüzde 37 iken, bu oran yavaşça yüzde 30’a düşmüştür. Fakat batıda da tarım nüfusu hâlâ yüksek seyretmektedir, yaklaşık yüzde 10 civarındadır. Bu aslında tarımsal emek dönüşümünün ülkede çok yavaş ilerlediğini göstermesi açısından oldukça önemlidir.
Doğuda alt gelir grubunda olanların nüfustaki oranı batıya göre çok daha yüksek düzeydedir. Bölgede alt gelir grupların oranı 2006’da yüzde 40 iken, 2017’de yüzde 25’e kadar düşmüştür. Fakat 2018’de tekrar yüzde 35’lere çıkmıştır. Bu oran, batıdaki alt gelir gruplarının nüfustaki payından yaklaşık 5 katı daha fazladır. Yani doğudaki her üç kişiden biri alt gelir grubunda iken, batıda bu oran her 12 kişiden biri şeklindedir. Doğudaki üst gelir grubundakilerin bölge nüfusundaki payı batıya göre tam tersine çok düşüktür. Bu oran, doğuda yüzde 12 iken batıda yüzde 35 şeklindedir. Bunun anlamı zengin ve yoksul payları doğu ve batıda neredeyse tam tersi şeklindedir. Doğudaki yoksul oranı batının zengin oranına, batının zengin oranı doğunun fakir oranına yakındır. Daha basit birkaç istatistik verirsem, bölgesel eşitsizliğin ciddiyetini görmek daha da kolaylaşabilir. Doğuda birçok ilin kişi başı milli geliri Türkiye ortalamasının 5’te 1’i kadardır. Kişi başı geliri en düşük 10 ilin tamamı da doğudadır.
Yine yaptığım hesaplamalar sonucunda, doğulu bir çocuğun babasından daha zengin olması, ya da içinde bulunduğu gelir diliminden daha yüksek bir gelir dilimine yükselmesi, içinde bulundukları yapısal unsurlar dikkate alındığında bir batılıya göre çok daha düşüktür. Bu hem doğuda hem de göç ettiği batıda böyledir. Ana akım iktisat tam da bu eşitsizlik farkını geleneksel olarak insan sermayesine bağlar. Yani sonuçla ilgilenir, batılı birinin daha eğitimli olduğu için doğulu birine göre daha yüksek ücret alması aldığı yüksek ücreti açıklayabilir, ama gerçek neden bu mudur? Yakın nedene odaklanmak yapısal olanı (ya da uzak nedeni) anlamamak için çoğu zaman bir direnç kaynağıdır. Bu ana akım iktisadın birçok meselede takındığı tutumlardan biridir. Ünlü iktisatçı Douglas North neoklasik büyüme modellerinin aslında büyümeyi açıklamadığını, sadece büyümenin nasıl gerçeklediğini tarif ettiğini belirtir. Sermaye artışının üretim artışına, yani büyümeye neden olduğu açıktır, ama “neden bir bölge/ülkede bu olurken diğerinde olmaz?” sorusunu açıklanması gerekir. Bunu açıklamak için daha yapısal, kurumsal ve tarihsel öğelere bakmak gerekir, fiziksel ve insan sermayesinin gelişkinliği bu anlamda sadece sonuçtur. Hayatın her alanında başlangıç koşulları çok belirleyicidir, örneğin kadın olmak, az gelişmiş bir coğrafyada doğmak veya azınlık olmak gibi. Bu durumlar yapısal “fakirlik tuzakları” yaratır. Fakirlik tuzakları da özel çabalarla halledilecek türden problemler değildir. Bu yüzden “yapısal yoksulluk” sadece belli bir kesimin doğal lotariden paylarına düşenden faydalanarak kaçınabildikleri bir durumdur. Doğuda, yani iktisadi olarak daha az gelişmiş bir coğrafyada doğmak da bu türden bir şeydir. İşimiz doğuda piyano çalan çobanı bulmak kadar kolay değildir. Nasıl son dönemlerde ülke yoksulları varsılların mekânlarına doğru onların hizmetine ucuz emek olmak için akıyorsa, Türkiye’de de bölge yoksulları büyük şehirlere akan kent yoksullarına dönüşmektedir. Yoksulluk sadece kılık ve mekân değiştirmektedir.
Doğunun batı ile entegrasyonu insan ve fiziksel sermaye akımı olmak üzere iki kanal üzerinden şekillenir. İnsan sermayesi açısından batılı biri doğulu birine göre çok daha avantajlıdır (insan sermayesi kavramını problemli bulsam da ortak bir diyalog imkânı oluşturduğu için kullanıyorum). Örneğin, üniversiteli hane reisi oranı batıda yüzde 13 iken bu rakam doğuda sadece yüzde 3 düzeyindedir. Fakat bu durumu iyileştirecek bir iktisadi planlama veya süreç olmadığı gibi, mevcut durum doğulu birinin aleyhine gelişmeye devam etmektedir. Eğitim ciddi anlamda eşitsizlik giderici bir mekanizma olabilir. Fakat kazanılmış fiili durumlar daha önce Anadolu’nun farklı yerlerinden insanları bu kanal üzerinden gelir merdivenini çıkmalarını düne göre çok daha zorlaşmaktadır. Üniversite sınavına girmeyi kimse engellemediği için (negatif özgürlük) bunu öne çıkarmak yerine bu sınavı kazanmanın fiili imkânları (pozitif özgürlük) üzerinde durmak çok daha önemlidir. Bölgenin yetenekli gençleri sınırlı imkânlar dâhilinde iyi bir üniversiteyi kazandıklarında ki bu tür üniversitelerin büyük bir kısmı batı bölgelerinde yer aldığından, batıdaki büyük şehirlere giderler. Mezuniyet sonrası da batıda daha iyi iş imkânları olduğundan kendi bölgelerine dönme ihtimalleri çok düşüktür. Bu bölgenin veya Anadolu’nun çoğu diğer üniversiteleri ise mezun ettikleri öğrencileri büyük şehirlere üniversiteli işsiz ihraç merkezleri işlevi görmektedirler. Buradaki üniversiteler bu anlamıyla insan sermayesini artırmaktan ziyade bölgesel kalkınma projesinin bir “inşaat kol faaliyetine” indirgenmiş durumdadır.
Fiziksel sermaye farklılığı açısından da durum iç açıcı değildir. Doğuda yaygın işsizlik düzeyi, niteliksiz hizmet sektörü ve tarım dışında imalat sanayinin çok da anlamlı bir yer işgal etmediğini görüyoruz. Doğu bölgelerinde mevcut olan sermaye de batının sunduğu yüksek talep, yatırım imkânları ve insan sermayesinden dolayı batıya kaymaktadır. Sermayenin yönü, ana akım iktisadi yaklaşımının belirttiği gibi sermayenin az olduğu yere değil, daha fazla olduğu yere akmaktadır. Yani hem insan hem de fiziksel sermaye batıya akmaktadır. Büyük şehirlerin ve özellikle İstanbul’un bu kadar büyümesi, büyük oranda doğuda ve daha genel olarak Anadolu’daki şehirlerin aleyhine bir durum yaratmaktadır. İçinde ölçek ve ağ (network) etkileri içeren bir tür yığılma ekonomisi (agglomeration economics) ülkenin en önemli tehdit alanlarından birine dönüşmüş durumdadır, yani firmalar belirli coğrafyalara aşırı bir şekilde yığılmış durumdadır. Bu durumun bölgesel eşitsizliği ciddi anlamda etkilediğini görmek zor değildir. Merkezî-olmayan yani firma düzeyinde dikkate alınan unsurların --talep, ağ etkileri ve diğer maliyetlerden kaçınma-- ülke için nasıl bir rasyonel-dışılığa neden olduğu oldukça açıktır. Bir coğrafyada yığılmış firmalar hem insan sermayesini hem de yatırımları yine bu coğrafyaya sürekli çekerek diğer şehirlerin ve bölgelerin geleceği aleyhine plansız bir gelişmeye neden olurlar. Türkiye’de yığılma batıya doğrudur. Fakat bu durum batının net pozitif göç almasına neden olduğundan özellikle büyük şehirlerde yaşayan insanların artan göç, artan trafik, artan kirlilik ve artan kiralarla yaşam kalitesini düşürmektedir. Yani doğu yoksulluğu her iki coğrafya için istenilen sonuçlar üretmemektedir.
Ülkede son dönemlerde büyük projelerin (üçüncü Boğaziçi köprüsü, Kuzey Marmara Otoyolu, Marmaray tüneli, Çanakkale köprüsü gibi) tamamının batı bölgelerinde yapılıyor olması batıya yığılmayı daha da artırdığı gibi, ülkenin diğer bölgelerindeki olası projelerin fırsat maliyetini oluşturduğunu da unutmayalım. Yani batıda projeler yapıldığında doğuda daha az proje yapılmak durumunda kalınır. Örneğin, Kanal İstanbul’un yapılması durumunda yeni yerleşim alanları açılacağından diğer bölgelerin hem insan hem de fiziksel sermayesinin Karadeniz’in suyu ile birlikte kanala akması anlamına gelir. Bu da Anadolu’nun daha da kuraklaşması demektir. Bu yüzden, Kanal İstanbul için referandum yapılacaksa bu kesinlikle Türkiye’nin diğer bölgelerine de sorulmalıdır. Burada Türkiye’de kamu-özel işbirlikleri ile yapılan projelerin bölgesel eşitliklere olumsuz katkısını da ifade etmek gerekir. Bu tür işbirliklerinde yer alan özel şirketlerin doğuda veya Anadolu’nun herhangi bir yerinde kârlı olmadığı için hiçbir projeye dâhil olmadıklarını tahmin etmek zor değil. Devlet bu tür ortaklıklara daha fazla alan açmakla bütçeden yaptığı kamu yatırımlarını azaltma yolunu seçmiştir. Büyük proje garantilerini bütçeden finanse ederken diğer kamu yatırımlarına imkân kalmamaktadır. Bu da doğal olarak “yatırımın coğrafyası”nı doğunun ve benzer diğer bölgelerin aleyhine değiştirmektedir.
Farklı bir bağlamda olsa bile NYU’dan iktisatçı Paul Romer’in “kiralık şehirler” (charter cities) diye nitelendirdiği bir proje ile şehirlerin ülkelerin gelişiminde önemini ifade eder. Şehirlerin kalkınmada önemini ifade eden projelerden biri de 2019 seçimlerinde CHP tarafından dile getirilen ulusal akıllı şehirler projesiydi. Ulusal şehir stratejilerin sunulması bu yönüyle oldukça önemlidir. AKP’nin bu anlamda benim bildiğim kapsamlı bir stratejisi olmamıştır. Bu tür stratejilerin temel amacı doğuda veya Anadolu’nun diğer bölgelerinde belirli/seçili şehirlerin kapsamlı projeler ışığında sürdürebilir, adil büyüyen ve çevresindeki bölgelere de katkı sunan şehirlere dönüşmesini sağlamaktır. Doğuda özellikle, bölgenin hinterlandı olan Kafkasya ve Ortadoğu ülkeleri de düşünülerek çok daha üretken ve adil ilişkilerin ve yapıların kurulması zor değildir. Bu da bu şehirlerin nüfus ve ekonomik anlamda belirli bir ölçeğe gelmesi ile mümkündür.
Batı ve doğu arasındaki eşitsizliğin çözümü için piyasanın yatırımlar konusunda oynayacağı yol çok sınırlıdır. Burada devletin alması gereken bir rol olduğu açıktır. Doğunun hem insan sermayesi, hem de fiziksel imkânları ile politik atmosferi yatırım yapmayı özel sektör açısından oldukça zorlaştırmaktadır. Piyasa aktörlerinin de ulusal düzeyde kamu refahı gibi bir kaygısı olmadığı için ve yeteri düzeyde cesur olmadıklarından bölgesel ayrışma kalıcı hale gelmektedir. J. M. Keynes dönemin ABD başkanı Franklin D. Roosevelt’e yazdığı bir mektupta piyasaların ürkek ve sorumluluk almayan bir evcil hayvana benzediğini ifade ederken tam da bunu kastetmektedir.
Son olarak şunu belirtmek gerekirse, batı ve doğu arasındaki eşitsizlikler ve ciddi refah farklılıkları, özü itibariyle iktisadı aşan bir karaktere sahiptir. Bu da içinde etnik sorunları (Kürt sorunu) barındıran ve politik uzantıları olan daha kapsamlı bir problemdir. Kürt sorununun varlığı akademisyenler için mevcut bölgesel eşitsizliği bir bilgi probleminden çıkarıp, birçok problemde olduğu gibi, onları dile getirmeye dönük bir cesaret problemine dönüştürmektedir. Bu sorunu Kürt sorunu ışığında daha detaylı bir analize dâhil etmek gerekir. Umarım sahici bir diyalog kurulur ve kapsamlı analizlerle problemlerimizi çözeriz.
*Prof. Dr., Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü