YAZARLAR

Çok güzel, yeşil bir taş buldum

Kazancakis’in Zorba’sı, o muazzam romanın anlatıcısına edebiyat tarihinin en nadide telgraflarından birini çekmişti: “Çok güzel, yeşil bir taş buldum, hemen çık gel!” Hayattaki en güzel tesadüflerden biri o yeşil taşı bulmaktır. En büyük kararlardan biri de davete icabet etmek, çıkıp gelmektir. Ben de bu ağustosta çok güzel, yeşil bir taş buldum: Lucia Berlin.

Ağustos geldi mi daha çok okunur. Sıkı okur her zaman okur da, ağustos ayı, okumayana da okutur. Plajlarda, yaylalarda, dışarısı sıcaktan yapış yapışken, ev içlerinin serinliğinde okutur.

Bana göre, ağustosta okunanlar sizinle daha çok kalır.

Yaz sonudur; telaşsızlığın son günleriyle yeni gelenin kıpırtısı birbirine kaynamaya başlamıştır. Ruhunuz ne miskin ne fazla ataktır. Yerinde ve yeterli dikkatin o mükemmel kıvamı, o ruhta kendine yeni bir hayat bulmuştur.

Ağustosta okuduklarınız sizin olur.

*

Tanpınar’ın Huzur’unu Ağustos günlerinde okumuştum. Fowles’un Büyücü’sünü… Kazancakis’in Zorba’sını. Nerede okuduğumu bildiğimden ne zaman okuduğumu da hatırlıyorum. Ama bu bilgi olmasaydı da hatırlardım. Çünkü ağustos…

Kavafis’in bir bulanık anıyı diri tutmaya çalışan dizelerindeki gibi: “Ağustostaydık, ağustosta bir akşam / Gözlerini hatırlıyorum biraz sanırım maviydiler / Ah evet maviydiler, mavi gök yakuttan.”

Çünkü ağustos hatırlatır.

*

Bu ağustosta okuduğum bir başka kitap da benimle kalacak; hissediyorum. Lucia Berlin’in ‘Temizlikçi Kadınlar İçin El Kitabı.”

Aylar önce bir kitapçıda raflar arasında dolanırken orijinal İngilizce baskısına (‘A Manual for Cleaning Woman’) rastladım. Yazarı tanımasam da kitabın ismi ilgimi çekti. Sayfalarını karıştırdım. Arka kapakta okuduğum satırlar şaşırtıcıydı:

“Lucia Berlin, son elli yıldır, Amerika’nın en gizli hazinelerinden biriydi. Az sayıda kimsenin tanıyıp takdir ettiği bir yazardı. İlk defa 2015’te, ölümünün üzerinden 10 yıl geçtiğinde basılan ve olağanüstü öykülerini içeren elinizdeki bu toplama, onun yirminci yüzyıl Amerikan öykücülüğünün en önemli yazarları arasında sayılmasını sağladı. Eserleri Alice Munro, Raymond Carver ve Anton Çehov gibi isimlerle kıyaslandı.”

Lucia Berlin

Böyle bir kıyas, bunca övgü… Kitap New York Times’ın çoksatar listesine girmiş. İyi de Lucia Berlin neden bugüne dek gizli hazine olarak kalmış? Bu kadar iyi bir yazarın öyküleri kitlelerle buluşmak için neden bunca yıldır beklemiş?

Bu soruya birazdan yine geliriz.

Arka kapakta bir başka Amerikalı öykücü Lydia Davis’in Lucia Berlin hakkında bir yorumuna da yer verilmişti: “En iyi yazarların er geç su yüzüne, zirveye çıkacağına ve olması gerektiği gibi tanınacaklarına her zaman inanmışımdır. Bu toplamayla birlikte, Lucia Berlin de hak ettiği ilgiyi görecektir.”

Eminim Türkiye’de de Berlin’i uzun süredir tanıyan seven okurlar vardır; ben onlardan değilim. Kendi payıma, tesadüfen bulduğum bu ‘gizli hazine’ ilgimi çekti, kitabı aldım.

Temizlikçi Kadınlar İçin El Kitabı, Lucia Berlin, Siren Yayınları, 432 syf., 2021

Daha sonra kitabın 2021’de Türkçe’de basıldığını (Temizlikçi Kadınlar İçin El Kitabı, Siren Yayınları, Çev: Aylin Ülçer) öğrendim. Yine yenilerde öğrendiğime göre, Pedro Almodovar bu öykülerden bir film çekiyormuş. Yani Lucia Berlin günlerindeyiz.

Güzel günler bunlar.

Benim için durum tam da bu. Çünkü aldıktan sonra kenara kaldırdığım kitabı okumaya ancak bu hafta başında sıra geldi. İyi ki şimdi geldi. Ağustosta. Mükemmel kıvamın günlerinde.

*

Berlin’i okudukça Amerikan taşrasında madencilerin, öğretmenlerin, sekreterlerin, sağlık görevlilerinin, santral operatörlerinin ve kitabın adındaki gibi temizlikçi kadınların dünyasına girdim; çamaşırhanelerde, dini okullarda, adsız alkoliklerin arasında ve bakımevlerinde dolaştım.

Bu öylesine bir gezinti değil. Amerika’da gürül gürül akan ve entelektüel gidişatı belirleyen yazın ırmağına hiç dahil olmayan Berlin bu işleri bizzat yapmıştı, bu dünyalarda önce kendisi dolaşmıştı. Temizlikçi kadınlara verdiği tavsiyeleri kendi tecrübelerinden devşirmişti örneğin.

Lucia Berlin

Satırları, kendi ritmini bulmuş, kendi dünyasını kurmuş, kendi ahvalince akıp giden satırlardı. Her bir kar kristali gibi tek ve biricik olan ama birçoğumuz gibi o tekliğin farkında olmayan insanları, o tekliğin kıymetini bilerek ve her bir kar kristalini gözeterek anlatıyordu Berlin. Her şeyden önce ustalıkla anlatıyordu.

Onu okudukça ancak iyi bir öykü okununca duyulan, o hiçbir şeye benzemeyen (ya da belki biraz deniz diplerinde ya da bulutların üzerinde olmaya benzeyen) o hazzı duydum. Ve nihayet Berlin’in bugüne dek okuduğum en yetkin yazarlardan biri olduğunu anladım.

Gelelim birkaç paragraf önce beklemeye aldığım soruya…

Bu muazzam yazar neden bu kadar geç keşfedildi?

Hepsi de kitaplar boyu tartışılacak birkaç cevabı olabilir bunun.

Dönemin edebi usullerini gözetmediği için, acıtacak kadar dürüst yazdığı için, dalgalı hayatını kararlı bir yazın insanı olacak şekilde toparlamadığı için, gerekli insanları tanımadığı ve tanımak için çaba sarf etmediği için, hepsinden öte, kadın olduğu için…

Lucia Berlin

Ama bir cevap daha var: Bağırmadığı için.

Bağırmadan çağırmadan, insanlara bakıp insanları yazarak, işini gücünü yaparak, kenarda kalarak yaşayıp gittiği için.

Bu varoluş bugün ışık yılları öncesine aitmiş gibi geliyor. Sessiz sakin, kendi halinde, kendi başına var olmak. Bağırmadan, “ben buradayım bana bakın” demeden var olmak…

Adasında didinip duran bir Robinson Crusoe olmak.

*

Berlin’in kendi satırlarındaki gibi: Elektrikli süpürgenin gürültüsünde kafasını dinleyen bir temizlikçi kadın, çamaşırhanedeki televizyon ekranı, bir madenci kulübesinin duvarlarını kaplayan gazete sayfaları, kimsesiz bir pazar sabahı… İnsanlar, haller, kar kristalleri. Bunları anlatan birinin, kendini merkeze koymadan yaşaması. Dedim ya, bu artık görmediğimiz, görsek de anlayamadığımız bir hal. İyi veya kötü, doğru veya yanlış, eksik veya tamam, başka bir hal…

Kar kristalleri, sararan otlar, uzaktaki yıldızlar.

Dünya bu güzel yıldızlarla dolu. Dünyanın esası bu. Görürüz ama o tekliği, o biricikliği anlamayız. 

Görürüz ama bağırmadıkları, kendi hallerinde var olup gittikleri için bakışımızda ısrar etmeyiz. Onlar da bize kendini göstermek için ısrar etmez.

Biricik kar kristali. Bir güzel ağaç, binlerce yıldır bir sahilde bekleyen nefes kesici bir taş… Hepimiz gibi.

Kazancakis’in Zorba’sı, romanın anlatıcısına bir telgraf çekmişti:

“Çok güzel yeşil bir taş buldum, hemen çık gel.”

Hayattaki en güzel tesadüflerden biri o yeşil taşı bulmaktır. En büyük kararlardan biri de davete icabet edip, çıkıp gelmektir.

Ben bu ağustosta çok güzel bir yeşil taş buldum.

Dünya bu güzel yeşil taşlarla dolu.

Hâlâ.

*

PS: Lucia Berlin’i anan ve anlatan bir yazı. Öğrencisinin gözünden.


Yenal Bilgici Kimdir?

Yenal Bilgici, gazeteci. 1979 İskenderun doğumlu. Siyaset bilimi eğitimi aldı. 2000 yılında gazeteciliğe başladı. Nokta, Aktüel, Newsweek, GQ Türkiye, Habertürk ve Hürriyet’te çalıştı; yazılı ve görsel birçok başka mecrada yazdı çizdi anlattı. Siyaset, kültür, tarih üzerine röportajlar yaptı, yapmaya devam ediyor. 2022 Ocak’ında Türkiye’de son dönemde yaşananları hakikat-sonrası çerçevesinde ele aldığı “Memlekette Tuhaf Zamanlar - Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız” isimli eseri Doğan Kitap’tan yayımlandı. 2019’da tarihçi İlber Ortaylı ile “Bir Ömür Nasıl Yaşanır” isimli, büyük ilgi gören bir nehir röportaj kitabı yayımladı, bu kitabı 2022 Şubat’ında yine Ortaylı ile söyleştiği “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar” takip etti. Özellikle Avrupa gündemini takip etmeyi, toplum ve teknolojinin kesişiminden türeyen yeni dünya üzerine düşünmeyi, edebiyatı ve bir de bloglarında 'Eski Usul' ve 'Tuhaf Zamanlar’ yazmayı seviyor.