Çök-Kapan-Tutun: Enkazdan devlet çıkarmak
Devletin yalnızca sınıfsal-ulusal, ataerkil dengesizlikleri örtmeye dönük ve kendi içinde oligarşik bir bürokrasiden başka bir şey olmadığı, bu oligarşinin de elinde tuttuğu kurumları pek çok biçimde yağmaladığı ortaya çıktıktan sonra, yani kral çırılçıplak görüldükten sonra, devlet üzerine çekmeye çalıştığı bir bayrakla ya da altına girmeye çalıştığı bir kutsal kitapla kendisini kapatıyor ve sonra tutunma dönemi başlıyor.
Birkaç ay önce tatbikatını bile yüzüne-gözüne bulaştıran iktidarın yapmaya çalıştığı Çök-Kapan-Tutun uygulaması, aslında Japonya gibi, binaların yıkılmadığı ama zelzelede eşyaların devrilmesi sonucu insanların yaralandığı ya da öldüğü memleketler için. Ama, sosyal medyada çokça söylendiği üzere, daha deprem zamanı Ankara’ya 3-5 saat mesafedeki illere erişemeyen ama aya gitmeye çalışan bir devlet/partimiz var ve dolayısıyla sağlam görünümlü ama çürük binalar yapılmasını sağlayan bu tertibatın, deprem konusunda "Japonyaymış" gibi davranmasında bir hadsizlik filan yok, tam da kendilerine yakışanı yapıyorlar.
Öte yandan dikkatle bakınca, bu çök-kapan-tutun parolasını, kapan, tutun, çök şeklinde, devletin 99’da yaşanan deneyimler sonrası keşfettiğini ve o zamandan beri uygulayageldiğini, bu sayede, enkazdan vatandaşın değil ama devletin çıkarılmaya çalışıldığını söyleyebiliriz.
-I- KAPAN
Rus ordusunun, Suriye’de 40 civarında Türk askerini bombalayarak öldürmesi, büyükşehirlerin önemli bir kısmının kaybedilmesi, pandemi ile yaşanan olumsuzluklar, döviz depremi gibi felaketlerde, yani devletin vatandaş için değil, vatandaşın devlet için olduğu gerçeği ortaya çıktığında, devlete hükümet edenler, üçüncü sınıf bürokratları ekran karşısına paratoner olarak dikip, kendilerini kapattılar. Benzer bir suskunluk ve kapanma, Sinan Ateş cinayeti ve hemen arkasından 10 ili kapsayan deprem felaketinde de yaşandı.
Devlete hükümet edenler, büyük felaketlerde kendilerini inzivaya çekerek, devleti de kapatıyorlar, böylelikle imajlarını eskitmemiş olmayı umuyorlar.
Aslında bu devleti kapatma tutumu, AKP’nin 99' depremlerinden çıkarttığı en önemli derslerden birisi. Zira, 99’da, Sakarya, Gölcük ve sonrasında Düzce’de yaşanan depremlerde, devleti yöneten iktidar, birlik beraberlik mesajlarını deprem bölgelerinden vermeye çalıştı ama, protesto dalgaları kendilerine duyulan nefreti daha da büyüttü. AKP iktidarı ise bunun yerine, Pamukova Hızlandırılmış Tren Kazası'nda olduğu gibi, ilk karşılaştığı felaketlerden itibaren, devleti kapatmayı, muhatap olmamayı, istifa etmemeyi, dava arkadaşlarını yedirmemeyi bir devlet geleneği haline getirdi. Ki, zaten AKP iktidarının bu kadar uzun sürmesinin en önemli sebeplerinden birisi de, AKP elitinin her felaket karşısında, Truva falankslarının kalkanların altına kapanması gibi, dokunulmazlık ve cezasızlık zırhlarının arkasına kapanmaları.
-II-TUTUN
Yani, devletin yalnızca sınıfsal-ulusal, ataerkil dengesizlikleri örtmeye dönük ve kendi içinde oligarşik bir bürokrasiden başka bir şey olmadığı, bu oligarşinin de elinde tuttuğu kurumları pek çok biçimde yağmaladığı ortaya çıktıktan sonra, yani kral çırıl çıplak görüldükten sonra, devlet üzerine çekmeye çalıştığı bir bayrakla ya da altına girmeye çalıştığı bir kutsal kitapla kendisini kapatıyor ve sonra tutunma dönemi başlıyor.
Tutunma döneminde en önemli şeylerden birisi, Türkiye’nin resmi ideolojisindeki kimi önemli fay hatlarının askıya alınması ve toplumun ihtiyaç duyduğu dostluk, kardeşlik, birlik beraberlik arzusunun ortaya çıkabileceğine ilişkin bir illüzyon yaratılması. Yakın zamana kadar, yakınındaki ve uzağındaki bütün belli başlı ülkelere parmak sallayan iktidar, şimdi Ermenistan ve Yunanistan başta olmak üzere, pek çok ‘tarihsel düşman’ ile husumetlerini askıya almış görünüyor. Finike Ülkü ocaklarından delikanlının TKP’li gönüllü kadından Hatay’da çorba alması bunun iç politikadaki simetrik yansıması olarak düşünülebilir. Yani doğal afetin, her şeyi iyileştirecek bin nasihatten kıymetli bir musibet çıkma ihtimalinin, beklentilerinin köpürtülmesi.
Benzer bir durum, 99' depreminde de ortaya çıkmış, Yunanistan’dan önemli miktarda yardım gelmiş, o zaman ilişkilerin (en azından görünürde) daha gergin olduğu İsrail, Gölcük merkezli imar çalışmalarına katkı sunmaya çalışmıştı. 'Yananistan' ve 'Ermeni dölü’nden, 'komşu Yunanistan ve iyi Ermeniler' protokolüne geçiliyor olmasının sebebi en temelde, 99’un deneyimleri ile baktığımızda, bu tarihsel düşmanlıkların tarihe karıştırılması ile ilgili olmak yerine, hükümetlerin karşılıklı PR’laşması ve diplomatik manevralarına ilişkin olacaktır.
Hükümetler için kimi ticari-diplomatik manevralar için alan açan, halka umut vadeden bu "kazan kazan" manevrasından sonra, bir diğer önemli mesele de, belirli bir kesimin günah keçisi haline getirilmesi. Bu mekanizmayı bir önceki yazımda ayrıntılı olarak anlattım. Fakat burada şunu söylemek istiyorum, 99 depreminde şeytanlaştırılanlar, günah keçisi olarak gösterilenler bugünün muktedirleriydiler. 28 Şubat sonrası süreçte "7.4 yetmedi mi" pankartında somutlanan bu şeytanlaştırma, Türkiye’nin başına ne geldiyse hepsinin müsebbibi olan ‘yobazlığın’ timsali olarak, post-28 Şubat sürecinde en fazla dolaşıma giren söylem setlerinden birisi oldu.
Bununla birlikte, bu söylem setinin karşılıklı muhataplarının aldıkları pozisyonlar, depremin doğal-bilimsel bağlamlarından kopartılıp magazinleştirilmesine hizmet etti ki, dönemin devletine hükümet edenlerin, tutunma sürecinde, bu magazinleştirme tıpkı şimdi olduğu gibi, en önemli mekanizmalarından birisi olmuştu. Zaten 28 Şubat dediğimiz hikâyenin tamamının en temelde, bir-kaç ‘tarikat şeyhi’nin uçkurundan tevessül etmiş olduğunu hatırlarsak, bu tip çıkışların, dönemin tele-vole haberciliği için ne kadar verimli bir kaynak olduğunu hayal etmek kolaylaşır.
Öte yandan, dediğimiz gibi burada magazinleştirme iki taraflı gerçekleştirilmiş olan bir şeydi, bir yanda 28 şubat güçleri ‘yobazlık ile mücadele’yi deprem üzerinden magazinleştirirken, diğer yandan da, Salih Mirzabeyoğlu gibi dönemin önemli figürleri, küffar Türk ordusunun donanmasını helak eden depremi bildiklerini dahası bunu tetiklediklerini ima ediyorlardı. Ortadaki büyük doğal ve toplumsal meseleyi magazinleştiren teolojik faz hala ayakta ama 99’dan günümüze önemli bir söylem kırılması farkıyla. 99’da İslamcı hareketleri çevreleyen söyleme göre, deprem Allahın laikçi orduyu helak etmesinden başka bir şey değildi, şimdi ise teolojik söylem ‘allahu ekber’ tartışması etrafında şekilleniyor ve helak söyleminin yerini, Müslüman iktidardan tevessül eden mucizeler almış görünüyor.
Şimdi geleneksel medyanın çökmüş olmasından ve hükümetin elinde şovenizm ve göçmen düşmanlığı gibi iki tane harika joker (Özdağ’ı da sayarsak 3, Perinçek’i de sayarsak 4…) olmasından kaynaklı, tele-vole tarzı sulandırılmış habere pek gerek kalmıyor ama 99 depreminde devletin neredeyse bütün çatlakları, bir-iki kişiye ilişkin haberler ve magazin ile kapatıldı.
Bunlardan ilki Prof. Ahmet Mete Işıkara. Sakin tutumu ve bilimsel üslubuyla, ekran ekran gezdirildi ve en sonunda Sabah gazetesinden Ufuk Güldemir’in lütfuyla Türkiye’de yılın en seksi erkeği seçildi. Böylelikle ‘Deprem Dede’ olarak bilinen Işıkara’nın en seksi erkek olup olamayacağı bir hayli süre tartışıldı, hatta bu tartışmalara kendisi de iştirak etmekten imtina etmedi.
Tüm bu sürecin sulandırılmasında dolayısıyla, felakete uğramış memleket sathının hükümet için tutunulabilir hale gelmesinde en fazla kullanılan bir diğer kişi de Erkan bebek oldu. Bill Clinton, Erkan isimli bebeğin geldiği çadırkente ziyarette bulunmuş, Erkan bebeği kucağına almış, bebek de Bill Clinton’un burnunu sıkmıştı. Sonrasında aylarca, Clinton’un sakal-ı şerifine temas etmiş bu mübarek bebeğin ne yediği, ne içtiği, günde kaç gram kaka yaptığı bir memleket meselesi haline geldi. Dahası, 99 depremlerinin yıldönümlerinde, Erkan bebeğin, şimdi ne yaptığı konulu haberler sonsuza gitti.
-III-ÇÖK
Elbette dönemin muktedirleri yalnızca, magazin yapmadılar, son derece ciddi planlar hazırladıklarını söylediler. Sağlam binalar, toplanma merkezleri, acil durum protokolleri, kurtarma ve ilk yardım hizmetlerinin geliştirilmesi, göçüklerde yaşam üniteleri haline gelecek bina bölümlerinin oluşturulması. Bütün kent planlarının deprem kuşaklarına göre, bütün binaların zemin etüdü ve deprem yönetmeliklerine uygun olarak imar edilmesi… Sonrasında yaşanacak afetleri ve afetlerden kaçınma protokollerini düzenlemek için yeni vergiler oluşturulması.
99’dan bu yana, devlet yalnızca afetlere karşı yeni vergiler oluşturma vaadinin arkasında durdu. DASK, değişik sigorta biçimleri ve özel iletişim vergisi tam da bu yüzden yürürlüğe sokuldu. Bununla birlikte, Türkiye’nin pek çok bölgesinde, değişik zamanlarda yaşanan depremler, seller, maden kazalarında tam da bu kazaları fonlamak üzere hazırlanmış olan vergi kalemleri hiçbir zaman devreye sokulmadı ya da göstermelik olacak kadar kullanıldı. Bu fonlarla gerçekte ne yapıldığı sorulduğunda dönemin Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, ‘duble yollar’ yanıtını verdi.
Bu felaket fonlarını asli amaçları doğrultusunda kullanmak yerine pek çok değişik biçimde talan eden hükümet (örneğin son olayda da açığa çıktığı üzere, 23 yılda yaklaşık 100 milyar toplamasına rağmen, 5 günde 3-5 tane çadır bile kuramayan bir talan sisteminden bahsediyoruz) her vesileyle, felakete uğramış vatandaşlara yardım için, İBAN ya da SMS kodu gönderdi.