Çölün tozundan ruhun tözüne: Mark Lanegan (1964-2022)
Lanegan’ın sesinde Amerikan çöllerinin tozunu, sigara dumanını, ılık viskinin rayihasını, üç günlük sert ve kirli sakalı duyarsınız. Ama her şeyden önce ve öte, varoluşsal bir kavganın tözünü algılarsınız.
“A greatness, Mark, a greatness — a true singer, a superb writer and beautiful soul, loved by all.” – Nick Cave
Savaş çıktı. İki gün öncesinde Mark Lanegan öldü. Bugün hayatta olan hiç kimsenin bir daha göremeyeceği şekilde aynı rakamın 6 defa bulunduğu, 22.02.2022 gibi ilginç bir tarihte. Lanegan’ın ölümü, onu bilenlerin, tanıyanların çoğu için bu tarih kadar şaşırtıcıydı muhtemelen. Geçen sene Covid-19 kaynaklı ciddi ve uzun süreli sağlık problemleri yaşadığı biliniyordu ama pat diye ölüm haberini pek kimse beklemiyordu. Ölmesi insana mümkün gelmeyen, Türkçeye sanırım en yakın şekliyle ‘hayattan büyük’ şeklinde çevrilebilecek ‘larger than life’ şahsiyetlerdendi. Olmadı. Onsuz bir dünya, daha iyi bir yer olmayacaktı çünkü. Sonra savaş çıktı.
Bir garip haftanın içindeydik. Bugün günlerden, sanki gariplikler bitmiş, hafta kapanmış hissi veren pazar olsa da, art arda garip garip haftalar içindeyiz. “Dünya bir yana, kendisi bir yana” ülkemizin sıkıcı, yorucu, boğucu, vasat/altı gündemi bir gün dahi bırakmıyor yakamızı. Baksan, görsen, duysan, anlasan bir türlü; gözü, kulağı, ağzı, eli kapasan başka türlü. Olağan şüpheliler, türlü kompleksle harmanlı boş böbürlenmeleri ve kof dayılanmalarıyla milleti oyalarken günler günleri, haftalar haftaları kovalıyor. Ülkeyi çuvala tıkıp bacadan kaçmaya çalışanlar iş üzerindeyken dikkati başka yerlere çekme güdümlü pandomimleri bitmek bilmiyor. Anlık aymalarla, kontrol vanalarını tutanlarca istenenin tam da bu olduğunu anlayıp muhtelif kaçışların kollarına bıraksa da kendini insan, er ya da geç bu girdabın içine çekiliyor tekrar.
Bu kaçışların en popüler yollarından müzik, sinema, edebiyat ve bilumum güzel sanat haritalar sunar, insandan insana. Müzik ise tabiatı itibariyle bunlardan en içgüdüsel ve yaygın olanı herhalde. Çoğunlukla lisanın bariyer olmadığı, sözün besteye karıştığı, hangi dilde olursa olsun, şarkının ruhu nereye seyahat etmek gerekiyorsa oraya alıp götürebildiği bir mucize. Bu mucizenin bu çağdaki en özgün paydaşlarından biriydi Mark Lanegan bana göre. Ne tuhaf; 14 Temmuz 1993 tarihinde, yurt dışında gittiğim ilk konserde onu o dönemki grubu Screaming Trees ile sahnede canlı izlerken, o konserden birkaç ay önce eroin kullanımından kaynaklı olarak kolunun kesilme noktasına geldiğini, öldüğü gün öğrenecekmişim. Lanegan’ı o konserden 22 yıl sonra ilk ve son defa İstanbul’da 2015 senesindeki Salon IKSV konserinde dinlemiştim. “Dark Mark” lakaplı Lanegan’ın konseri için şehirdeki en uygun mekân olduğunu düşündüğüm, kendiliğinden karanlık ve kasvetli ama karakterli bulduğum Salon’daki o 1,5 saatlik bol dumanlı konserden dingin ama buğulu bir hüzünle çıkıp uzun uzun yürüdüğümü hatırlıyorum.,
Henüz geçen hafta bana müziğin ta kendisini anlatan Scott Walker efsanesinden bahsettikten bir hafta sonra, hakkında çok benzer şeyler düşündüğüm ve hissettiğim Mark Lanegan üzerine yazmak, ölümü nedeniyle çok üzücü ve bir yazıda bu nadide müzik adamının hakkını vermek imkansız olsa da, çok özel. Dinledikçe büyüyen, büyüdükçe saran olağanüstü bir bariton sesin sahibi, müzisyenlerin müzisyenleri, hayatın içinden geçerken hayat da kendisinin içinden geçmiş, çok düşmüş, hep kalkabilmiş, çok özgün, çok mühim, çok derin bir hikâye Mark Lanegan. Hikâye, çünkü hayatı da, kitapları da, şarkıları da, müziği de çok katmanlı birer anlatı. Hepsi birlikte, bütünlüklü, iç içe ama farklı, sıra dışı öğretiler barındırıyor. İster içerden bakın, yani müziğiyle ve şarkılarıyla yıllar geçirin, ister dışarıdan, şöyle üstünkörü bir göz atın, baktığınız yerde görmeye, dinlemeye, anlamaya değer birisi ve bir şeyler olduğunu hissettirecek bir karakter. Düşünün; buna muktedir ve değer ne kadar az müzisyen, ne kadar az sanatçı vardır. Yazının başında alıntıladığım, kişisel blogunda Lanegan hakkında sorulan soruya verdiği harika cevabının son cümlesinde ne güzel anlatmış Nick Cave, bir başka kendine has büyük sanatçı bakışıyla: “Bir yüceliktir Mark – herkesçe sevilen hakiki bir şarkıcı, üstün bir yazar, harikulade bir ruh.”
Lanegan’ın sesinde Amerikan çöllerinin tozunu, sigara dumanını, ılık viskinin rayihasını, üç günlük sert ve kirli sakalı duyarsınız. Ama her şeyden önce ve öte, varoluşsal bir kavganın tözünü algılarsınız. Şarkılarında, sözlerinde çirkin pazar günlerinden, karanlıklardan, mucizelerden, tek yön caddelerden, gece ve gündüzden, alkol ve uyuşturucudan, hastane ve otellerden, cenaze ve mezarcılardan, sınırın ardındaki Meksika’dan, arı kovanından, kışın ilk gününden, mevsimlerden, gönderilmemiş mektuptan, kağıttan şapkadan, Kabil’e gece uçuşundan, ölen kayıkçıdan, gök ve denizlerden, maymuncuktan, ağaçtaki elmalardan, kilise çanları ve hayaletlerden, kaybedilip bulunan cennetten, aşk oyunundan, karnaval ve sirklerden bahseden Mark Lanegan, 2020 tarihli son albümünün (Straight Songs of Sorrow) ismiyle de kanımca tüm külliyatının karakterini tanımlamıştır: Üzüntünün Düz Şarkıları. Lanegan’ın müziğini ve şarkılarını bu kadar biricik kılan en önemli unsursa, bir kelime İngilizce bilmeseniz dahi onları dinlediğinizde tüm bunlardan bahsettiğini anlatabilme ve hepsini film şeridi gibi göz önüne serebilme kabiliyetinin sihridir.
Hayat hikâyesinden bahsederken, “henüz 12 yaşında kasabanın tescilli sarhoşu” olduğunu anlatan Mark Lanegan’ın, 10 bin nüfuslu o küçücük kasabanın çok yakınında bulunan, Grunge müziğinin doğum yeri Seattle çevresinden, yıllar içerisinde tanıdığı ve çok yakın çalıştığı arkadaşları arasında buralardan erken göçerek bizi sanatının devamından yoksun bırakan efsanevi isimler var: Kurt Cobain (Nirvana), Layne Staley (Alice In Chains), Chris Cornell (Soundgarden), Natasha Shneider (Eleven) bunlardan bazıları. Ve başka bir alanda da olsa, yaptıkları, yazdıkları ve söyledikleriyle çağın unutulmazları arasındaki şef, yazar ve belgeselci Anthony Bourdain. Bu ruhların insanın ortak duygularına ekledikleri, küresel kültüre katkıları, nesillere bıraktıkları mirasları öylesine değerli ki! Gizlice verilmiş bir söz varmışçasına benzer biçim ve nedenlerle aramızdan ayrılmış olmaları çok hazin olsa da yalnızca bir tesadüf değil şüphesiz. Bu kadar fazlasını içeri alıp bu kadar nitelikli geri sunabilme yeteneğinin farklı ama vadesi hep kısa vadeli faturaları sanki.
Mark Lanegan sevgisini iyi bildiğim ve ölümünden ilk defa onun attığı bir tweet ile haberdar olduğum müzik yazarı Barış Akpolat, olay üzerine sohbetimizde özetle şunları söyledi: “Lanegan’ın bir şarkıcı olarak bendeki karşılığı modern ‘crooner’ (kelime anlamı ‘mırıldanmak’ olan, Bing Crosby, Frank Sinatra, Dean Martin gibi isimlerin şarkı söyleyiş tarzlarıyla özdeşleştirilen bir biçim). Ama bir sanatçı ve müzisyen olarak janrlar üstü, nesillere ilham verecek nitelikte, çok derin ve önemli bir isim. Kendisini ilk defa Screaming Trees’in hit şarkısı Nearly Lost You ile duydum ancak sonrasında solo kariyerini ve farklı janrın temsilcisi birçok müzisyenle iş birliklerini yıllarca hayranlıkla takip ettim. Bunlardan, The Gutter Twins adıyla Greg Dulli (The Afghan Whigs) ile yaptıkları çalışmalar ile Isobel Campbell (Belle and Sebastian) ve Duke Garwood ile kaydettiği albümler öne çıkanlar. Şarkıların sözlerini daha dikkatli dinlemeye, sözlere önem vermeye başlamamda şairane bulduğum tarzının büyük payı vardır. Nitekim bir röportajımızda bunu ona söyleyip şiir üzerine konuşurken kendisinin Nazım Hikmet’in şiirlerini çok beğendiğini öğrenmiştim. Daha ondan dinlememiz gereken çok fazla hikâye vardı, çok erken kaybettik.”
Kendi müzikal formasyonumun en derinlerine kazınmış Grunge akımının öncü gruplarından, solisti olduğu Screaming Trees ile yarattıklarını hesaba dahil etmeden dahi 30 seneye 12 solo albüm, 150’nin üzerinde şarkı, 5 kitap, onlarca turne, yüzlerce konser, sayısız ortak çalışma ve üretim sığdırmak, hele alkol ve uyuşturucu bağımlılığının pençesinde geçen böylesine zorlu ve mücadeleli bir hayatın gölgesinde bunu başarmak her sanatçının harcı değil. Sadece bu nedenle, niteliğinin belli bir seviyenin altına hiç düşmediği üretkenliğiyle dahi apayrı bir müzisyen Lanegan. Uzun bir kariyere ve derin eser havuzuna sahip pek çok müzisyenin dinleyiciye ‘her telden, her dilden’ bir yaklaşımla tüm marifetlerini azar azar ama dengeli şekilde sergilediği bir külliyattansa, en kuvvetli birkaç yönünü yansıttığı, sanatsal ifadesinde en güçlü taraflarını öne çıkardığı fakat bunu sık ve bolca yaptığı kayıtlı eserleri daha samimi ve anlamlı buluyorum. Üzerinde ve etrafında dolaşıp durduğu duyguları ucundan azcık koklatmak yerine utanmadan, sıkılmadan duyura duyura, sakınmadan, çekinmeden doyura doyura vererek dinleyiciyi tatmin eden Lanegan, bu üretim biçimiyle ve sunum tercihiyle de çok değerli ve takdire şayan.
2004 tarihli altıncı solo albümü Bubblegum’ın dördüncü şarkısı Methamphetamine Blues’un muhtemelen kinayeli sözlerinde ‘cehennem’ yerine ‘cennet’ olarak betimlediği ve belki de yine kendine özgü bir tezatla bu kadar erken terketmek istemediğini (“I don’t wanna leave this heaven so soon”) söylediği bu dünyadan, beyanının aksine çok erken ayrıldı Mark Lanegan. Ama belki, sanki, muhtemelen, tam da istediği ve olması gerektiği gibi. Müziğin ve hayata kattığın her şey için teşekkürler, hoşça kal Dark Mark!