Covid-19 aşılarının düşündürdüğü: Kapitalist üretimi ve kültürü tanımamak
Kapital, ürün üzerinden dolandırıcılık yapmaz. Eğer kapital üzerinden bir dolandırıcılık konuşulacaksa, bu ancak üretimin kendisinden doğan kârın nasıl elde edildiği hususudur. Üretim ilişkilerinin özü değişmemiştir; artı-değer hâlâ ve hatta daha yüksek oranlarda elde edilmektedir. Bir ilacın piyasaya sürülmesinde zaten o ilacı üreten emeğin ve değer maliyetlerin çok üzerinde kâr mevcuttur.
Cengizhan Kaptan
Covid-19 dünya çapında etkili olmaya devam ederken bir yandan da bizlere yaşam alanlarımızda, diğer yaşam alanları ve formları hakkında değerlendirmeler yaptırıyor. Bazı yerleşik yapıların, gerçeklik olarak kabul edilen durumların aslında kırılgan olduklarını, sabit kalmadıklarını ve kalamayacaklarını gösteriyor; eğitimde, iş yaşamında, alışverişte olduğu gibi. Kim derdi ki maskeyle sokağa çıkmayandan şüphelenilen ya da bir kuyumcuya maskeyle giren birinin güleryüzlü bir biçimde karşılanacağı bir dünyaya uyanacağız.
Tartışmak istediğim iki husus, Covid-19 aşısına kendini muhalif olarak nitelendiren kesimlerin bir kısmının yaklaşımı ve buradan devam ederek kapitalist kültürün nasıl algılandığı.
Amacım Covid-19 aşılarının tıbbî özellikleri anlamında bir şeyler yazmak değil. Sağlık sektöründe çalışan birisi olmadığım için bunu yapma isteğim, lüksüm, haddim yok. Üstünde durmak istediğim konu aşı olma ya da olmamaya dair kişisel gözlemler ve bu gözlemler doğrultusunda bazı tespitlerde bulunmak. Hep birlikte hatırlarsak, Covid-19 ilk çıktığından günümüze kadar virüsün üretildiğine dair söylemler ve detaylı komplo teorileri mevcuttu. Mizah yapmak niyetinde değilim gerçi; iş, önce ABD’nin Çin’i sarsmak için virüsü geliştirdiği ama sonrasında Çin’in bu oyunu bozup ABD’ye okkalı bir virüs gönderme yaptığı şeklinde ilginç tespitlere uzandı.
Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu’nu yazdığında henüz 24 yaşında idi. Hayatının ileri dönemlerinde kitaptaki birkaç küçük hata dışında yazılan her şeyi savunabileceğini söyleyen bir konumda idi. Kitabı, emekçi sınıfların kapitalist ekonomi tarafından nasıl sömürüye tabi tutulduklarına dair birçok niceliksel ve niteliksel bilgi vermekle birlikte, emekçi sınıflar arasındaki psikolojik tahribatı da detaylıca işlemektedir. Almanca baskıya ilk önsözde, proletaryanın yaşam koşullarına dair (o dönem) mevcut bilginin az olduğunu söylemekte ve kendi tabiriyle işçi derneklerinin dahi “en gülünç ve mantıksız yargılardan” (Engels, s. 24) yola çıkarak faaliyetlerine devam ettiğini belirtmiştir. Burada, Engels’in eleştirdiği esas noktalardan birisi de emekçilerin yanında olduklarını ifade edenlerin bilinç eksikliğidir. Maddi yaşamın bilinci belirlemesi ilkesine dayanan materyalist dünya görüşünde, o dönemde gelişmekte olan kapitalizmin aynı zamanda işçi sınıfı bilincini de geliştireceği önermesi üzerine kurulan bir düşünce sisteminde, alternatif bilincin gelişemiyor olması adeta çileden çıkarmaktadır Engels’i.
Günümüzde emperyal kapitalizmin hakimiyetinin ötesinde, kapitalin iç ayrışımında, çatallanmasında ilaç sektörü ve teknolojinin öne çıkan sektörler olduğunu görmekteyiz. Keza, ilaç sektörünün kendisi de teknoloji temelli bir şekilde gelişmektedir. Bugün kamu (toplum) sağlığı, onkoloji, faz testleri ve bunların finansmanı gibi doğrudan ya da dolaylı biçimde üretime yönelik konularda istatistik, malzeme ve daha birçok üretim girdisi teknoloji ile doğrudan, pozitif bir korelasyon içerir.
Kapitalizmin teknolojik gelişmişliği Aydınlanma’nın pozitivist etkisinin tarihsel akışından mıdır; kesin bir yargıda bulunmak olanaksız. Ancak Hegel’in Mantık Bilimi’nde belirttiği gibi, nasıl o dönemde dinî değerler lime lime edildi ve buna tepki olarak daha da bilgiden kısırlaşmış bir halde tepki gösterildi ise, günümüzde de adeta kapitalin yaptığı her girişime belli önyargılar ile ve bağnazca bir şekilde tepki verilmekte. Örneğin, aşının abartılı bir biçimde adeta bir silah ya kontrol mekanizması olarak sunulması. Aşının çip olduğu, insanları kontrol etmek için kullanılacağı ve daha birçok bilimkurgu senaryolarının ötesine geçme başarısı gösteren(!) teoriler duyduk. Bilimkurgu senaryolarını kıskandırabilirler, zira sıvı olarak vücuda verilen aşı partiküllerinin vücut içinde adeta şuurlu bir biçimde bir araya gelip bir çip oluşturacakları fantezisi gerçekten değme senaristlere taş çıkartan bir yeteneğe sahip. Ya da aşının yeni doğan çocukları sakat bırakabileceği, kısırlaşmaya neden olabileceği gibi henüz daha tek bir vakaya sahip olunmadan verilen hükümler. Oysa, aşının olası yan etkileri zaten aşı olacak kişilere aktarılır ve elbette bir aşının yeterli antikoru üretip koruma sağlaması mutlak bir duruma işaret etmez. Aşılar ancak belirli düzeyde koruyabilirler ve halk sağlığı anlamında politik amaç, ortalamada bir taşıyıcının birden az insanı enfekte etmesidir. Birden aza inmesi, toplumsal bağışıklığın kazanıldığının göstergesi anlamına gelmekte.
Finans alanında uzun yıllar çalışmış, ilaç sektörüne finansal anlamda zamanında yakından bakmış ve kapitalist ekonominin işleyiş prensiplerini bir nebze anlamış birisi olarak kapitalizmin yeterince anlaşılması için daha yoğun çaba harcamamız gerektiğini söylemek isterim. Bunu yapmak, bu yolculuğu gerçekleştirmek için öncelikle kapitalizmin amacının kalitesiz ürün satmak, kısa vadede ‘cuk para yapmak’ gibi şeyler olmadığından başlamak gerekir. Tam aksine, kapital mümkün olan en iyi ürünü en iyi fiyatla satmak prensiplerinden hareket eder.
Bir aşının piyasaya sürülürken amacının kalitesiz bir ürünü satmak, insan iyileştirmekten uzak bir biçimde para kazanmak olduğunu ileri sürmek kapitalizmi anlayan değil kapitalizmin yapısını anlamaktan çok uzak bir bilinçle eşleşir. Marka olabilmek için harcanan bedelleri, araştırma-geliştirme (Ar-ge) faaliyetlerini, patentler için ödenen bedelleri (Avrupa Patent Ofisi yaklaşık 40 milyar euro nakit yönetimine sahip) düşündüğümüzde, amacın kalitesiz değil bilakis mümkün olan en kaliteli ürünü satmak olduğunu anlamak için yeterli bir temel bilgiye sahip olabiliyoruz. Düşünelim: Tesla elektrikli araç (araba) üretiyor. Büyük firmalar da önümüzdeki on yıllık süreç zarfında elektrikli otomobil üretimi hedefi koymuş durumda. Söz gelimi Mercedes-Benz’in ‘Biz tek depo ile 3.000 kilometre yol giden otomobil ürettik’ deyip de 150 kilometrede enerjisi biten bir otomobil ürettiğini düşünebilir miyiz? Böyle bir şey olursa Mercedes-Benz’in başına neler gelebileceğini tahmin edebilir miyiz? Ederiz. Hisseleri “çakılır”, tüketiciyi aldattığı için de yüklü bir ceza alır ve faaliyetleri ya durma noktasına gelir ya da rekabet etme gücü çok önemli ölçüde azalır.
Covid-19 aşısı üretiminde de Pfizer, AstraZeneca gibi firmalardan konuşuyoruz. Pfizer, Mart 2021 itibarı ile piyasa değeri yaklaşık 192 milyar ABD Doları olan bir firma ve bu değer açısından dünyanın en büyük 57. firması. Aşağıdaki tablo 2001 yılından günümüze kadar piyasa değerini gösteren bilgileri içeriyor. Covid-19 aşısının üretimi dolayısı ile de piyasa değerinin spekülatif yükselişi gayet sınırlı ve geçtiğimiz aylarda piyasa değeri Covid-19 öncesi değer ile örtüşen değerlerde seyrediyor.
AstraZeneca da piyasa değeri açısından dünyanın en büyük 99. firması ve bu firmanın da piyasa değeri değişimleri aşağıdaki tabloda gösterilmekte.
Dikkat edilirse AstraZeneca'nın Pfizer’dan farklı olarak 2017’den günümüze piyasa değerinin yükselmekte olduğunu görüyoruz. 2021’de ise hafif bir düşüş mevcut (aşı ürününe rağmen). Bu şunu göstermekte: AstraZeneca’nın piyasa değerinin belirleyicisi Covid-19 aşısı değil. Diğer ürünler, hisse başına kâr, kârlılık, operasyonel faaliyetlerden elde edilen gelirler gibi yatırımcının önem verdiği finansal göstergeler.
Peki bu halde Covid-19 aşısının bu firmalar açısından konumu ne?
Portföylerindeki diğer bir ürün olması. En kısa cevap bu. Şunu düşünebiliriz, değerlendirebiliriz: Çok saygın ve kârlılığı kabul edilen bir firma için Covid-19 aşısı üretmek ne anlama gelir? Bütün dünyayı ilgilendiren, neredeyse tüm insanlığın sağlığının etkileneceği bir aşı geliştiren bir firmanın durumu nedir?
Şu kadarını belirtmekte fayda var: Hiç kimse bu işe gözü kapalı girmez. Aksine, çekinceler, endişeler hâkim olur. Bugün insanlar sağlıkları için endişe ederken, bu firmalar da etkisiz ya da yan etkileri ciddi sonuçlara neden olacak bir aşı üretiminde sanıldığının aksine çok da istekli dahi olmayabilir. Onların asıl güdüsü sağlıktan ziyade kârdır ancak kapitalist için kapitalin yitimi sağlığın hatta (şirket) hayatın(ın) sona ermesi demektir.
Sinovac ise farklı bir durumu imliyor: Piyasa değeri oldukça düşük (5 Mart 2021 itibarı ile 639.9 milyon dolar). Ancak bu firmanın da klinik testlerinde olumsuz bir sinyale rastlanmadı. Firma, şubat ayı başında Çin’de kullanıma dair onayı aldı. Türkiye, Endonezya, Brezilya, Şili, Kolombiya, Uruguay, Laos da acil kullanım onayı verdiler. Çin’de yapılan 1. ve 2. fazlarda aşının gerekli bağışıklığı sağladığı açıklanmıştı (China approves Sinovac Biotech COVID-19 vaccine for general public use | Reuters). Firmanın kendisi, 60 yaş üzerindeki yetişkinlere dair verilerin sınırlı olduğunu da dile getirmişti. Bu veriler hızla güncellenmekte; önümüzdeki gün ve aylar bu anlamda çok daha fazla veriye ulaşma imkânı sağlayacak. Sinovac konusunda yine aynı tarihli Reuters haberine göre Brezilya, Türkiye ve Endonezya’dan gelen 3. faz bilgileri birbirlerinden farklılık göstermekte. Brezilya yüzde 50 etkinlik açıklarken, bu yüzdeler Türkiye’de yüzde 91,25 ve Endonezya’da ise yüzde 65,3 olarak belirtildi. Sorulması gereken asıl sorular: Firmanın kendisinin sınırlı veriye sahip olduğunu belirttiği 60+ yaş grubu insanlar için Türkiye’de hangi aşının uygulanacağı sorusudur örneğin. Ve de Türkiye’deki etkinlik oranının neden Brezilya ve Endonezya’ya oranla çok daha yüksek olmasıdır örneğin. Türkiye’nin açıkladığı oranın sadece 29 katılımcı verisine, Brezilya’daki oranın ise çok daha geniş bir kitleye yapılan aşıdan elde edildiğini belirtelim. Bu soruları cevaplayacak olanlar, toplum sağlığından doğrudan sorumlu olan mercilerdir.
Bu halde, aşıların verileri, istatistikleri, bağışıklık süreleri henüz daha yeterli düzeyde değilken, daha aşı olma oranı bu kadar düşükken, aşı üzerinde hakikate yönelik olduğunu iddia edip bir sürü spekülatif düşünce öne sürmek emekçilerin, muhaliflerin, alternatif siyaset arayışında olduklarını ifade edenlerin tavrı olmamalıdır. Bildiğimiz şudur ki, klinik deneyler değişen ölçülerde olumlu sonuç vermiştir, epey zorluk içeren onay süreçleri (Pfizer ve AstraZeneca için) başarı ile sona ermiştir ve bundan sonraki veriler örnek gruplardan değil doğrudan toplumdan gelecektir. Covid-19 bu kadar yaygın bir gerçeklik olmasa idi dünyadaki her ilacın bir sürü felaket içereceğini söyleyen bir komplo teorisi üretimi potansiyeli mevcut olacaktı demek (belki de vardır da biz bilmiyoruzdur; yok saymamak lazım bu ihtimali).
Husus şudur: Kapital, ürün üzerinden dolandırıcılık yapmaz. Eğer kapital üzerinden bir dolandırıcılık konuşulacaksa, bu ancak üretimin kendisinden doğan kârın nasıl elde edildiği hususudur. Üretim ilişkilerinin özü değişmemiştir; artı-değer hâlâ ve hatta daha yüksek oranlarda elde edilmektedir. Bir ilacın piyasaya sürülmesinde zaten o ilacı üreten emeğin ve değer maliyetlerin çok üzerinde kâr mevcuttur. Bu, şu anlama gelir: Kapitalizm performe ederek gelişir; parayı alıp kaçarak değil. Sistemin kendisi sömürüye, üretenin sadece kendisine değil, kapital sahibine de çalışması kâr mekanizmasını işletir. Kapitalistler sömürdüklerini bu yüzden kabul etmezler; genel profilde risk alarak yatırım yaptıklarını, yatırım yapmasalar hiç üretim olmayacağını, yatırımları sayesinde binlerce insanın para kazandığını, kâr etmenin ‘olmazsa olmaz’ olduğunu, yeni yatırımlar ve rekabet için kârın ve büyümenin kaçınılmaz olduğunu söylerler. Mekanizma, performansa ve performansın kendinde olan sömürüsüne dayanır.
Aşı olan olsun; olmayan olmasın. Bunlar tercihtir ve her tercih bir bilince dayanmaktadır. Ancak, aşının kendisinin bir dolandırıcılık olduğunu iddia etmek saflık seviyesinde bir bilince tekabül etmektedir. Dert edineceğimiz şeyler olmayan dolandırıcılıkların peşinde koşmak olmamalı; hele kapitalizmin kaçınılmaz sömürüsü, eşitsiz gelişim yasası gibi can alıcı konular varken. Bizler aşıyı yakında olma, hatta tercihli bir şekilde olmama konforuna sahipken bazı ülkelerin aşıya bu sene hiç ulaşamayacakları gibi konular vardır yoğunlaşılması gereken. Bilgi edinme metot ve kaynaklarımız bu kadar kete uğramışken, anlık/dolaysız bilginin sorgulanmazlığı bu kadar sıradanlaşmışken ve bu kadar kopmuşken birbirimizden biz; aşıya dair komplo teorileri, adeta örselenmiş bir topluluğu bir arada tutma fonksiyonu gören mitler hükmündedir.