Covid sınırları kapatınca Türkiye'de kalan müzisyen Bob Sauler albüm yayınladı
Sahne aldığı Singapur'u pandemi nedeniyle terk etmek zorunda bırakılınca o günlerde sınırları açık olan tek ülke Türkiye'ye gelen Bob Sauler, şimdi Gümüşlük'te yaşıyor ve ilk albümünü yayınladı.
DUVAR - Pandemi tüm dünyada, neredeyse herkesi bir şekilde etkiledi. İnsan sağlığını tehdit eden bir virüsün küresel yayılması ile bir şekilde insan öyküleri de birbiriyle buluştu, dünyanın farklı köşelerinde ortak sorunlarla boğuşuldu belki. Ancak pandemi, kimi bireyler için çoğu zaman gerilim ve tedirginlik, nadiren de olsa maceralarla örülü farklı hikâyeler, farklı senaryolar anlamına da geliyordu. Amerikalı müzisyen Bob Sauler’ın başından geçenler de iyi ve kötü yanlarıyla gerçek bir pandemi macerası. Covid nedeniyle çalıştığı ülkeyi terk etmek zorunda kalıp, o sırada gidebildiği, sınırları açık olan tek ülke Türkiye’ye gelen Sauler, ilk kez geldiği bu ülkedeki zorunlu ikameti sırasında kendini bir anda sahnelerde bulmuş. Dahası sanatçı Türkiye’de bir de albüm yayınlamış. Bob Sauler ile ABD’den Vietnam’a, oradan Singapur’a ve nihayet zorunlu olarak Türkiye’ye uzanan ilginç hikâyesini konuştuk.
'DOĞRUDAN UÇUŞUN OLDUĞU TEK ÜLKE TÜRKİYE'YDİ DİYE GELDİM'
Bu yıl yayınladığınız albümü tesadüfen keşfettik, derken sizi araştırınca karşımıza çok ilginç bir öykü çıktı. Bize, okurlarımıza neden ve nasıl Türkiye’de olduğunuzu, burada ne yaptığınızı anlatır mısınız?
2020’nin Ağustosundan beri Türkiye’deyim. Yani küresel pandeminin ortasından bu yana. Aslında Singapur’da çalışıyordum, bir yıllık bir sözleşmem vardı. Sinapur’un en ünlü ve harika blues barlarından birinde sahne alıyordum. Niyetim, Singapur’da bir yıl çalışıp, para biriktirip, yaşadığım Vietnam’a dönmekti. Vietnam, hayatım boyunca kendimi evimde hissettiğim tek yer ancak orada müzik yaparak hayatımı kazanamıyordum. Bu nedenle daha iyi paralar kazanabildiğim ülkelere gidip, bir süre oralarda, iyi mekânlarda, etkinliklerde sahne alıp, iyi de para kazanıp, biriktirip Vietnam’a dönüyordum. Singapur’daki sözleşmemin bitmesine iki ay kala Covid tüm dünyayı vurdu. Derken Vietnam sınırı kapatıldı ki o sıra çalışmaya devam ediyordum. Ardından Singapur da kapanma kararı aldı. Adeta sıkışıp kalmıştım. Bir sonraki ay, derken bir sonraki… Ancak ne sınırlar açıldı ne de Singapur’daki karantina sona erdi. Tabii ki kimse bunun ne kadar süreceğini bilmiyordu. Hiçbir gelirimin olmadığı ve dünyanın en pahalı şehirlerinden birinde astronomik kiralar ödediğim 5 buçuk ayın sonunda Singapur hükümeti, o sırada çalışmayan tüm yabancıların ülkeyi terk etmesini istedi. Ülkeyi terk etmek zorunda olduğum günlerde, sınırları açık olduğu için gidebileceğim, daha doğrusu Covid önlemleri nedeniyle direkt uçuşun olduğu tek ülke Türkiye’ydi. Bir anda kendimi, daha önce hiç gelmediğim İstanbul’da buldum. Bu ülkede kimseyi de tanımıyordum.
ABD’ye neden dönmediniz peki?
Gitmek istemiyordum. O günlerde ABD Covid konusunda çok kötü bir sınav veriyordu, vaka ve ölüm sayıları çok yüksekti. Avrupa Birliği de kendi sınırlarından ABD’ye giriş çıkışlar konusunda ciddi kısıtlamalar getirmişti. Bir süre İstanbul’da kaldım. Doğrusu tuhaf zamanlardı çünkü Türkiye’de de kapanmalar, kısıtlamalar başlamıştı. Neyse ama, bir şekilde harika insanlarla tanıştım çünkü 30 yıldır müzik yaparak kazanıyorum hayatımı ve insanlarla tanışma, ortaklık kurma konusunda beni çok geliştiren bir şey bu. Zaten genel olarak insanları ve onlarla konuşmayı seviyorum. İstanbul’da sahne almak da istiyordum aslında ama kapanmadan dolayı bu mümkün değildi. O sırada İstanbul’da tanıştığım bir arkadaşım vesilesiyle Bodrum’a geldim, çünkü o sırada Bodrum’da müzik yapılabiliyordu. Ancak ben gelir gelmez, alınan bir kararla Bodrum’da da sahne alınabilecek mekânlar kapandı. Ne yapacağımı bilemezken, orada tanıştığım bir seramik sanatçısı arkadaşıma yardım etmeye, onun asistanlığını yapmaya başladım. Kil hazırlıyor, taşıyor, malzemeleri bir yerden bir yere götürüyordum. Fiziksel bir işti yani. Birkaç haftanın ardından bir başka arkadaşım Gümüşlük’e gitmeyi önerdi. Arabadan indiğim an sahilde, ateşin başında oturmuş perküsyon çalan bir grup insan gördüm ve hemen yanlarına gittim. Yanımda gitarım vardı, onlara o an eşlik etmeye başladım. Çok beğendiler ve ertesi gün beni oradaki bir caz kafede kendileriyle çalmaya davet ettiler. Canlı müzik olmasına şaşırmıştım, başka hiçbir yerde yoktu çünkü. O ay boyunca düzenli olarak ve sık sık orada sahne almaya başladım. Derken tüm ülkede yeniden kapanma kararları açıklandı ve tabii sahne aldığımız mekân da kapandı.
Yani aslında 8 ya da 9 ay sonra ilk kez müzik yapmaya, sahneye çıkmaya başlamıştınız…
İşimi bir yıla yaklaşan bir zamandır yapmıyordum evet, tekrar çalmak çok güzeldi ama daha güzel olan his, insanların yüzünde müzikle oluşan o güzel ifadeleri tekrar görebilmekti. Eğlenen, müziğe eşlik eden insanların aldığı keyif, bu keyfe ortak olmak, buna vesile olmak, benim gibi sürekli sahne alan bir sanatçı, bir müzisyen için en önemli şey aslında.
'SİNGAPUR'DAN GELDİĞİM İÇİN YANIMDA KAZAĞIM BİLE YOKTU'
Ve bu keyif dolu zaman, yeni bir kapanmayla sona erdi. Siz, henüz bir ay önce geldiğiniz bir köyde karşıladınız bu kapanmayı? Neler yaşadınız?
Denizin kıyısında, soğuk, sobası olmayan, eski ve çok rutubetli bir taş evde kışın hayatta kalmaya çalıştım aslında. Singapur’dan belirsiz bir süre için gelmiştim, düşünün. Yanımda kışlık kıyafetler, bir kazak bile yoktu, buradaki dostlarım kıyafetlerini paylaştılar benimle. İçlerinden biri bir soba verdi örneğin. Eve dönememek, çalışamamak, para kazanamamak… Bu büyük bir buhrandı benim için. Ben de yapabileceğim tek şeyi yaptım, o evde şarkılar yazmaya başladım. 20 yıldır şarkı yazmıyordum. Yaşadığım şeyler bana ilham verdi ve tabii ki çokça zamanım vardı. Birçok şarkı yazdım, o günden beri de yazıyorum.
Bunlar daha ziyade bize anlattığınız bu maceraya dair şarkılar sanırım.
Evet, aslında hepsi son bir, bir buçuk yılda yaşadıklarımla ilgili. İlki örneğin, üç gün süren bir fırtınanın ardından sahilde yürürken mırıldanmaya başladığım bir şarkı, ‘Lost at Sea’ (Denizde Kayboldum). Sevdiğini geride bırakıp denize açılan biz denizcinin şarkısı; aslında hiç ayrılmak istemeyen ancak para ve şöhret için denize açılan, derken fırtınaya tutulan ve gemisi parçalanan bir adamın öyküsü. Sonunda kendisine “Evimden neden ayrıldım ki?” diye soruyor. Benim, para kazanmak için evim olan Vietnam’ı bırakıp Singapur’a gitmemin ve oradayken Covid fırtınasına yakalanmamın bir yansıması aslında.
Bu şarkıları, o koşullarda bir albüme dönüştürdünüz. Müzikalite açısından da oldukça başarılı, yüksek standartlı bir albüm olmuş üstelik. Nasıl oldu? Gümüşlük’ten hiç çıkmadan, o şartlarda nasıl kaydettiniz albümü?
Buraya geldiğim gün, sahilde tanıştığımı söylediğim insanlardan biriyle çok yakın arkadaş olduk. Okay Aynur, harika bir müzisyen, davulcu. Türkiye’nin en ünlü isimleriyle yıllarca sahne almış, birkaç yıl önce de Gümüşlük’e yerleşmiş. Okay, benim buradaki en yakın desteğim, yoldaşım oldu. Birlikte sahne aldık, alıyoruz. Albümü de birlikte yaptık. Okay’ın burada, evinde çok mütevazı bir stüdyosu var; gitarları, davulları ve vokalleri orada kaydettik. Diğer enstrümanlar da farklı müzisyenlerin farklı şehirlerdeki evlerinde ya da stüdyolarında kaydedilip bize gönderildi. Albümün miksi ve masteringi ABD’deki bir stüdyoda yapıldı.
Bir şarkı için de burada, sahilde dostlarla buluşup bir klip çektik. Çok eğlenceli bir gündü, klip de bir o kadar komik ve eğlenceli oldu bence. Albümü tanıtma fırsatım olamadı çünkü bunun için bir bütçem yoktu. Ancak o veya bu şekilde albümü dinleyenlerin yorumları beni çok mutlu ediyor.
Bir sırt çantasıyla dünyayı dolaşmak, farklı ülkelerde müzik yaparak hayatta kalmak… Hikâyeniz biraz böyleymiş gibi duyulsa da sanırım bundan çok farklı. Yani Türkiye’de yaşadığınız deneyim aslında sizin için de bir ilk, öyle değil mi?
Hiç öyle bir hayat yaşamadım aslında. Size anlattığım deneyim, hayatımın en zor, en çetrefilli dönemi. Hayatım boyunca bir müzisyen olarak para kazanmış olsam da, bunu çok sistemli bir şekilde yapıyordum. Öylesine bir ülkeye gitarımla gidip, birileriyle tanışıp orada kalmaya karar vermiyordum yani. Genelde düzenli sözleşmelerle, kesin olarak belirlenmiş süreler için ve tabii iyi paralar kazanabileceğim prestijli yerlere gidip, oralarda çalışıp ardından evime dönüyordum. Örneğin, doğduğum, büyüdüğüm ABD’de harika bir tanınırlığım vardı ve gerçekten çok iyi bir gelir elde ediyordum müzik yaparak. Her zaman çok keyif almasam da o ülke için de en iyi sayılabilecek ücretlerle sahne alıyordum. Klasik müzik ve caz alanlarında iki ayrı üniversite eğitimi almıştım, her türlü müziği, her türlü etkinlikte, sahnede icra edebilecek bir yetkinliğe ulaşmıştım. Evet, konforlu bir hayat yaşıyordum ancak mutlu değildim. 8 yıl kadar önce, kullanmadığım eşyalarla dolu bir evi, sistemin bana öğretmeye çalıştığı sosyal, kültürel, ekonomik bağımlılıklarla dolu bir hayatı, Amerikan tarzı tüketim kültürüne dayalı, aslında çok sıkıcı bir sözde güvenli yaşam tarzını istemediğime karar verdim ve Güneydoğu Asya’ya taşındım. Asya’da, çok daha az para kazandıracak olsa da sadece sevdiğim, tutkuyla bağlı olduğum işi yapmaya karar verdim. Yıllar içerisinde oradaki bilinirliğimin de artması sayesinde çok iyi sahnelere çıkmaya, çok iyi sözleşmelerle çalışmaya başladım. Yani hangi müziği yapacağıma karar verme, nerelerde çalacağımı seçme lüksüne kavuşmuş oldum. Ancak önceliğim hep, yapmak istediğim müziği yapmak, çalmak istediğim şarkıları çalmak oldu; para konusu daha sonra geldi hep. Sorunuza bir daha gelecek olursam; hayır, Türkiye’deki maceram gibi bir hayatı hiç yaşamadım bugüne dek. Son bir yıldır, sahip olduğum her şeyi kaybettim bir yandan. Gerçi şimdi geriye bakınca, “keşke ilk gençliğimden beri böyle yaşasaymışım” da diyorum.
Bodrum’da dinleyici nasıl karşıladı sizi?
Farklı mekânlarda çaldık şimdiye kadar ve tabii çok farklı dinleyicilere. Hepsi harikaydı. Çok sıcak, etkileşimli, heyecanlı dinleyicilerimiz oldu her yerde. Eğlenmeyi seven, bizim çaldığımız şarkılarla dans eden, bizi de mutlu eden dinleyiciler… Çaldığımız bazı yerlerin işletmecileri, orada ilk kez bizim müziğimizle dans edildiğini söyledi örneğin. Bu biraz da bizim yaptığımız müziğin tarzıyla, ama sanırım en çok sahnedekiler olarak bizimle ilgili. Sistematik bir sahnemiz yok, kendimizi, müziği özgür bırakıyoruz, doğaçlamalara açık, yalnızca müziği sevdiği için müzik yapan insanlarız. Bu da dinleyiciye yansıyor.
Türkçe şarkı öğrenebildiniz mi?
Farklı gruplarda, Türkçe söyleyen solistlere çalıyorum ancak kendim henüz Türkçe’ye alışamadım. Önce dili gerçekten duymam gerekiyor, bu nedenle çevremde Türkçe konuşan herkesi dinliyorum, kelimeleri, sesleri taklit etmeye çalışıyorum. Ancak dille yeni tanıştığınızda henüz ağız ve dil kaslarınız bile buna hazır olmuyor. Bazı kelimeleri söylemeye çalışsam da kimse ne demek istediğimi anlamıyor. Bir dille gerçekten tanışmak, onu öğrenmek yıllar alır gibime geliyor.
Türkçe öğrenmenize yetecek o yılları Türkiye’de mi geçireceksiniz peki?
Emin değilim. Oturma iznimi bir yıl daha uzattım, burayı çok seviyorum, Gümüşlük’e aşık oldum. Buradaki dostlarıma da çok bağlandım. Ancak biraz önce dediğim gibi, kendimi yetiştirdiğim ve alıştığım hayat tarzı bu değil. Her şey umarım normale döndüğünde, yine Güneydoğu Asya’ya gidip, iyi sözleşmelerle iyi sahnelerde çalmak istiyorum. En büyük hayalim ise, yılın yarısını, bahar ve yaz aylarını Türkiye’de, Gümüşlük’te geçirip, burada kış mevsimi olduğunda Asya’ya gidip yılın yarısında orada çalışmak. Umarım bunu gerçekleştirebilirim.
ABD’yi planlarınız arasında hiç saymıyorsunuz…
Orada annem, babam, kardeşlerim, yani çok özlediğim bir ailem var ancak Amerika’nın bana sunduğu hayatı istemiyorum. Ayrıca, tüm bu yılların üzerine, yaşanan bir küresel krizin ardından pes edip ABD’ye dönmeyi bir yenilgi sayabilirim, bu da beni hem psikolojik olarak, hem de müziğim açısından olumsuz etkiler.