YAZARLAR

Çözüm-süzlük değil, çözüm-siz’lik

Toplum, halk, onun her bir unsuru, kesimi ne düşünür; çözüm sürecinden ne bekler, nasıl bir çözüm süreci tahayyül eder, neyden çekinir, neye cesaret edebilir, neyi ister bilmeden; halkın bizzat kendisi konuşmadan, halkın bizzat kendisi söylemeden, eteklerindeki taşları dökmeden, düşündüklerini karnından değil ağzından, özgürce ifade etmeye başlamadan Kürt Sorunu çözülmedi, çözülmez; çözülmeyecektir de.

Ekim ayının ilk günlerinde, MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin DEM Parti sıralarına giderek parti yetkililerinin ellerini sıkmasıyla “Acaba yeni bir çözüm süreci mi başlıyor?” soruları da sorulmaya başlandı. Medya, analistler, iki parti arasındaki bu (sadece) insanî yakınlaşmadan gerçek bir çözüm süreci ateşinin dumanını mı kokladılar; yoksa bu, yalnızca bir temenni miydi? Sanırım -hiç değilse şimdilik- ikincisine daha yakınız. Bayram değil seyran değil, Bahçeli’nin DEM Partilileri öpmesinden aktörlerin niyetlerinin çok ötesinde anlamlar çıkarmaya, olmayacak duaya amin demeye teşne olsak, yelyepenek yelken kürek, kasaptaki ete soğan doğramaya heves etsek de bu, zihnimizin bir köşesinde -ne iyi ki hâlâ- Kürt Sorunu’na ilişkin bir çözüm beklentisi umudu taşıdığımızı da gösterir. Nitekim “…umudu var büyük insanlığın, umutsuz yaşanmıyor.”

ZIRVA TEVİL GÖTÜRMEZ, ÇÖZÜM SÜRECİ DE

DEM Parti’liler -bu noktada- yerden göğe haklılar: Abuk sabuk rakam oyunlarıyla partisinin iki vakte kadar iktidar olacağını muştulamasından, Anayasa Mahkemesi Başkanı’na, muhalefet partisi liderlerine, gazetecilere, akademisyenlere… alayına tehditler küfürler yağdırmasına, Ferdi Tayfur şarkıları eşliğindeki  eşofmanlı jogginglerinden, yüzüklü pozlarına, ellerinde  ahir zaman piştovu, kankitellalarıyla çektirdiği fotoğraflarına… her gün biraz daha Türkiye siyasetinin (Yaşar Kemal Usta’ya selam olsun) Yalak Köylü Taşbaşoğlu’na dönüşeveren Öfke Tanrımız Kısıl Han’ın şapkasından çıkarttığı son tavşana niyet çektirmenin; bir el sıkışma seremonisinin Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt hatta ondan daha mukaddem Kürt Sorunu’na bir çözüm üretmesini beklemenin iler tutar yanı var mı? E, yok tabii

“Abdalın dostluğu köy görünceye kadar” misali, DEM Parti kurmayları da -neredeyse herkes gibi- Bahçeli’nin ağzındaki baklayı görmeden paçaları sıvamanın gereksiz olduğunu düşünüyorlar. Lakin ne ilginç ki Cumhur-Limited İttifakı/Şirketi ortaklarından yeni bir keramet beklemekten başka bir önerileri de yok: İki vakte kadar Öcalan’ın tecridi kaldırılırsa Neo-Taşbaşoğlu’nun uzattığı plastik-zeytindalını alasılarmış. Allah selamet versin(!)

Bakırhan partilerinin geçen haftaki grup toplantısında yaptığı konuşmada  “Gerçekten şaşırdım, metin yazan arkadaşlarına da sesleniyorum. Sayın Öcalan’a bugün Bahçeli bir çağrı yaptı. Ama o çağrının muhataplarına ulaşması için sayın Öcalan’ın üzerindeki tecridin kaldırılmasını bilmiyor. 43 aydır sayın Öcalan’la avukatlar, aile görüşemiyor. Sayın Bahçeli, sayın Öcalan’ın ne söyleyeceğini, ne çağrı yapacağını biz de merak ediyoruz senin gibi… O zaman tecridi kaldırın, sayın Öcalan’ın kendi örgütüne, kendi arkadaşlarına ne dediğini görelim. 43 aydır kuş uçmayan, kervan geçmeyen, uçan kuşların bile üzerinden geçmediği bir adaya böyle boşu boşuna çağrı yapılır mı? Buyurun, sizin sormuş olduğunuz soruya sayın Öcalan’ın nasıl cevap verdiğini merak ediyoruz. Kapıları açın, dinleyelim, görelim.” dedi. E siz ne düşünüyorsunuz, parti ne düşünüyor, Kürtler ne düşünüyorlar; ya sorunun diğer paydaşları?

ONLAR DEĞİL, BİZ; ÇÖZÜMSÜZLÜK DEĞİL, ÇÖZÜM-SİZLİK

Bahçeli, DEM  Parti’nin Meclis sıralarına gidip gülücük dağıtınca, Öcalan’ın “Türkiye'ye dönünce hizmet edeceğim." sözlerini hatırlatıp, ona “örgüt militanlarına silah bırakıp, teslim olması yönünde talimat vermesini” salık verince Kürt Sorunu’nun çözüleceğini sanar; Bakırhan “Ben bilmem beyim bilir (!)” deyip topu yine taca atar; garibim Özgür Özel ise Selahattin Demirtaş’ın kapısını çalmaya karar verir: Sayın Özel, bu arada biz de öğlen saat tam 12.00’de ışıkları yakıp söndürek mi, ister misin?

Sahi siz de Kürt Sorunu’nun sadece Abdullah Öcalan ile, Devlet Bahçeli ile, sadece Tayyip Erdoğan ile, Özgür Özer ile ya da sadece Selahattin Demirtaş ile çözülebileceğini düşünenlerden misiniz? Ben değilim(!)

Eğer Kürt Sorunu bir gün aşılacaksa; bir gün gelip de siyasal alandan/olandan tarihe, tarihin alanına havale edilecekse, edilebilecekse; bir gün gelip toplumsal barış sağlanabilecekse, bu konuda siyasi liderlere tek bir görev düşmekte: Toplumun önünü açmak, bunun için gerekli kurumsal/yasal düzenlemeleri yapmak ve çenelerini kapalı tutmak.

Sosyal medyada kendisine uzatılan kameraya konuşan genç kadının tutuklandığı bir ülkede; barış istediği için işlerinden atılan akademisyenlerin olduğu bir ülkede; gazetecilerin tutuklandığı bir ülkede; ötekileştirmenin, polarizasyonun resmî devlet politikası haline getirildiği bir ülkede; Anayasa Mahkemesi’nin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin açık kararlarının uygulanmadığı, görmezden gelindiği bir ülkede; ekonomik krizin halkın iman tahtasına oturduğu bir ülkede; mafyanın adalet dağıttığı bir ülkede; ip üstünde yürümenin yazı yazmaktan daha az riskli olduğu bir ülkede; mafyanın sokakta jonglörlük yaptığı bir ülkede; sekiz yaşındaki bir kız çocuğunun öldürülmesinin soap-opera yapılıp seyredildiği bir ülkede; yeni doğan bebelerin adına özel hastane denilen kârhanelerde ölüme terkedildiği bir ülkede  Kürt Sorunu tartışılır mı? Tartışılır be ya, niye tartışılmasın(!) : Biri sabah kalkar gülücükler dağıtarak el sıkar; öteki “Ben bilmem İmralı bilir!” der; beriki soluğu Edirne F Tipi Cezaevinde alır; Edirne’deki kettle’dan cevap gönderir; biz de Twitter’dan çözüm süreci ile ilgili tumturaklı, politically-correct mesajlar atarız; bir bakmışız ki Kürt Sorunu şıppadanak çözülmüş; çözülmüş ama rüyamızda çözülmüş.

Ne Abdullah Öcalan’ın tecridinin kalkmasıyla ne de Selahattin Demirtaş’ın cezaevinden çıkmasıyla Kürt Sorunu çözülebilir. Hiç kuşku yok ki tecrit de yargısız infaz da önemli sorunlar ve bu sorunlara önyargılardan uzak, hakkaniyetle ve insafla yaklaşmak zorundayız/zorundalar ama kabullenmemiz de gerekiyor ki bunlar, Kürt Sorunu’nu çözmenin sine qua non (ön)koşulu değiller. Tıpkı asimilasyonun, yok saymanın, ötekileştirmenin de bir çözüm olarak dayatılamayacağı gibi. Toplum(sal kurumlar), halk çözüm sürecinin aslî faili değilse, insanlar konuşmuyorsa, konuşamıyorsa bir çözümün bulunamayacağını da anlamak zorundayız.

Kürt Sorunu’nun, Türkler ile Kürtlerin siyasî liderlerinin, kanaat önderlerinin at pazarlıklarıyla, al takke ver külah müzakereleriyle, enseye tokat el sıkışmalarıyla, masaya oturmalarıyla, gülücükler dağıtmalarıyla, “Bir de kaynıma sorayım(!)” kabilinden naiflikleriyle çözülebileceğini sanmak için ya fazlasıyla saf ya da fazlasıyla hin olmak lazım diye düşünüyorum. Çünkü ne Türkler homojen bir kitle ne de Kürtler. Genç Türkler ne düşünürler; ya yaşını başını almış Kürtler? Peki Kürt ve Türk kadınlar? Ya sosyalist, milliyetçi, cumhuriyetçi, muhafazakâr, liberal Türkler ve Kürtler ne düşünürler? İşçi Kürtler, emekçi Türkler ne diyorlar… Siz söyleyin üstünü: Toplum, halk, onun her bir unsuru, kesimi ne düşünür; çözüm sürecinden ne bekler, nasıl bir çözüm süreci tahayyül eder, neyden çekinir, neye cesaret edebilir, neyi ister bilmeden; halkın bizzat kendisi konuşmadan, halkın bizzat kendisi söylemeden, eteklerindeki taşları dökmeden, düşündüklerini karnından değil ağzından, özgürce ifade etmeye başlamadan Kürt Sorunu çözülmedi, çözülmez; çözülmeyecektir de.

Siyasilere düşen ifade ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engelleri kaldırmak ve susmaktır ki sükut altındır derler. Ya düşünemeyen, konuşamayan, örgütlenemeyen, sokağa çıkamayan, yazamayan, ifade edemeyen bir toplumun bizzat kendi teninde, etinde, kemiğinde, iliğinde hissettiği bir sorunu çözebileceğini düşünecek kadar ahmak olmayın ya da  bizi, Kürt Sorunu’nu  sadece ama sadece sizlerin çözebileceğinize inanacağımızı düşünecek kadar ahmak sanmayın lütfen. Çünkü Kürt Sorunu, ne olası bir anayasa değişikliği için cepheyi  genişletmenin payandası olacak kadar basit ne bir daha cumhurbaşkanı seçilebilmek için uygulanabilecek bir politik stratejinin manivelası olacak kadar sıradan ne Öcalan’a havale edip kaçıp kurtulacak kadar şıpınişi ne de Çekirdeksiz Nar ve Tropikal Meyve Festivali’nden gülücükler dağıtarak çözülebilecek kadar kolay bir sorun.

Keyifli günler…

[1] https://www.diken.com.tr/dem-partiden-bahceliye-tecriti-kaldirin-ocalanin-ne-dedigini-gorelim/

[2] https://tr.euronews.com/2024/10/15/bahceliden-ocalana-cagri-ciksin-terorun-bittigini-ilan-etsin


Mete Kaan Kaynar Kimdir?

1972 yılında Ankara’da doğan Prof. Dr. Mete Kaan Kaynar, Hacettepe Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans ve doktorasını aynı bölümde tamamladı. Çalışmalarına bir süre Westminster Üniversitesi, Centre for Study of Democracy’de misafir araştırmacı olarak devam etti. Halen Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Siyaset ve Sosyal Bilimler Anabilim Dalı öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Türkiye siyasî hayatı ve kurumlarının yapısı, tarihsel dönüşümü, işlev ve işleyişlerini konu edinen çeşitli makale ve kitapların yazarlık ve editörlüklerini yapmıştır. Bunun yanında muhtelif gazete, dergi ve haber platformlarındaki güncel yazılarına da devam etmektedir. Mete Kaan Kaynar, Ankara Dayanışma Akademisi Kooperatifi (ADA), Bilim, Sanat Eğitim, Araştırma ve Dayanışma Derneği (BİRARADA), Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen) 5 Nolu Şube ve Özgür Üniversite gibi kuruluşların gönüllüsü, Devrim Deniz, Umut Nazım ve Ekin Eylem’in babasıdır.