YAZARLAR

Cumhurbaşkanı rejimi ve elemanları

Erdoğan’ın kendi kendine açığa vurdu şey o kadar sembolik ki: 128 maddelik anayasa. Bir yolsuzluk iddiasıyla özdeşleşmiş sayı kadar maddesi olan “yeni” bir anayasa…

Bu yazının iki iddiası var: Birincisi, Türkiye’de rejimin çeteleşmesinin vardığı boyutun AKP’nin uzun tek parti iktidarının dinamiği ile doğrudan bağlantılı olduğu; ikincisi, 2017 yılında gerçekleşen rejim değişikliğinin de bu bağlantı çerçevesinde okunması gerektiği.

AKP’nin yirminci yılına yaklaşan tek parti iktidarı siyasal meşruiyeti olmayan ittifaklarla sürdü. Dinamiği, 2000’li yılların ortasında da buydu, bugün de bu. Koalisyonlar, demokratik seçimlere girmiş partilerin, başka partilerle birlikte yaratılan çoğunluğa aldıkları oy oranında katılmasına dayanır. Temsil ilişkilerinde genelde bu oranlar gözetilir. Bazen küçük de olsa kilit oranda oy sahibi olan partilerin temsil gücü artar, bazen azalır. Ama sonuç olarak koalisyon aracılığıyla yaratılan çoğunlukların temsil mekanizmaları içinde bir karşılığı vardır, çoğunluğu yaratan partiler ayrı seçmen tabanlarına ve bu tabandan yükselen demokratik taleplere dayanırlar ve siyasal uzlaşma ararlar. Koalisyon içerisinde hem seçmen taleplerinin temsili hem de uzlaşmanın politik zeminleri vardır.

AKP 2002 seçimlerinde tek başına iktidar oldu. Nasıl? Yüzde 35’in altındaki oy oranıyla parlamentodaki sandalyelerin yüzde 66’sına sahip olarak. AKP’nin tek başına iktidarını başlatan işte buydu. Koalisyon kurmasına gerek olmadan yüzde 35’in altındaki seçmen desteği ile hükümeti tek başına oluşturdu. 2007 seçimlerine kadar görülmemiş oranda bir meşruiyet krizi vardı ve bu krizi siyasal temsil gücüne sahip olmayan aktörlerle aştı. 2007’de muhalefetin de katkısıyla krize dönüşen cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında bir anayasa değişikliği yapıldı ve cumhurbaşkanına demokratik meşruiyet bahşeden anayasa değişikliği yapıldı. Genel seçimlerde, AKP’nin seçmen desteği arttı. Aldığı oy, yüzde 46,5’a çıkmıştı. 2007 sonrasında parlamento dışından güç devşirilmesine devam etti, bu yıllarda devlet içinde bir tür iç savaşa dönüşen mücadelede AKP’nin desteği demokratik temsil gücüne sahip siyasal partiler yerine devlet içine yerleşmiş Fethullahçı çeteleşme oldu. Türkiye’ye çok ağır bedeller ödetecek olan bu ittifak 2010’da yapılan anayasa değişikliği ve AKP’nin yüzde 50’ye yakın seçmen desteği aldığı 2011 seçimlerinde sürdü.

Siyasal temsil gücüne, demokratik meşruiyete sahip olmayan; bir legal siyasî yapının yasalarca belirlenmiş kurallarına göre değil, dinî bir cemaatin dışarıya kapalı kurallarına göre örgütlenen bir yapının yargıda, mülkî idarede, eğitimde ve orduda kurduğu hakimiyetin yolu AKP’nin siyasal alanın dışına taşıdığı ittifak stratejisi ile açılmıştı. Bu stratejinin Erdoğan açısından da Fethullahçılar açısından da kendi çıkarlarını gerçekleştirmeleri bakımından faydası açıktı. Erdoğan hem devlet içine yerleştirilmiş bir aygıt olarak, özellikle yargıda ve mülkî idarede bu yapıyı kullanıyor hem de yaşanan “kazalarda” siyasal sorumluluğu üstlenmiyordu. 2011’e gelene kadar ve sonrasında Türkiye burjuva demokrasinin kurumları bu iki şey tarafından oyuldu. Birincisi Erdoğan’ın siyasal sorumluluğu üzerinden atarak bütün krizlerde sadece kendini oylatan plebisiter bir diktatörlük kurma çabası, ikincisi de devletin kurumsuzlaşmasının, yasa dışına çıkmasının bir aracı olarak Fethullahçıların kullanılması. 2013’te gerçekleşen Gezi direnişi demokratik meşruiyet sorusuna en güçlü yanıt olarak halkın kendini göstermesiydi. Birlikte kriminalize edilmeye çalışıldı.

İttifak “ne istediniz de vermedik” sorusuyla bitti. Erdoğan’ın, meşru siyasetin dışında, yasalarca çerçevelenmemiş hatta alternatif yasa ve hiyerarşilerle örgütlenen bir grupla kurduğu ittifak, kurulurken olduğu gibi dağılırken de meşru siyasetin araçlarıyla olmadı. Birlikte kurdukları havuzlar, para sayma makineleri vs. açığa çıkarken son hamlede silahlar konuştu.

Bu arada 2014’te cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan’ın partisi –o zaman cumhurbaşkanının partili olması yasak olmasına rağmen Erdoğan seçim mitingleri düzenliyordu- 2015’te tek başına iktidarını kaybetti. Bu dönemde yine siyaset dışında oluşan yeni ittifaklar kendini gösteriyordu. Bugün adından bahsettiren Sedat Peker o günlerde Erdoğan’ı destekleyen mitingler düzenliyor, meşru siyasî partileri tehdit ediyor, haddini aşan yurttaşları vahşice öldüreceğini söylüyordu. Peker’in kendi deyişiyle o günlerde bir korku iklimi yaratılmalıydı. Yeni ittifak 2015 yılındaki iki seçim arası dönemde yine meşru siyasal zeminlerin dışında kuruldu. AKP, ülkenin içine düşürüldüğü şiddet ortamının içinde 1 Kasım 2015’te yeniden tek başına iktidar oldu. Orduda edindikleri gücü son kozları olarak kullanan Fethullahçıların darbe girişimi –ki o gece tam olarak hâlâ açıklığa kavuşmuş değil- sonrasında sadece darbe girişiminin failleri değil, bununla hiçbir ilgisi olmayan hatta ömrü bu çeteleşmeyle mücadelede geçmiş muhalifler de kamu görevinden çıkarıldı ya da cezalandırıldı. Ülkede bütün demokratik siyasal kanallar kapatıldı; en etkin muhalefet partisi olan HDP’nin Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde milyonlarca oy alan eş genel başkanı Demirtaş başta olmak üzere siyasetçiler ve parlamento rehin alındı; basın, televizyonlar, miting meydanları, muhalefetin ne olanağı varsa hepsi muhalefetin elinden alınmaya çalışıldı çalışılıyor.

OHAL, AKP ve Fethullahçıların ittifakında taşları döşenen düzenin başka araçlarla devamıydı. Erdoğan olağanüstü hali anayasal sınırların çok çok ötesine geçerek kullandı ki, artık en üstün bir norm olarak bahsedilebilecek bir anayasa da kalmadı. Bu koşullarda gerçekleştirilen anayasa değişikliği ile kurulan rejim ve seçim kanunlarında yapılan değişikliklerle kurulan ittifak sistemi; devlet içinde kullandığı gücü temsil ettiği seçmenden almayanların yönettiği bir devlet aygıtı ile sürekli siyasal sorumluluktan kaçabilen ama her şeye yetkisi olan bir cumhurbaşkanı birlikteliği hayalini gerçek yaptı. İşte Türkiye’de çok uzun bir zamandır var olan devletin yasa dışı faaliyetlerini ‘elemanlarına’ yaptırması meselesindeki dönüşümün zemini buradadır. Devlet ve mafyanın ayrılamayacak denli iç içe geçmesinin zemini, demokratik siyasetin buna karşı bu kadar ilgisiz kalmasının nedeni bu niteliksel dönüşümdür.

Erdoğan, son konuşmasında parlamenter demokrasinin Türkiye için bittiğini söyledi. Parlamenter sistemi sona erdirmek için, yasamada oluşan demokratik meşruiyetin dışındaki yasal çerçevesi olmayan “güç”lerle ittifak kurmuştu. Bu güç o dönemde Fethullahçılardı. Parlamenter sistemi yıkmayı böyle başardı, yeni rejimi ise 1990’larda devletle iç içe geçmiş ve bugün yüzlerini yeniden gösteren “güçlerle” kurdu. Şimdi ise bunların siyasal iktidarla hangi ilişkilere girdiğini kamu ihalelerinden, mafya ifşalarından, içişleri bakanı monologlarından açıkça görebiliyoruz. Erdoğan’ın kendi kendine açığa vurdu şey o kadar sembolik ki: 128 maddelik anayasa. Bir yolsuzluk iddiasıyla özdeşleşmiş sayı kadar maddesi olan “yeni” bir anayasa…

Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi olarak adlandırılan sistemin özü, gücünü demokratik meşruiyetlerinden, temsil kapasitelerinden almayan yapı ve elemanların iktidar ile iç içe geçmesidir.


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.