Cumhuriyet'in 100. yılına ve 28 Şubat'a dair
Geçmişin sağlıklı bir muhasebesini yaparak yeni bir sayfa açmalıyız. Geleceğin dünyası bin yıllardır uğrunda savaşılan, kan dökülen, acı üreten tüm etiketlerin üstünde insan olmakta buluşmak olmalı.
Hüda Kaya*
Yirmi yıldan fazladır 28 Şubat'ın her yıldönümünde, ailemle birlikte, on binlerce kadın ve erkeğin okullarından veya mesleklerinden uzaklaşmak zorunda kalmış oldukları, yaşadıklarımız, hapislerimiz, işkenceler ve idamlarla yargılanmalarımız zaten hep konuşuluyor ve tartışılıyor olduğundan, bu yazı için de "Şunları şunları yaşadık" demekten, somut örnekliklerden bahsetmektense, o günlere bugünden bakarak hâlâ nerede olduğumuzun, nerede durduğumuzun bir tespitini yapmaya çalışacağım.
Genel anlamda ülkemize baktığımızda, kadınlarımızın çoğunluğunun modernizmin ve gelenekçiliğin kıskaçları arasında var olmaya ve yolunu bulmaya çalıştığını görmekteyiz. Bu başlıklar altında elbette, kadınlarımızın, halklarımızın etnik, cinsiyetçi, inançsal ve mezhepsel vd. sebeplerle maruz kaldıkları etkileri de unutmamalıyız.
100 yıllık Cumhuriyet döneminin başta kadınlar olmak üzere bizlere neler kazandırdığı ve eksilttiğinin, doğrularıyla ve yanlışlarıyla sağlıklı bir muhasebesinin hâlâ yapılamamış olmasının elbette pek çok sebebi var. Zira ya muhafazakâr körlük ve bağnazlıkla ya da ideolojik sekülerizm ve laikçilik ile toplum üzerinde tahakküm oluşturulmaya ve politikalar geliştirilmeye çalışıldığından, rövanşist yaklaşımlardan kurtularak sağlıklı, özgürlükçü, demokratik ve laik bir anlayış bu topraklarda anlaşılamadı ve gerçekleştirilemedi.
Bütün bu tahakkümcü yaklaşımların ve politikaların hedefinde kadınlar hep daha fazla etkilenen kesimler oldu.
Dayatmacı modernizmin baskıları ne kadar yıkıcı, travmatik, bölücü, ayrıştırıcı ve cinsiyetçi olduysa, gelenekçi muhafazakârlıktan etkilenen kadınlar için de sonuçlar hep benzer olmuştur. Her kesimin kadınları eril ve ideolojik tahakkümcü politikalardan farklı şekillerde etkilenmiş olsalar da istisnalar haricinde, pek de birbirlerinin dünyasını, dilini, acısını anlamaya yaklaşmak, dayanışmak ve ortak çözümler veya politikalar geliştirebilmek pek mümkün olamamıştır.
Bireyler gibi medeniyetlerin, toplumların ve yönetimlerin de inişleri, çıkışları, hastalıklı, zayıf dönemleri ve ömürleri vardır. Bazı organlarımızın bazen hastalandığı gibi yönetim organlarının da zaman zaman hastalıklı dönemleri olur. İnsan yaşamı gibi onların da sağlıklı, huzurlu, mutlu ve kendisiyle barışık olması gibi nitelikli ömürleri de olabilir.
Kendisiyle barışık olmayan insan, yaşamı boyunca hem kendisi hem çevresi hem de toplum için bir huzursuzluk ve stres kaynağıdır. Devletler de öyledir. Evet, devlet yapısı gereği iktidarcıdır ve dolayısıyla kendisiyle de halkıyla da barışık olabilmesi daima sıkıntılı olmuştur.
Halkıyla barışıklığı gerçekleştirememiş bir yapı derin bir kriz, huzursuzluk ve zulüm kaynağıdır. Bu tür yapılar halkıyla barış ilişkisi kurmakta zorlanır. Hatta halkı her zaman potansiyel bir tehlike ve huzursuzluğun kaynağı gibi görür. Özgüveni olmayan bir insan gibi çevresiyle daima kompleksli ve çatışmacı bir bakışa sahip olur ve sonuç olarak empatiden yoksun, tek –ben-merkezli, daima karşısındakini -halkı -suçlayan, saldırgan ve problemli bir yapıya sahip olur.
Maalesef ülkemizde de bu yaklaşımdan pek uzak olduğumuzu söyleyebilmek zor. Gençlerden korkan ve güvenmeyen, kadınları eril tahakküme köle etmekten vazgeçmeyen, işçiyi, köylüyü hâlâ efendi olarak göremeyen, yazan, düşünen, sorgulayan ve eğitimli insanları daima yakın takipte olmaları gereken potansiyel tehlike sınıfı olarak gören, cehaletin faziletinden beslenen bir yönetim anlayışı ile tüm insanlarla barışık olabilmeyi bırakın, kendi toplumumuzla nasıl barışık olunabilir? “Yurtta sulh, dünyada sulh” anlayışını pratiğe geçirmek bir yana kendi insanımıza bile nasıl bir barış bilinci kazandırılabilir? Ve böyle olunca ne kadar evrensel bir barış anlayışında ortaklaşabiliriz?
Cumhuriyet ile başta laiklik olmak üzere toplumsal değişim ve dönüşümlerin gerçekleşmesiyle, içinde yaşadığımız Ortadoğu, gelenekçilik ve dincilik atmosferinde son derece önemli gelişmeler sağlanmaya çalışıldıysa da bu sefer de halk modernizmin ve ideolojik kalıpların darağacına çekilmeye çalışılmıştır.
Nasıl ki içi boşaltılmış ve yozlaştırılan bir anlayış ile din- dindarlık değil, dincilik bir ideolojiye dönüştürüldüyse, laikliğin de doğduğu topraklardaki anlayış ve içeriğinden uzak bir ideolojik sapmayla ülkemizde bir sopaya dönüştürüldüğü dönemler olmuştur ve 28 Şubat süreçleri bu dönemlerden biridir.
Her gayrimeşru işlerini, haksızlık ve adaletsizliklerini dincilik kavramlarıyla meşrulaştırmaya çalışan hastalıklı zihniyet, toplum için nasıl bir olumsuzluk imgesine dönüştüyse, laikliğin de o dönemlerde her tür adaletsiz müdahaleler ve zulümler için baskı aracı olarak kullanıldığı bir vakıadır.
28 Şubat süreçlerinin ardından doğan AKP yapılanması, aradan geçen bunca yıla rağmen, toplumun her alanında yaşanan yozlaşma, gerileme, güvensizlik, adaletsizlik, çöküntü, sosyal ve ekonomik çöküş ve zulümlere rağmen hâlâ iktidarda ise bu dönemlerin çok da sağlıklı bir çözümlemesinin, analizinin ve özeleştirisinin yapıldığını söyleyemeyiz.
Bu gerçekliklerin sosyolojisi masa başlarından ziyade halkın içinde, onların dilinden, onların dünyasından, içeriden anlaşılmaya çalışılmadığı müddetçe bir elitizm iddiası ve soyut bir alternatif olmaktan öte geçmeyecektir. Gerekli olan daha içten, daha empatik, daha reel bir yaklaşımdır.
Yukarıdan dikte edilen en olumlu bir yaklaşım bile sosyal yapılarla bir kan uyuşmazlığına sebep olabilir. AKP’nin yoksullar ve kadınlar arasında hâlâ neden güçlü olduğunun gözlemi, insanları hiç aşağılamadan, eleştirmeden daha objektif şekilde analiz edilebilmelidir ve karşı çevreler daha sağlıklı tespitler yapabilmelidir.
Toplum olarak az da olsa kimlikler, ideolojiler, inançlar, mezhepler, etiketler üstü, bir insan olma değeriyle birbirine yaklaşanlarımız var ise de, her kesimin genel çoğunluğunun hâlâ, kendi mahallelerinden, dünyasından, kimliğinden olmayanlara karşı ciddi bir önyargı içinde olmadığını iddia edebilir miyiz?
Mezhepli olmakla mezhepçiliğin, dindar olmak ile dinciliğin, laik olmak ile laikçiliğin ayırımına, bilincine vakıf olamadıkça da bu ön yargılardaki basit indirgemecilik devam edecek gibi görünüyor.
Toplumumuzda insani anlamda yaşanan yozlaşma ve çöküntüyü ifade etmek için bu satırlar elbette yeri de değil yeterli de değil. Şu kadarıyla ifade etmeyi istiyorum yine de.
Hep şikayet edegeldiğimiz insani yozlaşma kesinlikle sadece hep eleştirilegelen iktidar destekleyicisi çevrelere ve muhafazakarlara has bir durum değildir. Ellerinde bulunan güç ile orantılı olarak, aile gücü, hangi seviyede olursa olsun koltuk ve makam gücü, ne çapta olursa olsun sahip olunan ekonomik güç ile muhafazakârıyla, dindarıyla, seküler yaşama sahip olanlarıyla toplumun tüm hücrelerine yayılan bir hastalık gibi bu çürüyüş artarak devam etmektedir.
Tüm kimlik ve etiketlerin üstünde bir yozlaşma ve çöküş yaşanmaktadır toplumumuzda. Bu durum ciddi olarak, insan gibi insan olabilme krizidir. Ve maalesef tüm yapılarımızı, kurumlarımızı ve bireyleri bir kanser gibi kuşatmıştır.
İnsanca bir yaşam derken, adaletli bir toplum derken, herkes için adalet ve özgürlük derken bizlerin yaşam ve düşünce tarzlarımıza en uzak olanları da bu daire içine alamıyorsak, içimize sindiremiyorsak, şekilci yaklaşım ve önyargılarımızdan kopamıyorsak, bu iddialarımız hâlâ birer slogan olmaktan öte geçemeyecektir.
Dolayısıyla yönetimler değişse de rövanşist yaklaşımlar ve politikalardan kurtulmak mümkün görünemez bu durumda.
Bundan sonraki dönemlerde de yeni intikamcı anlayışlarla karşılaşmamak için geçmişte yaşadıklarımızın sağlıklı muhasebesini yaparak yepyeni birer sahife açabilmeliyiz. Geçmişin karmalarından, yüklerinden kurtulmak için doğru yüzleşmeler gerçekleştirebilmeliyiz.
Geleceğin dünyası artık bin yıllardır uğrunda savaşılan, kan dökülen, acı üreten tüm etiketlerin üstünde insan olmakta buluşmak olmalıdır.
Barış, esenlik ve özgürlükler içinde nice yüzyıllara…
*Eski HDP İstanbul Milletvekili