Cumhuriyet’in 100. yılında anayasanın hal-i pür melâli
Türkiye anayasacılığı, kuyrukları birbirine değen ya da değmeyen, iç içe geçmiş çok sayıda ve ortak nitelikleri olsa da her birinin gerekçesi farklı karmaşık sorunlar yumağıyla karşı karşıya.
Murat Sevinç*
Toprağımızda(1), 1876 tarihli ilk anayasa Kanun-ı Esasi’nin ardından anayasa krizi yaşanmış, parlamentodaki muhalefete tahammül edemeyen II. Abdülhamit anayasayı askıya alarak mebusları otuz yıl boyunca toplantıya çağırmamıştı. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanının ardından ilk iş kapsamlı ve ilerici değişiklikler yapmaktı, ancak anayasa kısa süre sonra İttihat ve Terakki’nin ceberut yönetimi elinde kaldı. Millî Mücadele başladı, Ocak 1921’de Teşkilat-ı Esasiye kabul edildi, savaş 1921 Anayasası’yla sürdürüldü. 29 Ekim 1923’te bu metinde değişiklik yapılarak Cumhuriyet ilan edildi, kısa süre sonra, 1924 ilkbaharında Cumhuriyet’in ilk anayasası Teşkilat-ı Esasiye yürürlüğe girdi. İmparatorluk bakiyesinden ulus devlet ilkesine dayanan üniter devlet modeli doğdu.
1924 Anayasası’nda muhtelif değişiklikler yapıldı, tek parti iktidarında anayasa, 1940’lara dek fazlaca tartışılmadı. Demokrat Parti 1950’de iktidar olunca çok partili yaşam ve 1954 seçimleri ardından anayasa yeniden gündemdeydi. DP’nin ‘milli iradeciliği’ çoğunlukçu bir yönetim anlayışına yol verdi. 27 Mayıs darbesi ardından 1961’de kabul edilen yeni Anayasa, söz konusu tartışma ve özellikle CHP’nin Ocak 1959’daki İlk Hedefler Beyannamesi’ndeki önerilerin ürünüydü. Sol-demokrat çevrelerce “anayasa tarihimizin zirve noktası” ifadesiyle anılan 1961 Anayasası, kısa süre sonra Adalet Partisi tarafından kıyasıya eleştirilir hale geldi. Önce 12 Mart 1971 Muhtırası sonrasında ‘geriye gidiş’ niteliğinde değişiklikler geçirdi, 1970’lerde Türkiye sağının ve sermaye sahiplerinin yoğun eleştirilerine maruz kaldı, 12 Eylül 1980 darbesiyle tarihe karıştı.
2007 YILINDA ‘AKP ANAYASACILIĞI’ DEVRİ BAŞLADI
Darbeden iki yıl sonra, anayasa tarihimizin seyrine aykırı biçimde temel hak ve özgürlüklerde gerilemeyi temsil eden 1982 Anayasası kabul edildi. Defalarca değiştirildi. En önemlileri 1995 ve 2001’de gerçekleştirilen anayasa reformlarının ardından, ilk haliyle karşılaştırılamayacak ölçüde derli toplu bir metne dönüştü, buna mukabil ‘dokunulmayan’ sorunlar varlığını sürdürdü. 2007 yılında ‘AKP anayasacılığı’ devri başladı. 2007, 2010 ve 2017 yıllarında yapılan değişiklikler, bir siyasi ideoloji ve liderin arzuları doğrultusunda gerçekleşti. 2017’de parlamenter sistem terk edilerek, herhangi bir demokratik sistemde eşi benzeri olmayan hükümet biçimine, büyük ölçüde yeni bir ‘rejime’ geçildi. Cumhur İttifakı ve Recep Tayyip Erdoğan 2023 seçimini kazandı, muhalefetin sistem değişikliği ve restorasyon hayali (şimdilik) suya düştü. Seçim sonrasında AKP, bir yandan yeni bir anayasaya olan gereksinimden, diğer yandan Anayasa’nın bir-iki maddesinde yapılması muhtemel bir değişiklikten söz ediyor, başörtüsü güvencesi ve aile yapısının korunması gibi gerekçelerle. Hatırlanacağı üzere seçim sürecinde konuyu gündeme getirerek yasak olmayan bir giysiyi yasal güvenceye almak isteyen, Kemal Kılıçdaroğlu idi.
Uzun bir paragrafta özetlemeyi denediğim kısa anayasa tarihimiz, diğer tarihsel süreçler gibi farklı açılardan ele alınabilir. Bir toplumbilimcinin, bir hukukçunun, bir iktisatçının, bir siyaset bilimci ya da tarihçinin yaklaşımı farklıdır, her biri bu bir asırlık tarihe başka pencereden bakar. Olup biteni sınıf çelişkilerini göz önünde tutarak inceleyen biriyle, aynı tarihe liberalizm savunusuyla yaklaşanın, ya da bir Sünni-Türk ile Alevi, Kürt, Gayrimüslim’in değerlendirme ölçütü, tarihte aradığı ve bulduğu izler aynı olmaz.
‘ZATEN, ANAYASALARI YAŞATAN VEYA ÖLDÜREN ŞEY DE İÇLERİNDEKİ KELİMECİKLER DEĞİL, DIŞLARINDAKİ HAYATTIR’
Söz konusu farklı yaklaşımlar bize iki başat ilke sunar: İlki, anayasa tarihi ya da anayasal gelişme gibi kavramlar ideoloji yüklüdür ve siyasi mücadelenin ürünüdür. Anayasaların bir sınıfsal niteliği vardır. Dolaysıyla hiçbir yer ve zamanda, tüm kesimlerin çok beğeneceği ve sahipleneceği bir anayasa yapılamaz; demokratik bir toplum ve anayasa yapım süreci için gerekli olan uzlaşma, herkesin herkese uyum sağladığı ya da sağlamak zorunda olduğu bir durumu betimlemez. İkincisi, anayasa metinleri anayasalar tarihinin yalnızca bir parçasıdır. Yürürlükteki anayasa ya da yeni bir anayasa üzerine konuşmak, muhtelif sayıda madde önerileri toplamı üzerine değil, o metin ve metin dışındaki ‘şeyler’ hakkında konuşulduğu anlamına gelir. Mümtaz Soysal’ın, 1962’deki bir çevirisinin (Federalist Yazılar’ın bir kısmı) başlangıç sayfalarındaki tespiti, bu nedenle hayatiydi: “Zaten, anayasaları yaşatan veya öldüren şey de, içlerindeki kelimecikler değil, dışlarındaki hayattır.”
Osmanlı-Türk anayasaları serüvenini, bugün gelinen yeri ve geleceği layıkıyla değerlendirebilmek, ancak söz konusu somut olguların göz önünde bulundurulmasıyla olanaklı. Anayasacılığın ne geçmişi ne geleceği, sınıf mücadelesi, kimlik çatışmaları, kuruluş aşamasında benimsenen ilkeler, o ilkelerin on yıllara yayılan yorum ve uygulaması, iç ve dış siyaset, toplumun başat değer ve nitelikleri göz önünde bulundurulmadan anlaşılabilir. Cumhuriyet anayasacılığı ve Cumhuriyet devrinin anayasal sorunları, bu yıl 100.yılı kutlanacak Cumhuriyet’in, anayasa metinlerindeki sözcükler dışındaki tüm nitelikleriyle birlikte düşünülürse anlamlı hale gelir.
1876’DAN BUGÜNE, KOLAYA KAÇILARAK HEMEN HER ZAMAN ANAYASA VE YASALAR SUÇLANDI
Peki, Cumhuriyet’in 100. yılında biri çıksa ve “Boşver geçmişi, şu anda bizim temel derdimiz nedir, önceliklerimiz nelerdir, ne olmalı?” sorularını yöneltse, nasıl yanıtlanabilir?
Türkiye anayasacılığı, kuyrukları birbirine değen ya da değmeyen, iç içe geçmiş çok sayıda ve ortak nitelikleri olsa da her birinin gerekçesi birbirinden farklı karmaşık sorunlar yumağıyla karşı karşıya. Bunların bir kısmının anayasa metninden kaynaklandığına kuşku yok, ancak yalnızca bir kısmının. Türkiye ‘kurumsalcı’ tutumla malûl bir ülke. Sorunların asıl gerekçelerinin dikenli alanına girmeden, hemen her sorunun ‘liyakat sahibi’ kadrolar ve onların ihdas edeceği ‘kurumlar’ ile çözülebileceği kanısı çözümsüzlüklerin tarihsel nedenlerinin teknik gayretkeşlik içinde gölgelenmesine neden oluyor. Bu, yeni bir durum da değil, anayasa tarihimizin en belirgin marazlarındandır. Burada, Türkiye anayasa tarihi okumaları için eşsiz kapılar aralayıp anahtar kavramlar öneren Mümtaz Soysal’ın, bundan tam 63 yıl önce, 27 Mayıs darbesi ardından kaleme aldığı “Suçsuz Anayasa” yazısını anmak isterim. ‘Suçsuz’ sözcüğünün altını özellikle çizmek gerekir, zira 1876’dan bugüne, kolaya kaçılarak hemen her zaman anayasa ve yasalar suçlandı. Doğru, 1961 Anayasası pek çok bakımdan son derece ilerici bir anayasaydı, ancak mesele 1961 Anayasası’nın önceki dönemde yaşanan sorunların çözümüne yönelik demokratik hükümlerinden çok, 1950 sonrasındaki çatışmanın 1924 Anayasası’nın metninden kaynaklanıp kaynaklanmadığı. Soysal’ın 1 Ağustos 1960’ta Forum’da yayınlanan ve 1924’ü ‘yanlış’ değil, olsa olsa ‘eksik’ bir anayasa olarak tanımladığı yazısı bu nedenle aydınlatıcı:
“1924 Anayasasının büyük talihsizliği, Westminster usulü bir demokrasinin işleyişiyle ve modern devlet idaresi anlayışiyle en iyi uzlaşabilecek bir vesika olmasına rağmen, kendi dışındaki sebeplerle ortaya çıkan durumlardan sorumlu sayılmasındadır. Gerçekten, 27 Mayıs hareketinden önceki durum 1924 Anayasasının hükümlerinde doğmuş değildir; o durumun gerçek sorumlularından olan seçim sistemi Anayasayla getirilmiş değildir; o durumun gerçek sorumlularından olan karakter zayıflıkları, sorumsuz önderlikler ve aslında bütün millete maledilebilecek kusurlar, Anayasadan doğmuş değildir; karanlık unsurlara yaranıp koca meydanlarda kurban kesme yarışına girişenleri, devletin en sorumlu makamlarında akla, bilgiye, çalışkanlığa yüz çevirenleri ve nihayet bütün bunlar olurken susanları, küçülenleri 1924 Anayasası yaratmamıştır. Bütün bu temel sebepler ortadan kalkmadıkça, 1924 Anayasası bile 27 Mayıs öncesindeki durumun ortaya çıkmasına engel olamazdı.” Mümtaz Soysal yazısını şu cümleyle bitirir: “Niçin, suçluluk aynasında kendi hayalimizi geriye itip, 1924 Anayasasını öne sürüyoruz?”
Metinleri ve uygulamayı gözardı edip önemsizleştirmeden sorunların kaynağının tespitinde hukuk metinlerinin dışına dikkat çeken çok yerinde bir yaklaşım bu. Türkiye’de pek âdetten olmasa da, “suçluluk aynasında kendi hayalimizi geriye itmemek” kaydıyla tabii. Görüldüğü üzere, bir anayasa yazısında söz döndü dolaştı ve bir kez daha insana, kendimize ve doğaldır ki toplumun kumaşına geldi. Toplumsal koşulların etkisiyle şekillenmemiş bir insan ve insansız anayasal düzen olmayacağı için.
ŞU HÂLDE, 1982 ANAYASASI İÇİN ‘SUÇSUZ’ NİTELEMESİ KULLANILABİLİR Mİ?
Demek ki, “Derdimiz nedir, ne olmalı, ne yapılmalı?” vb. sorularının yalnızca bir ve basit yanıtı yok. Buna mukabil herhangi bir yanıt verilebilmesi, öncelikle bir dert, her ne kadar herkes farklı biçimde tanımlayacak olsa da bir anayasa sorunu olduğunun kabulünü gerektiriyor ve görünen o ki farklı siyasi kamplar yeni bir anayasa yapılmasından yana. Şu hâlde, 1982 Anayasası için ‘suçsuz’ nitelemesi kullanılabilir mi?
AKP’NİN ÜLKE ANAYASACILIĞINA VERDİĞİ EN BÜYÜK ZARAR
Osmanlı-Türk anayasacılığında geriye gidişi temsil eden, yurttaşa karşı devleti, emekçiye karşı işvereni korumayı ve topluma siyaseti neredeyse yasaklamayı marifet sayan 1982 Anayasası, özellikle kapsamlı 2001 değişikleri ardından epeyce değişmiş, demokratik yoruma daha uygun hale gelmişti. Yinelemekte yarar var, anayasal ilkeler yoruma muhtaçtır ve bir yorumun/uygulamanın özgürlükçü çizgide olmayışı genellikle anayasaların-yasaların yetersizliğinden kaynaklanmaz. Ancak, değişiklikleri bir parti, kişi ve siyasi ideoloji doğrultusunda gerçekleştirmeye yönelik ‘AKP anayasacılığının’ başladığı 2007 yılından itibaren, özellikle 2017 değişikliği ardından, hâlihazırdakinin artık dikiş tutmaz bir metne dönüştüğü de doğru. 2017’de yapılan, adını doğru koymak gerekir, türev kurucu iktidar yetkisi kullanarak asli kurucu iktidar kılığına bürünen iktidarın rejim değişikliği çabasıydı. AKP’nin ülke anayasacılığına verdiği en büyük zararın, 2007’den itibaren önayak olduğu değişikliklerde kısa vadeli siyasi çıkarları anayasa değişikliğinden umulan kamu yararının önünde tutması olduğu kanısındayım. Bu tavrın bir diğer görünümü, yürürlükteki anayasayı umursamamak, temel ilke ve normları ‘gerektiğinde’ görmezden gelmek, güncel deyişle ‘anayasayı askıya almak’ ya da ülkeyi ‘anayasasızlaştırmak.’ Son yıllarda, Ernst Fraenkel’in Nazi Almanya’sında devlet pratiğini ‘tedbir devleti’ ve ‘norm devleti’ ikiliğinde ele alan ‘İkili Devlet’ kitabının Türkiye’ye dair tartışmalarda sıklıkla gündeme gelmesi rastlantı olmasa gerek.
TBMM YENİ BİR ANAYASA YAPABİLİR Mİ?
Önümüzdeki dönemde yeni anayasa tartışmasının bir kez daha başlaması yüksek olasılık. Milletvekili dağılımı ve muhalefet partilerinin niteliği düşünüldüğünde, iktidarın hazırlayacağı bir metne ‘muhalefet’ sıralarından şu ya da bu ölçüde destek gelmesi ihtimal dahilinde. O durumda, öncelikle TBMM yeni bir anayasa yapabilir mi, bir başka söyleyişle ‘asli kurucu iktidar yetkisi’ kullanabilir mi, anayasa yapımının yolu yordamı ne olmalı gibi tartışmalar gündeme gelecektir. Ancak bu muhtemel tartışmaları zamanı geldiğinde açmaktan yanayım. Konuya ilişkin Andrew Arato’nun çalışmalarını ve kurucu iktidar/kurucu meclisler üzerine Türkçe’de yayınlanan en etraflı ve özgün çalışmanın yazarı Öykü Didem Aydın’ın “Biz, Halk: Egemenliğin Sahibi” (2011, Yetkin Yayınları, Ankara) başlıklı kitabını hatırlatmakla yetiniyorum.
Diyelim iktidar cenahı hakikaten yeni bir anayasa projesiyle çıktı ortaya ve muhalefetten de kısmi bir destek buldu. Bu durumda ilk sorgulanması gereken bir anayasanın yapımı için gerekli asgari koşulların bulunup bulunmadığı olmalı. Anayasalar son derece zorlu zamanlarda da yapılabilir, örnekleri var, ancak çoğulculuktan söz ediyorsak eğer, şu anki parti-devlet rejiminde özgür bir tartışmanın imkanının bulunmadığını kabul etmek için iktidar çevresinden olmamak yeterli. Kişisel kanaatim, anayasayı askıya almış ve seçim sürecinde tüm hukuk dışılıkları Yüksek Seçim Kurulu (YSK) eliyle kabul ettirmiş bir rejimin, demokratik tartışma ve katılma ortamını yaratmak için çaba harcamayacağı yönünde.
YÜRÜRLÜKTEKİ ANAYASA VE YASALAR BİR GECEDE KÜL OLSAYDI NE YAPARDIK?
Yeni anayasa tartışmasının başladığını ve kurucu meclis tartışmasının aşıldığını varsayalım. Ardından “Ne yapılmalı?” sorusu gündeme gelecek.
Sorunun yanıtının, ancak absürt bir başka soru üzerine düşünerek verilebileceğini düşünüyorum: Yürürlükteki anayasa ve yasalar bir gecede kül olsaydı ne yapardık?
Bu, kurucu metinler üzerine düşünmeyi, onların niteliğini ve hedefini anlamayı kolaylaştıran bir soru bana kalırsa. 19. yüzyılda Ferdinand Lassalle tarafından sorulmuş. Lassalle’ın sorusu üzerinde uzunca duracağım.
ANAYASAL SORUNLAR İLK ELDE HUKUK SORUNLARI DEĞİL, GÜÇ SORUNLARIDIR
İki yıl önce ‘Karl Marx ve Ferdinand Lassalle/ Anayasa Sorunu- Seçme Yazılar’ başlıklı kitap yayınlandı. (KOR Kitap, 2021, Çeviren Barkın Asal) Derlemede, Prusyalı hukukçu düşünür sosyalist Lassalle’ın (1825-1864) 1862’de yazdığı “Anayasa nedir?” başlıklı güzel bir makale var. Lassalle diyor ki: “Şimdi arşivleri, kütüphaneleri ve depoları, hatta hanedan matbaasını ortadan kaldıran Hamburg’daki gibi büyük bir yangın vakasını farz edelim ve bunun dışında koşulların dikkat çekici içtimaı sayesinde, monarşinin diğer şehirlerinde aynı şeyin yaşandığını ve Resmî Gazetelerin bulunduğu özel kütüphaneler için de bunun geçerli olduğunu, öyle ki Prusya’da aslına uygun biçimde tek bir yasa kalmadığını farz edelim.”
Anayasal sorunlar ilk elde hukuk sorunları değil, güç sorunlarıdır, diyen Lassalle, anayasa tanımını bu ‘yokluk’ durumu üzerine kurmuş ve kâğıt üzerindeki anayasa ile toplumdaki güç ilişkilerine dayanan gerçek anayasa arasındaki farkı, mevzuatın var olmadığı koşullarda kavramaya çalışmış. Öncelikle, kâğıt üzerindeki anayasayı tanımlayarak hukukçuların “Anayasa nedir?” sorusuna verdikleri bildik yanıtları özetlemiş, ardından hiçbir biçimsel tanımın kendi sorusunun yanıtı olmadığını dile getirip “Anayasa nedir, anayasanın özü nedir?” sorularının yanıtını aramayı önermiş. “Anayasa, olağan bir yasadan nasıl farklılaşır?” Bir temel yasa hangi güç ilişkileri sonucunda temelde yer alır: “Beyler tabii ki bu şey vardır ve bu şey, verili bir toplumda güç veya kuvvetlerin fiili ilişkisinden başka bir şey değildir. Bütün toplumlarda, bu toplumların bütün yasalarını ve yasal ölçütlerini belirleyen bu tesirli ve etkin gücü meydana getiren, gerçek güç ilişkileridir. Bunu öyle esaslı bir şekilde yapar ki, yasalar ve yasal ölçütler hiçbir bakımdan olduklarından başka türlü olamazlar.”
Yazara göre “Yasalar yok olmuş olabilir, ama ordu bana itaat ediyor, benim emrimle yürüyor; komutanların silah depolarından ve kışlalardan topları çıkarttırması ve topçu birliklerini sokaklarda yürütmesi benim emrim sayesindedir. Bu fiili kuvvete, gerçek güce dayanarak, bana benim istediğimden başka bir yer vermenizi hoş görmem.” Demek ki ordunun ve topların itaat ettikleri bir kral, anayasanın bir parçasıdır. Peki, soylular ve köylüler? “…soylular, büyük toprak sahipleri, hanedanın ve kralın etrafında her zaman büyük bir etkiye sahiptirler ve bu etki sayesinde; orduyu ve topları, bu kuvvet araçlarını doğrudan kendi emirlerine amadeymiş gibi hareket ettirebilirler. Gördüğünüz gibi beyler, hanedan ve kral üzerinde etkisi olan soyluluk da anayasanın bir parçasıdır.” Lassalle’da söz konusu olgular, içtihatlar, kamu hukuku ilkeleri, ayrıcalıklar, statüler, imtiyazlar, bütün olarak ülkenin anayasasını oluşturur ve hepsi bir arada, bir ülkedeki güçlerin gerçek ilişkisinin doğal ve basit ifadesidir.
Diğer yandan, ‘ne yapılmalı?’ sorusu, ‘kimlerin katılımıyla yapılacak?’ sorusunun yanıtına bağlı. Bu nedenle burada sözü Lassalle’dan alıp Cemil Oktay’a vermek ve Oktay’ın zamanında kaleme aldığı bir yazısındaki (1999, Hum Zamirinin Serencamı, Bağlam Yayınları), Al-i İmran suresine atfını hatırlatmak istiyorum: “Veşawir’hum fi’l-amr: ‘Bir hüküm verirken, bir şey yaparken onlara danışınız.’”
Oktay, I. Meşrutiyet’in uzun soluklu olamayışının nedenini, muhalefetin niteliğini sorgularken şöyle diyor: “Kanun-u Esasi üzerindeki en hararetli tartışmaların sonuçta bir gramer tartışmasına dönüşmesi, günümüzde belki birçok kişiye yadırgatıcı görünebilir. Ne var ki, ‘Hum’ zamirinin kimleri belirlediği sorusunun yanıtı, tartışmaların en can alıcı noktasını oluşturmuştur... ‘Hum’ zamiri tartışması nereden kaynaklanıyordu? Al-i İmran Suresi’nde ‘Veşawir’hum fi’l-amr’ denilmişti... Bu Kur’an sözündeki ‘onlar’dan kimlerin anlaşılması gerektiğine gelince, yaklaşımlar o denli farklı olabiliyordu ki, taraflardan birine göre diğeri, en ölçülü deyişle ‘fesat erbabı’ydı.”
OSMANLI-TÜRK ANAYASACILIĞINDA, GENİŞ HALK KİTLELERİ YA DA DIŞLANMIŞ YURTTAŞ KÜMELERİ, ‘ONLAR’ OLABİLDİ Mİ?
Çok hoş bir yaklaşım ve soru bu. Kimdir onlar? Oktay’ın ifadesiyle, ‘Hum’ zamiri kimleri kastediyordu? “...gramer tartışmasının altında yatan asıl neden de işte bu çatışma oluyor. ‘Hum’u yalnızca Müslümanlarla sınırlandırmak ya da ‘Hum’dan dinsel cemaati ne olursa olsun bütün ahaliyi anlamak, zihniyet farklılıklarına göre belirlenen yorumlar. Bu arada, kafalarda kimi belirliyor olursa olsun, ‘onlar’a danışma fikrini bile zor benimseyenler vardır...” Osmanlı-Türk anayasacılığında, geniş halk kitleleri ya da dışlanmış yurttaş kümeleri, ‘onlar’ olabildi mi?
İster Lassalle’ın basit bir soruyla ortaya koyduğu ‘çıplak güç ilişkilerini’, ister Cemil Oktay’ın ‘Hum zamiri’ ile gündeme getirdiği ‘yok sayılanları’ düşünelim, sonunda yöneltilmesi gereken soru şudur: Cumhuriyet’in bu aşamasında müstakbel anayasa nasıl bir anayasa olacak, onu kimler yapacak ve bu kez ‘onlar,’ yeni düzenin neresinde yer bulacak?
Bu satırları yazarken, ülkede hiç tanışmadığım ve muhtemelen tanışmayacağım milyonlarca insan, bir yerlerde bir şeyler yapıyor ve büyük olasılıkla benimle aynı kanaatlere sahip değil. Buna mukabil birileriyle de aynı duygu ve düşünceleri paylaşıyorum. Anayasa ve tüm mevzuat bir günde yanıp kül olsa, o hiç tanımadığımız milyonlarca insan, sayısız kurum, zihniyet ve güç yeni bir yapı kurmak zorunda kalacak. Sözleşme, birbirini tanımayan bunca insanın katıldığı, onayladığı, hatta haberdar olduğu bir uzlaşma metni değil; aksine farklı büyüklükteki pazuların itişip yer kapmaya çalıştığı sürecin sonunda varılan ve hiç kimsenin bütünüyle hoşnut olmadığı, buna mukabil birlikte yaşayabilmek için gerekli olan ‘temel ilkeleri’ belirleyen birkaç sayfalık kâğıda verilen isim. Mesele, kaçınılmaz biçimde bir kuşağın görüşlerini yansıtan sözleşme metninin ve uygulamasının, yurttaşa ‘olabildiğince’ mutlu, eşit ve özgür yaşayabileceği bir ülke vadetmesi.
DÜRÜSTÇE KONUŞMAYI, ANLATMAYI VE DİNLEMEYİ DENEYECEK MİYİZ?
Bunu başarmak için kıtaları yeniden keşfetmeye gerek yok, yeterli birikime sahibiz; ancak öncelikle iki hayati soruyu yanıtlamak durumundayız: Anayasayı güle oynaya askıya alıp bir parti-devlet rejimi kuran neoliberal siyasal İslamcılar, gerek yapım aşaması ve gerekse metniyle demokratik bir anayasa yaratabilir mi? İkinci soru yalnızca iktidarı değil cümle ahaliyi ilgilendiriyor: Bir anayasa tartışmasını, Mümtaz Hoca’nın ifade ettiği gibi, ‘suçluluk aynasında kendi hayalimizi geriye itmeden’ yapabilecek miyiz? Dürüstçe konuşmayı, anlatmayı ve dinlemeyi deneyecek miyiz?
SÜREKLİ YENİ BİR ANAYASA YA DA ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ GEREKLİLİĞİNDEN SÖZ EDİLECEK
Söz konusu sorulara olumlu yanıt verebilecek var mı? Türkiye’de verili koşullar ve genel geçer toplumsal-siyasal-hukuksal kabuller değişmediği sürece, demokratik bir anayasa yapılamayacağı ve herhangi bir anayasa metnine serpiştirilmiş olumlu düzenlemelerin layıkıyla uygulanamayacağı kanısındayım. Önümüzdeki yıllarda da, önceki on yıllarda olduğu gibi anayasa tartışması yapılacak, sürekli yeni bir anayasa ya da anayasa değişikliği gerekliliğinden söz edilecek, onlarca uzman muhtelif konular üzerinde görüş bildirecek, sayısız sempozyum düzenlenecek, komisyonlar kurulacak, anayasa metinleri çöplüğüne gönderilmek üzere yeni metinler yazılacak ve sonunda tatmin edici bir sonuç alınmayacak. Ta ki, yinelemek gerekirse, sorunlarımızı ‘suçluluk aynasında kendi hayalimizi geriye itmeden’ konuşabileceğimiz ve siyasal/toplumsal açmazlarımızı çoğu zaman olduğu gibi hukuk metinlerine havale etmekten vazgeçeceğimiz güne dek. Hal böyleyken, anayasacılığımızın Cumhuriyet’in 100. yılına bir yandan büyük bir birikim, diğer yandan aynı ölçüde başarısızlık ve yorgunlukla girdiğini dile getirmek mümkün.
*KHK’li akademisyen/yazar
(1) Bu yazı, Birikim Dergisi’nin Şubat-Mart 2023 sayısında (406-407) yayınlanan “Anayasayı suçluluk aynasında kendi hayalimizi geriye itmeden konuşabilmek” başlıklı makalenin kısaltılmış ve değişiklikler yapılmış halidir.