Cumhuriyet'in 100. yılında demokrasiye yerelden bakmak

Türkiye’nin yüz yıllık Cumhuriyet tarihi içinde yerel yönetimler demokrasinin gelişimi için alan açabildiler mi? Ya da demokrasinin gelişmesi için yerel yönetimlere alan verildi mi?

Google Haberlere Abone ol

Hayriye Ataş*

Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci yüzyılında ilk sıcak gündemimiz kuşkusuz yerel seçimler olacak. Önümüzdeki yerel seçimler, genel seçim sonuçlarının gölgesinde kalmış gibi görünse de, ülke demokrasisi için oldukça önemli bir süreç. Geride bıraktığımız yüzyıllık cumhuriyet tarihi içinde yerel yönetimlerin durumuna kabaca bakarsak, yerel demokrasinin ve yerel yönetimlerin ülkenin ağır aksak ilerleyen demokrasisinden çok da ayrıksı hareket edemediğini, merkez-yerel ilişkisinde kuşku ve güvensizlik bariyerlerinin aşılamadığını ve geçmişten günümüze merkezi yönetimin daima yerel yönetimlerle ilişki biçimini belirleyen başat aktör olduğunu söyleyebiliriz.

Bu genel tespitlerle birlikte, şüphesiz Cumhuriyet yüzyılını tamamıyla kapsayacak şekilde yerel yönetimlerin geçirdiği yasal dönüşümleri ve yerel demokrasinin gelişim süreçlerini bu yazıya sığdırmak mümkün değil. Yazıda amaçlanan sivil toplum perspektifinden modern Türkiye’nin yerel yönetim tarihine ve geleneğine kısaca bakarak; yerel-merkez ilişkisi, yerel demokrasinin gelişim ve gerileme süreçleri ve geleceğine dair değerlendirmeler yapmak olacak.

DEMOKRASİ VE YEREL YÖNETİMLER

Günümüzde demokratik siyasal sistemin kurumsallaştığı ülkelerde yerel yönetimler, denge ve denetleme sistemi içinde yasama, yürütme ve yargı arasındaki yatay güç dağılımında dikey denge ve denetleme mekanizması olarak işlev görürler. Hem sahip oldukları güç, yetki ve kaynaklar yoluyla hem de yerel yönetim süreçlerindeki karar alma mekanizmalarına vatandaşların katılımını da sağlayarak, merkezi yönetimin gücünün dengelenmesi ve denetlenmesine aşağıdan yukarıya katkı sunarlar.

Yerel yönetimler, vatandaşa en yakın yönetim birimleri olmaları itibariyle demokrasinin öngördüğü gerçek bir seçme sürecini, etkili bir vatandaş denetimini ve vatandaş katılımının gerçekleşmesini olanaklı kılarlar.(1) Yerel yönetimler, demokrasinin en temel kurumlarıdır diyebiliriz. Bu bağlamda Keleş yerel yönetimlerin, demokratik gelişmenin, halk katılımının, yerel gelişme potansiyelini harekete geçirmenin ilk ve en elverişli basamakları olduğunu”(2) ifade eder.

Yerel yönetimler ve demokrasi ilişkisine dair farklı görüşler bulunsa da demokratik ülkelere baktığımızda yerel yönetimlerin, demokrasinin gelişmesi ve halkta demokratik kültürün oluşması için kamusal alan ve olanaklar sağladığı tespitinde bulunmak yanlış olmaz. Peki Türkiye’nin yüz yıllık cumhuriyet tarihi içinde yerel yönetimler demokrasinin gelişimi için alan açabildiler mi? Ya da demokrasinin gelişmesi için yerel yönetimlere alan verildi mi?

TÜRKİYE’DE YEREL YÖNETİM GELENEĞİNE KISA BİR BAKIŞ

Osmanlı’da Batılı tarzda modern belediyecilik Avrupa’da 18.yy’da devrimlerle gelişen belediyecilik örneğinin aksine, 19. yüzyılda, Tanzimat dönemi ile birlikte devleti yeniden yapılandırma ve hâkim merkeziyetçi anlayışı güçlendirme politikalarının bir parçası olarak ortaya çıktı.(3) Osmanlı’da belediyelerin asli görevi merkezi yönetimin bir uzantısı olarak şehirlerin modernleştirilmesini sağlamaktı. Bu dönemde çıkartılan nizamnamelerle yerele dair sorunlar yine merkezden çözülmeye çalışıldı. Bir diğer yandan, Batı’da liberal demokrasinin savunduğu görüşlerden birisi olan adem-i merkeziyetçi anlayış Tanzimat Dönemi’nde Jön Türk hareketi içerisinde gündeme gelmişse de,(4) hâkim merkeziyetçi anlayış ve süreklilik içinde kendine hiç yer bulamadı. Tabii bu dönemde yükselen milliyetçilik akımı ile birlikte dağılmaya meyilli merkezi devlet yapısını ayakta tutma ve güçlendirme kaygısı âdem-i merkeziyetçi bir görüşün yayılmasına olanak da vermedi. Özetle, Avrupa’da 18. yüzyılda devrimlerin özgürlükçü atmosferi içinde başlayan belediyecilik idari ve siyasi yapının temeli olarak gelişirken, Osmanlı’da merkezi yönetimin sıkı uzantısı olarak, hizmet temelli geliştiler. Bu gelişim süreci Cumhuriyet tarihi içinde yerel yönetim geleneğini etkiledi.  

CUMHURİYET’İN İLK YILLARI: HÂKİM MERKEZİYETÇİLİK

Ulus devlet yapılanması ile modern Türkiye Cumhuriyeti’nde hâkim merkeziyetçi anlayış Osmanlı’dan bir miras olarak devam etti diyebiliriz. Keleş’in belirttiği üzere Türkiye anayasal tarihi içerisinde, 1876 tarihli Kanun-u Esasi’deki(5) ilkeler çok az farklarla her zaman yürürlükte kaldı.(6) Bu zaman diliminde sadece milli mücadele dönemi içinde, dönemin siyasi ihtiyaçlarına uygun olarak hazırlanan ve üç yıl yürürlükte kalan 1921 Anayasası, yerel yönetimlere belli özerklik ve sorumluluklar vererek yerel yönetimlerin güçlenmesini teşvik etti. 1924 Anayasası ile yerel yönetimlerin idari yapısı tanımlandı. 1930 yılında çıkarılan Belediyeler Yasası, ulus devlet refleksleriyle her şeyi merkezin denetimi ve kontrolü altında tutma düşüncesinden hareketle oluşturuldu; bu yasa yerel demokrasinin gelişmesi, yerel yönetimlerin mali ve idari özerkliklerinin sağlanması fikrinden oldukça uzaktı.

20. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde, dünya siyaset sahnesi artık iki kutupluydu. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nda tarafsız kalmaya özen gösterse de savaş sonrasında Doğu ve Batı blokları arasında yaşanan soğuk savaşta tarafını Batı liberalizminden yana belirledi. Ancak belirleyici olan özgürlüklerden çok devletin güvenlik refleksleriydi diyebiliriz. Ulusal siyasette başat olarak benimsenen güvenlikçi yaklaşım yerel yönetimler alanında da devam ettirildi. Çok partili sistemle birlikte Demokrat Parti’nin iktidar olduğu on yıllık dönemde (1950-1960) pek çok büyükşehirde valiler belediye başkanlığını da üstlendiler. Bu dönem hızlı kentleşmenin, yoğun ve hızlı sanayi atılımlarıyla birlikte köyden kente göçlerin ve kentlerde nüfus artışının başladığı yıllar oldu. Batı tecrübesinin aksine kentleşme ile artan altyapı, ulaşım, imar gibi ihtiyaçlara merkezi idareden çözümler üretilmeye devam edildi. Örneğin 1956 yılında başlayan imar seferberliği ile gecekondulaşmanın önü açılarak çarpık kentleşme tetiklendi.(7) Artık tek partili dönemden çıkmış ve çok partili rekabetçi bir sisteme girmiş bir ülkede, hızlı kentleşme ile birlikte yerel yönetim yapısı adem-i merkeziyetçi olarak reforme edilebilirdi, ancak bu dönemde belediyeler, hükümetin gücünü ve kapasitesini seçmene sergilediği seçim yatırım alanları oldular. Gelecek yıllarda da bu anlayış devam etti.

27 Mayıs Darbesi'nin ardından 1960’larda hızlı kentleşmeyle birlikte sadece işçi sınıfı büyümedi aynı zamanda köylerden kente göç edenler yanlarında getirdikleri birikimlerle kendi küçük sermaye gruplarını oluşturmaya başladılar.(8) Bu oluşan küçük üretici gruplar, özellikle kent hizmetlerinde rant sahibi oldular. Belki de bu gelişmelerin de etkisiyle bu dönemde yerel yönetimlerin yapısının değişmesi olanaklı oldu; 1963 tarihli ve 307 sayılı kanunla belediye başkanları doğrudan, serbest ve nispi temsil esasına dayanan bir seçimle göreve gelmeye başladılar.

Batı dünyası başta olmak üzere diğer ülkelerde de yaşanan önemli toplumsal hareketler, 61 Anayasası’nda yer verilen sendikal haklar ve örgütlenme özgürlüğü toplumda hak ve özgürlüklere dair vatandaş taleplerini yükseltti. Gecekondu bölgelerinde kurulan mahalle güzelleştirme dernekleri, kentli üretici küçük burjuvazinin güçlenerek kentsel hizmetlerden sağladıkları rantı arttırmaları, bu grupların belediye meclislerinde aktif rol oynamaları, 70’lerin yeni belediyecilik modeline altyapı sağlayacak olan teknokrat yapının oluşması dönemin yerel dinamiklerine dair önemli gelişmelerdi.

BİR YEREL DEMOKRASİ DENEYİMİ: TOPLUMCU BELEDİYECİLİK

1970’lere girildiğinde kentler, Türkiye’nin en önemli sorun ve toplumsal hareket noktaları olmaya devam etti. Vatandaşların özgürlük ve eşitlik talepleri, yerel demokrasiyi de dönüştürme potansiyeli taşıyordu ancak 12 Mart Muhtırası ile birlikte sıkı güvenlikçi politikalara geri dönüldü. Hak ve özgürlükler de ağır yara aldı ve toplumsal tahribat arttı. Yerelde güvenlikçi ve baskıcı politikalarla başlayan gecekondu yıkımları, bu bölgelerdeki siyasi örgütlenmeler ve askeri rejime karşı artan demokratik talepler yeni bir yerel yönetim arayışını da beraberinde getirdi. Bu koşullar altında 1973 Seçimleri'nde Ortanın Solupolitikasını benimseyen CHP, özellikle gecekondu kesimlerinin oylarını alarak 33 belediyede iktidarı aldı ve yeni bir belediyecilik anlayışı başlattı.(9)

Bu dönemin belediyeleri, merkezi yönetimin politikalarından ziyade toplum odaklı yaklaşım benimsediler. Toplu taşımacılık, toplu konutlar, deniz kıyılarının halkın kullanımına açılması, kültür sanat faaliyetleri, TANSA’lar, ekmek fabrikaları gibi başarılı belediyecilik uygulamalarına imza attılar.

Önceki dönemlerin eşgüdümlü merkez-yerel ilişkisinin aksine bu dönem içinde CHP-MSP koalisyonunun dağılması ve 1975’de Milliyetçi Cephe Hükümeti’nin kurulması ile birlikte merkez-yerel yönetim çatışması başladı. Bu çatışmanın en önem sonucu, tamamen merkezden sağlanan finansal kaynaklardan sol belediyelerin yararlanamaması oldu. Sürekli bütçe açığı veren belediyeler, çok zor duruma düştüler.(10) Belediye başkanları sık sık hükümeti protesto eylemleri ile gündeme geldiler. Örneğin Ankara Belediye Başkanı Vedat Dalokay hükümeti protesto amacıyla üç gün açlık grevi yaptı.(11) Bu eylemler yaşanan sorunları ülke gündemine taşıdı. Sorunların toplum tarafından görünür olması sağlayarak belediye başkanlarının popülaritesini ve vatandaş desteğini artırdı diyebiliriz.

Birçok nedenin yanı sıra çeşitli rant odaklarının müdahalesi ve CHP örgütünde yaşanan rahatsızlık nedeniyle 1977 Seçimleri'nde “Yeni Belediyecilik Hareketinin” öncüsü başkanlar tekrar aday gösterilmediler. Yeni toplumsal belediyecilik deneyimi, bu dönemde yerel özerklik tartışmalarının yürütülmesi, yerel yönetimlere dair entelektüel birikimin oluşturulması, somut halkçı politikaların uygulanması ve kent emekçilerini siyasetin öznesi haline getirmesi nedeniyle yerel demokrasinin gelişmesi için çok önemli bir dönem oldu. Fatsa’da yapılan ara seçimde (1979) Fikri Sönmez’in (Terzi Fikri) geliştirdiği sosyalist yerel yönetim belediyecilik örneğinde on bir Halk Komitesi kuruldu. Bu komitelerle vatandaşlar sadece yönetime ortak edilmediler, aynı zamanda belediye çalışmalarını da denetlediler. Yeni bir yerel yönetim sistemi kurulan Fatsa’ya ordunun müdahalesi de gecikmedi. Yürütülen Nokta Operasyonu ile belediye başkanı da dahil yaklaşık 300 kişi tutuklandı. Fatsa deneyimi 1980 Darbesi'ni hızlandıran en önemli yerel süreçlerden birisiydi.

1980 DARBESİ VE DEMOKRASİDE KOPUŞLAR

Her darbeden sonra olduğu gibi 12 Eylül Askeri Darbesi ile birlikte, yerel yönetimler alanında da yeni bir dönem başladı. 60’larda ve 70’lerde kısmen hızlanan yerelleşme ve demokrasi denemelerinden kopuşların olduğu bir döneme girildi. Bu dönemde, özellikle hukuka uygunluk ve koordinasyon için yapılan denetimler harici siyasi denetimler, yerel yönetimlerin demokratikleştirilmesinin önündeki önemli engeller oldu.(12) Ayrıca 1982 Anayasası’nda, 1961 Anayasası’ndan farklı olarak, işten el çektirme kurumu da düzenlendi.

Darbenin ardından 1983 Seçimleri'nde iktidara gelen Anavatan Partisi, iş bitirici belediye yönetim modeli ile Menderes dönemi belediyecilik mirasını devam ettirdi diyebiliriz. 12 Eylül Darbesi hayaletiyle yerel yönetimler merkezi yönetimin kontrolünde ve ulusal politikalar ile eşgüdümlüydü. Yerel demokratik dinamiklerin güçlenmesi için kamusal alan açılmasından çok altyapı, imar, ulaşım gibi kentsel gelişimin desteklenmesi ön plandaydı. Türkiye’nin neoliberal ekonomi politikaları uygulamaya koyduğu bu dönemde yerel yönetim yapısını da siyasi konjonktüre göre düzenlenmesi kaçınılmazdı. Bu dönemde 3030 sayılı büyükşehir belediyelerine ilişkin yasa ile belediye gelirleri artırılmaya ve belediyelerin ekonomik olarak rahatlaması sağlanmaya çalışıldı. Özal döneminde yerel yönetimler, kendi kaynaklarını kendilerinin yaratmaları konusunda teşvik edildi.(13) Bu gelişmeler mali özerklik anlamında iyi olarak görülse de belediyeler üzerindeki yoğun siyasi denetim de devam etti.

1980’lerin sonuna gelindiğinde 1989 Yerel Seçimleri'nde Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) başarılı sonuçlar elde etti ancak sonrasında İSKİ skandalı gibi yolsuzluklarla birlikte anılan belediyeler SHP imajını derinden sarstı, Adil Düzen sloganıyla yola çıkan ve yolsuzluk ve yoksulluğa atıfta bulunan Refah Belediyeciliğinin bir sonraki yerel seçimlerde önü açılmış oldu. Bu dönemde yaşanan ve kentleri derinden etkileyen bir diğer sorun da göçlerdi. 1960 ve 1970’li yılların gönüllü ve sanayileşme temelli köyden kente göç hareketinin aksine, 90’lı yıllarda da devam edecek olan Kürt sorunu ile büyükşehirlere zorunlu iç göç başladı. Göç hareketleri kentlerdeki sorunları derinleştirdi.

KÜRESELLEŞME İÇİNDE YERELLEŞME ADIMLARI

90’lı yıllar Soğuk Savaş’ın sona erdiği, siyasi blokların ortadan kalkmasıyla birlikte küreselleşmenin hızlandığı, liberal eğilimlerin güçlendiği bir dönemdi. Türkiye’de ise demokrasi tartışmaları önemini korurken; Kürt sorunu, yüksek enflasyon gibi ekonomik, siyasal ve toplumsal krizlerin arttığı bir dönemdi. 90’lı yıllarda siyasal tercihler; merkez sağ, ortanın solu, milliyetçi ve İslamcı sağ olmak üzere üç blok olarak şekillendi. Yoksulluğa ve yolsuzluklara atıfla büyük ölçüde solun söylemlerini kullanan, “Adil Düzen” sloganını benimseyen Refah Partisi bu blok içinden sıyrılarak, 1994 Yerel Seçimleri'nde özellikle büyükşehirlerde büyük başarı elde etti. Bu dönemin öne çıkan isimleri kuşkusuz İstanbul Belediye Büyükşehir Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek oldu. Yerel seçim başarılarının ardından hizmet temelli hamleler dışında Refah Partisi belediyeleri adil düzen politikasının içerdiği gibi adil, eşitlikçi ve sürdürülebilir politikaların benimsenmesini tam olarak sağlayamadı. Bu dönemde özellikle İstanbul ve Ankara’da altyapı projeleri, trafik yönetimi, kentsel dönüşüm gibi çalışmalara ağırlık verilirken, yerel yönetimlerin demokratik dönüşümünü tetikleyen katılımcılık, âdem-i merkeziyetçilik ve yerel yönetim sivil toplum işbirliği gibi alanlar gelişemedi. 

1990’lı yıllar ulusal aktörlerden ziyade küresel aktörlerin etkin olduğu yıllardı. Küreselleşmenin yükselmesi ile birlikte güçlenen uluslararası kurumlar sadece devletlerin ulusal politikalarını etkilemedi, aynı zamanda yerel dönüşümlere yeni kapılar açtı. Bu dönem ulusal siyasetin hamleleri ile Türkiye’nin Gümrük Birliği üyeliği ile Avrupa Birliği süreçlerinin hızlandığı, Avrupa Özerklik Şartnamesi’nin bazı maddelere çekince konulsa da imzalandığı, Birleşmiş Milletler Dünya Çevre ve Kalkınma Konferansı (Habitat) I ve II’nin yapılıp “Gündem 21” başlıklı somut bir küresel eylem planının benimsendiği bir dönem oldu.  Bu kararların yerel yönetimler tarafından benimsenme ve uygulanma çabaları, özellikle Habitat II’nin 1996’da İstanbul’da yapılarak Türkiye’nin süreci sahiplenen bir aktör olması; çevre, yerleşimler, yaşam kalitesi ve katılım konularına ilginin hızlıca yükselmesine ve devletin geleneksel rollerini, merkez-yerel ilişkisini sorgulayan STK’lerin ortaya çıkmasına yol açtı. Sivil toplum daha fazla demokratikleşmeyi, yerinden yönetimi (subsidiarity) ve yetki devrini, geliştirilmiş bireysel ve kolektif hakları ve derinleşen bölgesel ve küresel entegrasyonu savunan etkili bir kuvvet haline geldi.(14) 90’ların sonunda kent konseyleri, semt meclisleri gibi yerel demokrasiyi güçlendiren, yerel sivil aktörlerin kent yönetimine katılmasını sağlayan mekanizmalar ortaya çıkmaya başladı.

Bu dönemde bütün partiler ülkede kapsamlı bir yerel yönetim reformuna duyulan ihtiyacı vurgulayarak seçim bildirgelerinde yer verdiler ancak uygulayamadılar. Kurulan koalisyon hükümetleri kısa ömürlü oldu. Bir diğer yandan doruk noktasına ulaşan Kürt sorunu ve güvenlikçi politikalar Türkiye’nin yerel siyaset kodlarını oluşturan hâkim merkeziyetçiliğe olan eğilimi güçlendirdi. Bu etkenler yasa düzeyinde yerel yönetim reformunun yapılmasını ve yerel demokrasinin kurumsallaşmasını olumsuz yönde etkiledi diyebiliriz. 

2000’Lİ YILLAR; YERELİN YÜKSELİŞİNDEN TEKRAR MERKEZİLEŞMEYE

Yerel yönetimler alanında atılan önemli adımlar ve demokrasi yönünde dönüşümlere rağmen 90’lı yıllar kısa süreli koalisyon hükümetleri ile siyasi istikrarın sağlanamadığı, 28 Şubat krizi gibi çeşitli siyasal ve ekonomik krizlerin yaşandığı, 99 depremi gibi afetlerle şehirlerde ciddi kayıpların verildiği yıllar oldu. Bu olumsuz gelişmeler karşısında halkın yükselen demokrasi talebi 90’lı yıllarda yerel yönetim tecrübeleri ile deneyim kazanmış, Avrupa Birliği üyelik sürecini destekleyen, reformist ve özgürlükçü söylemleri ile geleneksel milli görüş ideolojisinden koptuğunu iddia eden Adalet ve Kalkınma Partisi’nin tek başına iktidar olmasını sağladı. Türk siyasetinde yeni bir süreç başladı. Bu dönem hem yerel yönetimler hem de siyasette tutum değişikliği bağlamında ikiye ayrılabilir; 2002-2013 dönemi ve 2013 ve sonrası dönem.

2000’li yıllar, küreselleşme, güçlü siyasal iktidar, AB üyelik süreçleri ve demokratikleşme reformlarının da etkisiyle kamu yönetiminin değişimi ve dönüşümüne yönelik yoğun bir reform gündemiyle başladı. Özellikle yerel yönetim reformuna dair atılan somut adımlar ve çıkarılan yasalar yerel yönetimlerin merkezi yönetim karşısındaki yükselişine ivme kazandırdı. 90’lı yıllarda niyet edilen ancak dönemin hükümetleri tarafından gerçekleştirilemeyen tasarılar 2000’lerin ortalarında tekrar ele alındı ve yasalaştı. 5216, 5393 ve 5302 sayılı yasalarla yerel yönetimlerin daha güçlü yapılanmasına olanak tanınması, daha özerk ve katılım odaklı bir belediyecilik anlayışı hedeflendi. Özellikle 5393 sayılı Belediye Kanunu ile kent konseyleri yasal bir zemine oturtularak yerel yönetim süreçlerine vatandaş katılımının önü açıldı. Süreç içinde sağlanan ivme 5747 sayılı “Büyükşehir Belediyesi Sınırları İçerisinde İlçe Kurulması Hakkında Kanun” (2008) ve 6360 sayılı kanun (2012) ile devam ettirilmeye çalışıldı.(15)

Demokrasilerin sağlıklı işlemesi için sivil toplumun varlığı ve yönetim süreçlerine katılımı oldukça önemlidir. Habitat süreçlerinden başlayarak 2000’lerin ilk yarısına kadar Avrupa Birliği uyum süreçleri ile birlikte Türkiye’de sivil toplum örgütleri hem nicelik hem de nitelik olarak güçlendiler. Sivil toplum sadece siyasetin etkilediği aktörler değil aynı zamanda karar alma süreçlerine katılarak yerel siyasetin de öznesi oldu. Henüz gelişim sürecinde olsa da demokratik talepler hem örgütlenme yoluyla hem de aktif kent yurttaşlığı ile daha güçlü ifade edildi. Özellikle yerel demokrasinin güçlenmesi ile birlikte kent hakkı, kent yurttaşlığı, aktif vatandaşlık, hemşerilik, müşterekler gibi kavramlar tartışılmaya başlandı.

Tüm bu siyasi ortam içerisinde 2000’li yılların ortasına gelindiğinde en önemli siyasal ve toplumsal kırılma Gezi Hareketiyle yaşandı. 2013 yılında İstanbul’un Gezi Parkı’nda başlayıp ülke genelinde geniş çaplı kitlesel protestolara dönüşen Gezi Hareketinin özü tam da yukarıda saydığımız birikimle vatandaşların kent haklarına sahip çıkmasıydı. Yaşanan merkez-sivil toplum çatışması, gösteri ve protesto hakkının engellenmesi, sonrasında bugün hala devam eden hukuk dışı yargılanma süreçleri ülke demokrasisine derinden zarar verdiği gibi demokratik yerel yönetişim süreçlerini de çok olumsuz etkiledi. Bu süreçten sonra şehir meydanlarında sivil toplumun taleplerini anayasal bir hak olan protesto ve gösterilerle dile getirmesi ve kitlesel eylemlere dönüştürmesi hiç de kolay olmadı. 

2000’lerin ikinci yarısı Gezi’yle başlayan toplumsal ve siyasal kırılma; çözüm sürecinin bitmesi, 15 Temmuz darbe girişimi akabinde OHAL’in ilanı, OHAL ile birlikte 674 sayılı KHK ile 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 45. Maddesi'ne ek yapılarak kayyum uygulamasına yasal zeminin güçlendirilmesi(16) ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne geçiş ile devam etti. Bu dönemde yerel yönetimler alanında en tartışmalı konulardan birisi hala devam eden kayyum atamaları oldu. Kayyum uygulaması, seçmen iradesine zarar vererek merkezi idarenin yerel üzerindeki siyasi vesayetini artırdı. Demokratik yargı kararları olmaksızın uygulanan kayyum atamaları demokratik meşruiyet zeminini de zedeledi diyebiliriz.

Tüm bu olaylarla birlikte güvenlikçi politikalar başta olmak üzere yerel yönetim geleneği olan merkeziyetçi kodlara geri dönüldü. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sitemi ile birlikte değişen kamu yönetim sistemi beraberinde merkezi yönetim ile uyumlanacak yerel yönetim reformu tartışmalarını da beraberinde getirdi ancak yargı reformu ve Cumhurbaşkanlığı Yerel Yönetim Politika Kurulu’nun kurulması dışında henüz bir adım atılmadı.

2019 yılına geldiğimizde "Millî Görüş Belediyeciliği" geleneğinden gelen ve yerel yönetim seçimlerine her zaman çok büyük önem atfeden Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yerel seçimlerde İstanbul başta olmak üzere 11 büyükşehri Cumhuriyet Halk Partisi’ne karşı kaybetmesi Türkiye’deki iktidar dengesini etkiledi. 2019 Yerel Seçimleri'nin sonuçları aynı zamanda vatandaşların daraltılmış sivil toplum alanına, erozyona uğrayan demokratikleşme süreçlerine, eşitsizliklere ve baskıcı politikalara karşı yerelden bir tepkiydi ya da yeni bir yol arayışıydı diyebiliriz. Peki hala devam eden bu yol arayışı yerel demokrasi olabilir mi?

YEREL DEMOKRASİ MÜMKÜN MÜ?

Türkiye siyasal tarihinin yerel yönetim birikimi, demokrasinin gelişmesi ve dahası olgunlaşması için önemli bir potansiyel taşıyor ancak bütün yazı boyunca vurgulandığı gibi Türkiye’nin demokratikleşme tarihi döngüsel akıyor. Türkiye’nin her demokrasi hamlesi yerel yönetimlerle paralel olarak bir süre sonra kurucu ayarlarına geri dönüveriyor. Siyasi partilerin lidere bağlı disiplinli yapıları, güvenlikçi politikalar, sadece hizmet temelli dar belediyecilik anlayışı, sivil toplum katılımı için hem toplumsal hem de yasal zeminin yetersiz olması, merkezin mali ve siyasi vesayeti yerel demokrasinin gelişmesinin önündeki engellerden sadece birkaçı. Siyasi ve toplumsal koşullar sağlandığında, yerelin dezavantajlı gruplarının, yerel yönetimlerin ve merkezi yönetimlerin eşit ve etkin katılımları ile yukarıdaki engelleri kaldıracak yerel yönetim reformunun; demokrasinin kurumsallaşmasını sağlayacak yasaların yapılması bir gereklilik.

Bir diğer yandan siyasal sistem demokrasi alanını ne kadar daraltsa da daha adil, eşit, ekolojik ve onurlu bir yaşam isteyen ve mücadeleye devam eden sivil toplum, yerelden demokrasinin gelişmesi için umut vaad ediyor. Bu romantik bir bakış açısı gibi görünse de şehirleri yerle bir eden afetlerde, hazırlıksız yakalandığımız salgınlarda devlet ve yerel yönetim kapasitesinin nasıl yetersiz kaldığını; sivil inisiyatiflerin, oluşumların biriktirdikleri deneyimle süreçlere hızlı bir şekilde nasıl müdahil olduğunu görüyoruz. Ekolojik dengeyi derinden sarsan rant odaklı yapılaşmada ve çevre katliamlarında köylüsünden şehirlisine bütün vatandaşların onurlu direnişlerine şahit oluyoruz. Özellikle yerelde güçlenen kadın hareketi belediyeleri de değişime zorluyor. Birçok belediyede eşitlik birimleri açılmaya başladı. Kent hakkı kavramıyla birlikte kadınlar kent haklarını talep ediyorlar ve dahası yaşanabilir kadın dostu kentler için harekete geçiyorlar.

Bütün bunların yanında, özellikle son dönemde yerel yönetimlere ve demokratikleşmeye ilişkin arayışlar ve tartışmalar gelişip serpiliyor; vatandaş temelli kamu yönetim anlayışı, insan hakları temelli hizmet anlayışı, dayanıklı şehirler, yerel yönetişim, müşterekler bunlardan sadece birkaçı. Bu anlamda daralan siyasi ortamda zorlukla da olsa gelişmeye, tartışmaya devam eden sivil toplum kapasitesi ve yerel iradeler, yerel yönetimlerin vatandaş temelli dönüşümlerini ve yerel demokrasinin yayılarak ulusal siyasete etki etmesini sağlayabilir.

Temsili demokrasi ve merkezci yönetim anlayışı 21. yüzyılın yıkıcı sorunlarını çözmekte yetersiz. Bunu ilk elden anlayan ve deneyimleyen vatandaşa en yakın yönetim birimleri olan yerel yönetimler. Yerelden ulusala katılım araçlarını daha iyi kullanmak, hukukun üstünlüğünü sağlamak, denge ve denetlemeyi tesis etmek, kurumları ve sivil toplumu güçlendirmek, özellikle yerelde farklı aktörlerle işbirliği ve dayanışma alanları açmak, müzakereci demokrasiyi uygulamak artık bir ihtiyaç. Ülkeler hızla sınırlarına çekilirken günümüz koşullarında hala etkin bir yönetim sağlayabilmek, demokrasiyi tüm değerleri uygulayabilmeye bağlı. Türkiye Cumhuriyeti ikinci yüzyılına girerken vatandaşını, siyasetin önünde giden toplumsal dönüşümleri ve ihtiyaçları artık ıskalamamalı çünkü yaşanabilir gelecek, demokrasiyi yeniden daha güçlü bir şekilde yerelden inşa etmekten geçiyor. 

*Denge ve Denetleme Ağı Genel Direktörü


NOTLAR: 

(1) Çitci, Oya, “Temsil, Katılma ve Yerel Demokrasi”, Çağdaş Yerel Yönetimler Dergisi, TODAİE, Cilt 5 Sayı 6, Kasım 1996

(2) Keleş, Ruşen (1993), Kent ve Siyaset Üzerine Yazılar (1975–1992), IULA-EMME, İstanbul.

(3) Uyar, Hakkı “Türkiye’de ve Dünyada Yerel Yönetimler: Kısa Bir Tarihçe” Aydınlanma 1923, sayı 51

(4) Erkul, A. (1982). Prens Sabahattin. Emre Kongar (Ed.), Türk Toplumbilimcileri I. İstanbul: Remzi Kitabevi.

(5) Kanun-u Esasi’nin 112. Maddesi'nde ifade edilen ilkelere göre, “belediye hizmetleri”, İstanbul’da ve taşrada seçimle oluşturulacak belediye meclisleri eliyle yönetilecek ve bu meclislerin oluşum biçimleri ve üyelerinin nasıl seçileceği özel yasalarla belirlenecekti. 1876 Anayasası’nın 108. Maddesi, “il hizmetlerinin” “yetki genişliği” (tevsi-i mezuniyet) ve “görev ayrımı” (tefrik-i vezayif) esaslarına göre görüleceğini belirtmekteydi.

(6) Keleş, R. (1994). Yerinden yönetim sorunumuz. Türkiye Günlüğü, 26, 8-17.

(7) Geray C, 1990. Belediyelerin Hızlı Kentleşmeye Yenik Düştüğü Dönem (1945-1960). İçinde: Türk Belediyeciliğinde 60. Yıl, Uluslararası Sempozyum, Ankara, 23-24 Kasım 1990, Bildiriler ve Tartışmalar. Ankara Büyükşehir Belediyesi Yay., Ankara. s. 217-224.

(8) Batuman, Bülent, Toplumcu bir Belediyecilik Modeli: “Yeni Belediyecilik Hareketi” 1973–1977, Mülkiye 2010, sayı:266

(9) Batuman, (2010), Toplumcu bir Belediyecilik Modeli: “Yeni Belediyecilik Hareketi” 1973–1977

(10) Tekeli, İlhan ve İlber Ortaylı (1978), Türkiye’de Belediyeciliğin Evrimi, Ayyıldız Matbaası, Ankara

(11) Dalokay, Vedat (1977b), “Devrimci Belediyeler Birliği’ni Niçin Kurduk?”, Devrimci Belediyeler Dergisi 77/1, s. 2–4.

(12) Görmez, K. (1990). Türkiye’de belediyeler ve yerel demokrasi. G.Ü. İİBF Dergisi, 6 (2), 98-114. Görmez, K. (1997). Yerel demokrasi

(13) Heper, M. (1986). Dilemmas of decentralization: Municipal government in Turkey. Bonn: Friedrich Ebert Foundation.

(14) Göymen, 2006, s. 247; Özcan ve Turunç, 2008, s. 180

(15) Güler (2020), 2000’li Yıllar Türkiyesi'nde Merkez- Yerel İlişkilerinin Gelişimi, sf. 59-69

(16) Terör suçları nedeniyle görevden uzaklaştırılan, tutuklanan veya kamu hizmetinden yasaklanan başkan, başkan vekili veya meclis üyelerinin yerine büyükşehir belediyesi ve il belediyelerinde İçişleri Bakanının, ilçe belediyelerinde ise valinin görevlendirme yapabilmesi öngörülmüştür.