Cumhuriyet’in 100 yılının ekonomi politiği
Cumhuriyet’in 100 yıllık serüveninin son durağı, 2001 kriziyle başlayan ve halen içinden geçmekte olduğumuz dönemdir. Bu son dönemi tanımlayan özellik, bağımlı finansallaşmanın yükselişi ve krizidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılı farklı boyutlarıyla tartışılıyor. Bu yazıda, eleştirel siyasal iktisat perspektifinden bakarak, Cumhuriyet’in bir asırlık ömrünü dört ana dönemde inceleyebileceğimizi önereceğim: (i) kuruluş, (ii) planlama, (iii) neoliberalizme geçiş, (iii) bağımlı finansallaşma ve krizi. Bu dönemler boyunca Cumhuriyet’in temel yörüngesi, Türkiye’nin dünya sistemine entegrasyon biçimi ve yurt içindeki siyasi, sosyal ve ekonomik dönüşümler tarafından belirlenmiştir. Aşağıda bu dört dönemdeki gelişmelere başlıklar olarak değinerek, yazının sonunda Türkiye’deki hakim devlet-merkezli tarih yazımının dışına çıkarak, toplumsal aktörleri ve bunların karar alma süreçlerine olan etkilerini de analize dahil edeceğimiz daha gelişkin bir analiz çerçevesine olan ihtiyaca dair kısa tespitlerime yer vereceğim.
1. KURULUŞ
Cumhuriyet’in 1923 ile 1960 arasındaki ilk dönemini şekillendiren temel dinamik, çok-uluslu ve çok-dinli bir tarım toplumundan ulus devlet biçiminde örgütlenmiş bir sanayi toplumuna geçiş çabalarıdır. Bir başka ifadeyle bu dönemi belirleyen ulus devletin kuruluş mantığıdır. Bu mantık bir yandan Türk ve Müslüman yeni bir yerli müteşebbis sınıfının yaratılmasına, diğer yandan da kapitalist üretim biçiminin gereklerine göre inşa edilmiş yeni bir sosyal, siyasi ve ekonomik düzen kurmaya dayanmaktaydı.
Bu dönemde yaşanan üç temel gelişme, Cumhuriyet’in kuruluş adımlarını şekillendirmiştir. Bunlar İzmir İktisat Kongresi, 1930’lardaki Devletçilik uygulaması ve İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında oluşan yeni dünya düzenine Türkiye’nin uyumlanması çabalarıdır. Bu kuşbakışı değerlendirmede uzatmamak adına sadece ikinci gelişmeyi açmak istiyorum.
1930’lardaki devletçilik, 1929 Dünya Ekonomik Krizi'nin Türkiye’ye yansıması olarak ortaya çıkmıştır. Dünya krizinin ülkeye en önemli etkisi, ithalatın kesintiye uğraması olmuştur. İthalat kesilince, ithal edilen ürünlerin yurt içinde üretilmesi bir zorunluluk haline gelmiş ve bu iş için Kamu İktisadi Teşebbüsleri kurulmuştur. Bunun yanında sanayileşme çabalarının koordine edilmesi için Birinci Beş Yıllık Sanayileşme Planı’nın hazırlanması kararlaştırılmıştır.
1932-34 arasındaki plan hazırlık çalışmaları sırasında Mustafa Şeref Özkan’ın temsil ettiği devlet öncülüğündeki kapsamlı planlama çerçevesi ile Celal Bayar’ın temsil ettiği, özel sektörün taleplerine göre şekillendirilen bir ekonomi politikası çerçevesi arasındaki mücadelede Bayar ekibi galip çıkmıştır. Bunun sonucu olarak Türkiye’deki devletçilik, özel sektörün gelişmesi amacıyla hayata geçen bir uygulama olarak şekillenmiştir.
2. PLANLAMA
1960 ile 1980 arasındaki ikinci dönem, kalkınma planlamasının ve buna eşlik eden ithal ikameci sanayileşme stratejisinin hayata geçtiği bir dönemdir. Dönemi şekillendiren iki kritik gelişme vardır. İlki, 1960-1963 arası Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) kuruluşu sırasında yaşanan gelişmeler, ikincisi de 1970’lerin sonundaki ithal ikameci büyüme modelinin krizidir.
Türkiye’deki kalkınma planlaması, dünya ekonomisindeki genel eğilimlerle uyumlu bir şekilde hayata geçmiştir. Planlama, 1945 sonrasında oluşturulan Batılı uluslararası kurumlar tarafından ‘gelişmekte olan ülkelere’ önerilmekteydi. Ek olarak planlama, Türkiye’deki tüccarlıktan sanayiciliğe geçme çabasındaki yerli sermaye kesimlerinin ve 1960 öncesi dönemi muhalefetinin en önemli taleplerinden biriydi. Ancak DPT’nin kuruluş döneminde yaşanan kritik gelişmeler, planlamanın gidişatını belirlemiştir (Bu yazıda bu konunun detaylarına girmek mümkün değil ancak dileyenler için DPT’nin kuruluş sürecini ele aldığım ‘Kapitalizmi Planlamak’ kitabımı indirip okuyabilir).
Tıpkı 1930’lu yıllardaki gibi, 1960’larda da dönemin güçlü sermaye kesimlerinin çıkarları, ekonomi politikalarının geleceğini şekillendirmiştir. Plancıların önerdikleri vergi reformu ve KİT’lerin yeniden organizasyonu gibi iki temel değişiklik, devletin özel sektöre rakip olabileceği gerekçesiyle reddedilmiştir. Bunun üzerine ilk planı hazırlayan ekip toplu olarak istifa etmiş ve planlama özel sektöre kaynak aktarım mekanizması olarak işlemiştir.
3. NEOLİBERALİZME GEÇİŞ
1980 ile 2001 arasındaki üçüncü dönemin temel özelliği neoliberalizme geçiştir. İronik bir şekilde Türkiye ekonomisindeki liberalleşme askeri diktatörlük koşullarında gerçekleşmiştir. 12 Eylül 1980 darbesi, aynı yılın başında, 24 Ocak 1980’de ilan edilen istikrar ve yapısal uyum programının hayata geçmesini mümkün kılmıştır. Dış ticaretin serbestleştirilmesi, fiyat kontrollerinin kaldırılması ve sendikaların yasaklanması, neoliberalizme geçiş döneminin tipik özelliklerindendir. Bu sürece reel ücretlerin baskılanması ve devalüasyonla TL’nin değersizleştirilmesi eşlik etmiştir. Böylelikle ithal ikameci büyüme modeli ihracatı teşvik eden bir modele dönüştürülmek istenmiştir. Bu model değişikliğinin bütün maliyeti ise emeğin sırtına yüklenmiştir; reel ücretler sert bir şekilde gerilemiş, sendikal haklar törpülenmiş ve emeğin örgütlenme olanakları sınırlandırılmıştır.
Bu dönemdeki ikinci kritik gelişme, 1989 yılında gelen finansal serbestleşmedir. 32 Sayılı Karar olarak bilinen düzenleme ile sermaye hareketleri serbest bırakılmış ve Türkiye’nin küresel finansal sisteme entegrasyonu sağlanmıştır. Bu düzenleme, bir yandan ülkedeki ekonomik büyümeyi sermaye girişlerine bağlamış, diğer yandan da ülke ekonomisini yurt dışındaki gelişmelere doğrudan maruz bırakmıştır.
Neoliberalizme geçiş süreci, ticari ve finansal serbestleşme adımlarıyla, ihracata dayalı bir birikim modelinin uygulanmaya başlamasıyla olduğu kadar özelleştirmelerle de tanımlanmaktadır. Özelleştirmeler her ne kadar IMF destekli istikrar programlarının ayrılmaz bir koşulu olsa da, 1990’lı yıllar boyunca hiçbir zaman tam olarak hayata geçememiştir. Gerek toplumsal muhalefetin gerekse emek hareketinin canlı itirazları, özelleştirme girişimlerini durdurabilmiştir.
4.BAĞIMLI FİNANSALLAŞMA VE KRİZİ
Cumhuriyet’in 100 yıllık serüveninin son durağı, 2001 kriziyle başlayan ve halen içinden geçmekte olduğumuz dönemdir. Bu son dönemi tanımlayan özellik, bağımlı finansallaşmanın yükselişi ve krizidir. Bu dönemi incelerken yaygın olarak yapıldığı gibi gelişmeleri iki alt dönemde ele almak daha açıklayıcı olacaktır.
2001 krizi sonrasında IMF desteğiyle uygulamaya geçilen Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’nın üç temel ayağı vardı: (i) enflasyon hedeflemesi, (ii) mali disiplin ve (iii) emek piyasalarının esnekleştirilmesi. Önce örtük ardından da açık olarak uygulanan enflasyon hedeflemesi sistemi, pozitif reel faiz verilerek sermaye girişlerini teşvik etmeye ve reel ücret artışlarının sınırlanmasına dayanıyordu. Mali disiplin ise, bütçenin sistematik olarak faiz dışı fazla vermesine yani kemer sıkma tedbirlerine dayanıyordu. Son olarak emek piyasalarının esnekleştirilmesi ise 1990’lı yıllar boyunca özelleştirmeleri engellemeyi başaran emek hareketinin gücünü kırmayı amaçlıyordu. Bir yandan alt-sözleşme ilişkilerini yasallaştıran 2003 yılındaki düzenleme, diğer yandan da büyük çaplı özelleştirmeler, emek hareketinin tasfiyesinde işlevli olmuştur.
2001 – 2013 arası bu modelin sürekliliğini sağlayan temel unsur sermaye girişleridir. 2008-2009’daki küresel finansal krizi saymazsak diğer yıllarda canlı sermaye girişleri yaşanmıştır. Sermaye girişlerine dayalı bu bağımlı finansallaşma döneminin ortaya çıkardığı dört temel sorun vardır. Sermaye girişlerinin sürmesi TL’nin değerlenmesine neden olmuş ve değerli TL ithalatı kolaylaştırmıştır. Kolaylaşan ithalat sonucunda yüksek cari açık kronik hale gelmiştir. İkinci kritik sorun, değerli TL nedeniyle yerli tarımsal ve sanayi üretiminin aşınmasıdır. Bunun doğrudan sonucu, işsizliğin yüzde 10’lu seviyelere yükselmesidir. Bir başka ifadeyle yüksek cari açık ve yüksek işsizlik bu modelin iki temel sonucudur. Üçüncüsü, ekonomik büyümenin sermaye girişlerine bağımlı hale gelmesidir. Sonuncusu da, ülkenin küresel finansal çevrimlerin olumsuz etkilerine açık hale gelmesidir.
2013 sonrası dönemde küresel ekonomideki değişimler Türkiye gibi ülkelere gelen sermaye miktarında azalmalar yaşanmasına neden olmuştur. Bir başka ifadeyle 2001-2013 arasındaki bağımlı finansallaşma modelini mümkün kılan uluslararası konjonktür 2013 sonrasında ortadan kalkmıştır. Bu andan sonra AKP yönetimi bir yandan 2013 öncesine dönmeye çalışmış, ancak diğer yandan bu çabaların her biri döviz krizi ile sonuçlanmıştır. Dolayısıyla 2013 sonrası dönemi tanımlayan, bağımlı finansallaşma modelinin krizi ve ekonomi yönetiminin bu krizi aşmak için uygulamaya koyduğu farklı denemelerdir. Bu dönemde yaşanan ekonomi politikası zikzaklarını açıklayan, bu büyüme/birikim modeli krizi konjonktürüdür.
100. YILDA TARİH YAZIMINI TARTIŞMAK
Geçtiğimiz 100 yılı ana hatlarıyla özetlediğim bu yazıyı, yakın dönem tarih yazımı üzerine iki önemli vurgu yaparak tamamlamak istiyorum.
- Cumhuriyet tarihi boyunca çeşitli dönemlerde görünüşte birbirinin karşıtı olarak gündeme gelen devletçilik ve liberalizm uygulamaları, sermaye birikim süreci açısından bakıldığında birbirinin karşıtı değil, tamamlayıcısı olarak görülmelidir.
- Türkiye’deki ana-akım tarih yazımı halen ‘güçlü devlet geleneği’ analizine dayanmaktadır. Oysa bu bakış açısının dışına çıktığımızda Türkiye’deki tüm hegemonik kriz dönemlerinde, krizden çıkış için geliştirilen politikaların güçlü sermaye gruplarının çıkarları doğrultusunda şekillendirildiğini görebiliriz. Bu argüman için üç örnek verebilirim: 1930’lardaki sanayi planlarının formüle edilmesinde, 1960’ların başındaki planlama uygulamasının şekillenmesinde ve 1970’lerin sonunda ithal ikameci büyüme modelinin krizi sırasında güçlü sermaye gruplarının çıkarları gözetilmiştir.
Kısacası, bir asırlık Cumhuriyet tarihini incelerken, toplumsal aktörlerin politika yapım süreçlerine etkilerini analize dahil eden daha nüanslı ve inceltilmiş bir tarih yazımına ihtiyacımız var.