Cumhuriyet'in 101. yılı: Demokrasi, laiklik, anayasa, eşit yurttaşlık
“İlk Yüzyılı Biterken Cumhuriyet: Demokratikleşme Momentleri, Sıradan İnsanlar ve Siyaset” kitabının editörleri ile Cumhuriyet'in demokratikleşmesinde kadın hareketinin rolü, yeni anayasa tartışmaları, eşit yurttaşlık ve laiklik başlıklarında geçmiş 101 yılı ve gelecek perspektiflerini değerlendirdik.
Bugün Cumhuriyet 101’inci yaşını kutluyor. Bir asırdan fazla zamana yaslanan Cumhuriyet’in öyküsü, iyikileri ve keşkeleri içeren hak teslimleri ve hayıflanmaları barındırıyor. Devletlerin uzun soluklu yolculuklarında kurdukları ideallerin kendisi kadar bu ideale ulaşma süreçleri de incelenmeyi hak ediyor. Cumhuriyet, bir fanusta var olmadığı için de belirlediği hedefleri küresel, bölgesel gelişmelere göre yeniden şekilleniyor, hamur yeniden karılıyor. 101 yılda Cumhuriyet, demokrasinden laikliğe, kadın haklarından dış politikaya nasıl bir yolculuk yaşadı, bu yolculuğun bizde bıraktığı izler, bunun analizi bize ne söylüyor? Cumhuriyet hep mi eksikti, Cumhuriyet çok mu tamdı? 101 yıllık geçmiş bugüne geldiğimiz nokta nasıl hatırlatmalarda bulunuyor?
Bu soruları ve Cumhuriyeti, İstanbul Bilgi Yayınları’ndan açık erişimli olarak çıkan “İlk Yüzyılı Biterken Cumhuriyet: Demokratikleşme Momentleri, Sıradan İnsanlar ve Siyaset” kitabının editörleri Doç. Dr. Büke Boşnak, Dr. Öğretim Üyesi Tuğçe Erçetin, Prof. Dr. Ömer Turan ve Prof. Dr. Gençer Özcan ile konuştuk.
İlk olarak kapak fotoğrafından başlamak isterim: 1930 yılında kadınlara belediye seçimlerine katılma hakkının tanınmasının ardından, Türk Kadınlar Birliği tarafından İstanbul’da düzenlenen kutlama mitinginden bir fotoğraf seçilmiş. Neden bu fotoğraf, sizde ne çağrıştırdı?
Ömer Turan: Bu derleme kitap sıradan insanların siyasetle ilişkilerini, 1923’ten bu yana sıradan insanların mücadelelerine dair incelemeleri bir araya getiriyor. Bu mücadelelere dair bir fotoğraf aradık. Fakat kolektif eylemlere dair fotoğraflar bir siyasi görüşü yansıtıyorlar. Bu nedenle aradığımız, bir siyasi hareketin görünür olduğu bir fotoğraf değildi. Ayrıca sıradan insanların siyasetle ilişkilerinin fotoğrafını ararken sadece erkeklerden oluşan bir fotoğraf da istemedik. Türk Kadınlar Birliği’nin Nisan 1930’da düzenlediği mitingden bir fotoğrafın derleme kitabın içeriğine uygun düşeceğini düşündük. Bu fotoğrafta Sultanahmet Meydanı’ndan Taksim’e yürüyen kadınları görüyoruz. Fotoğraf kadınların Galata Köprüsü’nden geçişini gösteriyor. Türk Kadınların Birliği’nin bu ilk mitingi kadınların belediye seçimlerinde oy verme hakkını kazanmasını kutlamak için düzenleniyor.
Editörler olarak yazdığımız Giriş’te derleme kitabının amacının Cumhuriyetin 100 yılını sadece olumsuzluklara indirgeyen bir perspektife ve abartılı övgülerden oluşan bir Cumhuriyet yorumuna mesafeli olmak şeklinde formüle etmiştik. Yani bir bakıma bu iki perspektifin alternatifini sunan bir derleme hedefledik. Kadınların oy hakkını hatırlatan bir fotoğraf bu bakımından derdimizi anlatmak için son derece elverişli. Kadınlara oy hakkının kabul edilmesi elbette Cumhuriyet tarihinin cumhurun siyasete katılımı noktasında en övgüyü hak eden anlarından biri. Aynı zamanda Türk Kadınlar Birliği’nin bir fotoğrafını kapağa taşıdığımızda bu fotoğrafı gören dikkatli okurlar Nezihe Muhiddin’in Türk Kadınlar Birliği’nden tasfiye edilmesini ya da 1935’te Türk Kadınlar Birliği’nin kapatılmasını da hatırlayacaktır. Yani övgüyü en çok hak eden gelişmeye yakından baktığımızda karşımıza farklı detaylar çıkıyor.
‘CUMHURİYET’İN YÜZYILINI BİR DİKOTOMİ ÜZERİNDEN OKUMAMAK MÜMKÜN’
Büke Boşnak: Cumhuriyet’in yüz yılını simgeleyen kapak fotoğrafını seçmek bizim için zor oldu. Günümüzden yüz yılı değerlendirdiğimizde kuşkusuz en çarpıcı konulardan birisi kadınların hakları ve eşitlik mücadelesi. Kitabın bence en önemli özelliği kadın ve toplumsal cinsiyet perspektifine verilen önem ve birçok başlıkta hem Cumhuriyet’in hem de farklı konuların kadınlarla ilişkisini çoğu kez kesişimsel ve eleştirel bir şekilde sorgulaması. Giriş’te belirttiğimiz gibi Cumhuriyet’in yüzyılını bir dikotomi üzerinden okumamak mümkün. Bu tür bir dikotomi Cumhuriyet’i, bütünüyle yüceltmek ya da sadece olumsuzlukları ön plana çıkarmak üzerinden değerlendiriyor. Toplumsal cinsiyet eşitliği bağlamında baktığımızda, feminist ve kadın çalışmaları içerisinde derinlemesine irdelenen Cumhuriyet ile kadınların özneleşmesi veya özneleşmenin sınırlı olduğu tartışmalarını bir kez daha gözden geçirmemize zemin hazırlıyor. Bu bağlamda, kullandığımız fotoğraf önemli bir “momenti” yansıtıyor. Kadınların örgütlü mücadelesi ve yasalar önünde eşitlik arayışını, eşit yurttaşlık talebini gözler önüne seriyor. Yasal eşitlik mücadelesi toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama yönündeki eksiklerine rağmen Cumhuriyet’in sunduğu çok önemli bir imkân. Kadınların siyasal haklarının şekillenmesinde sadece Cumhuriyetçi kadroların kadınları araçsallaştırması değil toplumsal hareketliliğin düşünülmesi ve toplumsal aktörlerin ön plana çıkarılması açısından anlamlı olduğunu düşünüyorum.
‘ANAYASALARI ANLAMLI KILAN UYGULANMALARIDIR… MEVCUT ANAYASA UYGULANSAYDI CAN ATALAY SERBEST KALIRDI’
Kitap çok katmanlı ve kapsamlı bir çalışmanın ürünü, Cumhuriyet’i yatay kesen önemli başlıklar seçilmiş. Bunlardan biri de “Demokratikleşme”. Bugün yeniden anayasaya değişikliği tartışmaları gündemdeyken Türkiye’nin demokratikleşme, hukuk devleti olma iddia ve çabasını nasıl değerlendirirsiniz?
Tuğçe Erçetin: Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren demokrasi arayışı sürekli bir sarsıntı içinde oldu. Çok uzun yıllar askerin sivil siyaset alanı ve siyasetçi üzerinde kurduğu baskı, hakimiyet, darbeler, darbe girişimleri ülkeyi istikrarlı bir zeminin dışında tuttu. İktidarın-iktidarların ihtiyaca göre yaptığı devlet tanımı içinde vatandaşa biçilen rol, devleti her daim bireyden üstün kılan anlayış, döneme göre ‘öteki-anarşist-terörist’ söylemleri içinde kimi fikirlerin-ideolojilerin kriminalize edilmesi, gücü eline geçirenin adeta sırayla gerçekleştirdiği intikam süreçlerine dönüştü. 28 Şubat’ta doruğa ulaşan muhafazakarların başta üniversiteler sosyal alandan dışlandığı dönemden özellikle son 10 yıldır kendini seküler olarak tanımlayanların, iktidarla aynı çizgide olmayanların değişik gerekçelerle iş hayatından entelektüel alana ayrımcılığa uğradığı, kendini güvende hissetmediği, kimi muhaliflerin sıradan gerekçeler, zayıf iddianamelerle yıllarca hapiste kaldığı bir döneme…Tabii bugünü konuşurken burada bir Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi parantezi açmak gerekiyor. Ülkenin yönetimini tek bir kişinin inisiyatifine bırakan, ‘yasama, yürütme, yargı’yı birbirinden bağımsız, birbirini denetler halden, tek kişinin kontrolündeki kuvvetler birliğine çeviren bir sistem. Anayasa profesörü Kemal Gözler’in deyimiyle ‘kuvvetler ayrılığı teorisi, anayasacılığın en temel ve eski teorisidir, kuvvetler ayrılığının olmadığı yerde anayasa da olmaz’…
Dolayısıyla sorunuzda belirttiğiniz anayasa değişikliği gündeminin mevcut sistemin bütünü yeniden ele alınmadan tartışılması mümkün değildir. Bugün yeni anayasa yapımı konusunda fikri tartışmalar neredeyse sadece ‘değiştirilemez maddeler’ tartışması üzerinde kilitlenmiştir. Ancak olaya daha geniş bir perspektiften bakmak gereklidir. Bu arada Anayasa’lar yazılı metinlerdir. Onları anlamlı kılan uygulanır olmalarıdır. Mesela mevcut anayasa uygulanıyor olsaydı, ‘Anayasa Mahkemesi kararları yasama, yürütme, yargı organlarını, gerçek tüzel kişileri bağlar’ diyen 153. madde uygulanır Can Atalay serbest kalırdı. Anayasa’nın 90. maddesinde yer alan ‘usulüne uygun yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir’ tanımı gereği AİHM kararları ile Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş dışarıda olurdu.
‘DEMOKRASİ BUGÜN DAR ANLAMIYLA SEÇİMLER TEMELİNDE VARLIĞINI KORUYOR’
Türkiye’nin demokrasi sorunlarına bakarken dünyaya da göz atmamız gerekiyor. Dünya da Avrupa’dan ABD’ye demokrasi kriziyle ve evrensel insan haklarına yönelik zedelenme ile karşı karşıya. Bir yanda aşırı sağın yükselişi öte yanda sağ popülist liderlerin belirsizliklerden-krizlerden beslenerek korku siyaseti aracılığıyla ortaya koyduğu performans demokrasinin oyun kurallarını dışlıyor. Bugün demokrasi en geniş unsurlarıyla değil, seçimler temelinde en dar anlamıyla varlığını koruyabiliyor. Demokrasi sadece “partilerin seçimleri kaybettiği” bir rejim midir; muhalefetin seçimi kazanma şansı, kazanma durumunda rekabeti sonlandıracak şekilde iktidarı kullanmaması gibi literatürde yorumlar getirilmiş olsa da adil koşulların ve eşit katılımın kapsandığı bir ideali de vurgulamak gerekir. Bu bağlamda hangi seçim aksaklıklarının olduğu, seçimlerin adil ve eşit bir ortamda gerçekleşip gerçekleşmediği, medya özgürlüğünün koşullarının nasıl olduğu, muhalefetin/sivil toplumun etkili/yeterli alanı olup olmadığı önemli bir tartışma konusu. Demokrasi tanımı değişiyor, rejim tipolojileri genişliyor, demokrasinin farklı kategorileri oluşuyor, ülkelerin güvenlikçi politikaları yeni arayışları gündeme getiriyor. Bu perspektiften baktığınızda anayasa tartışmalarından demokrasinin yeniden güçlendirilmesine akademiden sivil topluma elbette siyasi partilere demokratik bir mücadele alanı var. İktidarın-iktidarların çizdiği çerçevenin dışında yeni düşüncelerin, çalışmaların ortaya konması gerekiyor.
Büke Boşnak: Türkiye’nin demokratikleşme yolculuğu tarihsel olarak çalkantılı, inişler ve çıkışlarla dolu. Bu alanda yapılan akademik çalışmalar son dönemlerde, çoğunlukla, iktidarın medya ve sivil toplum üzerindeki kontrolüne ve iktidar-muhalefet arasındaki eşitsiz ilişkilere işaret ediyor. Türkiye’deki bu dinamikleri küresel bağlamdan bağımsız bir şekilde değerlendirmek mümkün değil. Popülist partilerin son yıllarda Türkiye, Macaristan, Polonya ve Brezilya gibi ülkelerde demokrasiyi sadece sandığa gitmek olarak nitelendirmesi ve çoklu krizler çağında AB’nin kendi kimliğini tanımladığı demokratik normlar, haklar ve değerlerden hızla uzaklaşması demokratik gerilemeye zemin hazırlıyor ve demokrasi meşruiyetini hızla kaybediyor. Burada özellikle demokrasi ile toplumsal cinsiyet ilişkisini yeniden gözden geçirmek gerekiyor.
‘KADIN HAKLARINI TARTIŞMAYA AÇMAK DEMOKRATİK AÇIDAN TEHLİKELİ’
Kadınların olmazsa olmazı olarak tanımlanan kazanılmış yasal haklarının tartışmaya açılması demokratik açıdan çok tehlikeli. Türkiye özelinde baktığınızda, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi, devamında nafaka ve boşanma gibi konuların toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifinden uzaklaşarak tartışmaya açılması, cinsel haklar ve üreme hakları üzerinden kadınların ve LGBTİ+’ların ötekileştirilmesi ve giderek artan kadına ve çocuğa yönelik şiddet ortamı demokratikleşme çabasını derinden sarsıyor ve sekteye uğratıyor. Güncel anayasa tartışmalarında ise esas olarak düşünülmesi gereken sorulardan birisi yeni anayasanın daha demokratik, eşitlikçi, adil ve kapsayıcı bir Türkiye için nasıl bir işlev göreceği ve siyasi arenanın eşitlikçi bir şekilde geniş katılımlı toplumsal aktörlerle yeniden inşası oluyor.
‘ALEVİLER VE KÜRTLER KURULUŞTAN BU YANA HANGİ İKTİDAR GELİRSE GELSİN BASKI ALTINDA KALDI’
Kitabı bölümlerinden biri de “Yurttaşlık” adını taşıyor. Elbette bu bölümü sizler yazmadınız, editörlüğünü yaptınız ancak görüşlerinizin yol gösterici olacağını da düşünüyorum. Türkiye gibi gündemi sık değişen bir ülkede “Kürtlerle Yeniden Barış” yeniden gündemde. Tartışma içerisinde CHP lideri Özgür Özel, "Kürtlere eşit yurttaşlık vaat ediyorum” dedi. Cumhuriyet yurttaşlık ilişkisini nasıl kurdu? Kimler eşitlik çemberinin dışında kaldı?
Tuğçe Erçetin: Demokratikleşmeyle ilgili bir önceki sorunuza verdiğimiz cevapta gücü eline geçirenin adeta sırayla ‘ötekine’ gerçekleştirdiği baskı süreçlerinden bahsetmiştik. Burada ayrı bir parantezi Kürtlere ve Alevilere açmak gerekiyor. Çünkü bu iki grup kuruluştan bu yana hangi iktidar gelirse gelsin baskı altında kaldı. Ülkenin makbul vatandaşları bir dönem ‘Türk-Sünni-laik’ son dönem ‘Türk-Sünni-dindar (imam hatipli) oldu. Türklük ve Sünnilik her zaman öne çıktı. 1924 Anayasası’nın Meclis’teki tartışmaları sırasında vatandaşlık tanımı Gelibolu vekili Celal Nuri Bey tarafından ‘öz vatandaşımız Müslüman, hanefiyülmezhep, Türkçe konuşur’ olarak tarif edilir. Diğer iki anayasada da vatandaşlık Türklük ile bağdaştırılır 1961 Anayasası’nda ‘Türk devletine vatandaşlık bağı olan herkes Türktür’ tanımı 54. maddede yer alır.
Yurttaşlık bir topluluğa aidiyet, buradan kaynaklanan hak ve sorumluluklar ise aitlik-merkez Türklüktür. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in, kurucu partinin genel başkanı olarak Kürtlere ‘eşit yurttaşlık’ vaadi aynı zamanda başka açıdan bir itirafı içinde barındırır. 101 yıl önce kurulan devletin hala Kürtlerin de ortak devleti olmadığını…
‘TÜRK BASINI DA AZINLIKLAR KONUSUNDA HÜKÜMET VE MECLİS'LE TAM BİR FİKİR BİRLİĞİ İÇİNDEDİR’
Türkiye’de dışlayıcı yurttaşlık çemberi kimi zaman Hrant Dink’in yaşadığı gibi askerlik döneminde devresindeki arkadaşlarının erbaş rütbesi alması sırasında kendisinin er kalması ve tören sırasında ‘teneke baraka arkasında ağlaması’ olarak karşımıza çıkar. Bazen Diyarbakır’da oğlu hapiste olan Kürtçeden başka dil bilmeyen İpek Ateş’in bir cümleye sığmak zorunda kaldığı ‘Kamber Ateş nasılsın’ sorusu ile hafızamıza kazınır. Türkiye’de din ve vicdan özgürlüğünün en önemli sorunu Alevilerin ibadetleriyle ilgili kısıtlamalar-baskılar da sorunlu-çözülmesi gereken alandır. Eşitlik çemberinin ‘dışında kalmanın’ sebeplerinden de bahsetmek gerekir. Kitabımızda Arus Yumul makalesinde şöyle bir cümleyi vurguluyor: ‘Türk basını da azınlıklar konusunda hükümet ve meclisle tam bir fikir birliği içindedir’. Belki 101 yıllık tarihte en fazla sürekliliğini koruyan şeylerden biri de Türkiye’deki medya sisteminin özelliği: Kutuplaşmış çoğulcu bir medya, böyle bir medya sisteminde siyasal paralelliğin ve devlet kontrolünün yüksek oluşu. ‘Tehdit algısı’ ve ‘güvensizlik hissi’ üzerinden grupların ‘biz ve onlar’ ayrılığı ile (kimi zaman güvenlikleştirme kimi zaman da ahlakilik anlatısı ekleyerek) yeniden tanımlanması hem siyasal karar ve söylemler de hem de kimi basın kurum ve aktörlerince çemberi-çemberleri her zaman yarattı.
Gencer Özcan: Cumhuriyet tarihinin en sorunlu kesimleri yurttaşlık anlayışının eşitlik temelinde tanımlanması ve uygulamaya yansıtılmasına ilişkin olanları. Cumhuriyet yönetimi ister istemez geç Osmanlı döneminin bakış açılarını miras aldı. Gelgelelim, İkinci Meşrutiyetin ve cumhuriyetin getirdiği yenilikçi tanım ve yaklaşımlara özgürlükçü, eşitlikçi ve haktanır içerikler kazandırılamadı. Yöneticiler deyim yerindeyse otoriter çözümlerin kolaycılığına kaçarken, yönetilenler de siyasal gündemlerinin uygulamaya geçirilmesini mümkün kılacak koşulları bulamadılar. Biraz önce Tuğçe’nin dikkatimizi çektiği gibi, 1924 Anayasasının yazım süreci, Anayasa Komisyonu tarafından hazırlanan gerekçesi ve genel kurul tartışmaları, erken Cumhuriyet evresine egemen siyasal iklimin günümüz demokrasilerinde benimsenmiş yurttaşlık anlayışının uygulamaya konulmasına elverişli olmadığını gösteriyor. Bu durumu bir ölçüde zamanın ruhu deyip açıklamak mümkün... Ancak ülkemizde izleyen onyıllarda yaşanacaklar, eşitlik temelinde tanımlanan yurttaşlık kavramının kağıt üzerinde kaldığını gösterdi. Sadece “Kanun-ı Esasî Türkü”, “Kanun Türkü” gibi yakıştırmalar bile bu sorunu örneklemek için yeterli. Üzücü olan mesele, 100 yıl sonra, farklı etnik kökenlerden geldikleri, başka dinlere inandıkları, Türkçeden başka diller konuştukları, farklı cinsel yönelimleri benimsedikleri, kurulu düzenin değiştirilmesine yönelik “rahatsızlık veren” düşünceleri ileri sürdükleri, bu uğurda örgütlendikleri ve sokağa çıkıp gösteri yürüyüşü yaparak anayasal haklarını kullanmaya kalkıştıkları, hatta yalnızca kadın oldukları için ayrımcılığa uğrayan, kendilerini bu ülkenin yurttaşı olarak hissetmeyen insanların hiç de azımsanmayacak sayıda olması...
‘CUMHURİYET LAİK MİYDİ SORGULAMASI HAKLI BİR SORGULAMA’
Toplumda kutuplaşmanın sürdüğü alanlardan biri kitapta bir bölüm olarak karşımıza çıkıyor: Laiklik. Özellikle anayasanın değiştirilemez ilkelerinden bahsedilirken atıf yapılan başlıklardan biri. Cumhuriyet laik miydi? Laiklikle nasıl bir ilişki kurdu, artık 101 yaşında olan Cumhuriyet nerede duruyor?
Ömer Turan: Kitabın ilgi bölümündeki çalışmalar laikliğin ulusal kimliğin inşasındaki rolüne, ilerlemeci bir kuruluş ilkesi olarak önemine ve demokrasiyle ilişkisine dair bir panorama çıkarıyor. Bu panoramada Umut Azak’ın metninde gördüğümüz, laikliğin aynı zamanda bir muhalefet talebine dönüştüğüne ilişkin tespit son derece önemli. Çünkü hükümetlere yöneltilen laiklikten ödün verme suçlamaları bize, hem demokrasiyle birlikte revize edilen laikliğin getirdiği tartışmaları hatırlatıyor, hem de sizin sorduğunuz “Cumhuriyet laik miydi?” sorusunun aslında ne kadar haklı bir soru olduğuna işaret ediyor. “Cumhuriyet laik miydi?” sorusunu düşünürken derlemede yer alan iki diğer çalışmayı da hatırlamamız gerek. Bunlardan biri Eylem Ümit Atılgan’ın Cumhuriyet’in hukuk devrimini toplumsal cinsiyet perspektifiyle incelediği metin. Ümit Atılgan Medeni Kanunun çeviri sürecine dair detayları bizlere sunuyor. Genelde bu kanunun İsviçre Medeni Kanunu'ndan doğrudan çevrildiği ya da önemsiz değişikliklerle çevrildiği yazılır. Ama Ümit Atılgan’dan öğreniyoruz ki, Medeni Kanunun İsviçre Medeni Kanunu’ndan farklılaşan maddelerinin oranı takriben 3’te 1’e denk düşüyor. Bu maddeler genelde bugün kadın mücadelesinin gündemindeki nafaka, boşanma, çocuk yaşta ve zorla evlilik gibi kadının aile hukukundaki haklarına ilişkin. Ve bu farklılaşan maddelerde dine dayalı hukuk düzeninden gelen eski kavram ve kurallar yer bulmuş durumda.
‘SON DÖNEMDE DİNİN TOPLUMSAL HAYATTA DAHA ETKİLİ OLDUĞUNU GÖRÜYORUZ’
Tuğçe Erçetin: Laiklik, kurucu kadronun zihninde Kurtuluş Savaşı yıllarından itibaren şekilleniyor. ‘Hakimiyetin kayıtsız şartsız milletin oluşu’ ilanı sürecine kadar geçen zamanda ‘millet iradesine’ yapılan atıflar var. 1921-1924 anayasalarında yer alan ‘devletin dini İslamdır’ 1928’de çıkarılırken, 1937'de laiklik ilkesi eklendi. Türkiye’de bir kesimin uzun süredir devam eden kaygılarından biri din devletine dönüşme. Bir diğer kesimin ise katı laiklik olarak tarif edilen ‘giyimden ibadete inançların rahat yaşanamaması’ kaygısı. 22 yıllık iktidar seçim süreçlerinde oy artırmak için muhafazakarlara sık sık ‘geçmişteki baskı dönemine dönme’ riskinden bahsediyor. Son yıllarda dinin toplumsal hayatta daha etkili olduğunu görüyoruz. Kimi yargı kararlarından milli eğitimdeki son müfredat değişikliğine dinsel atıflarda artış var. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın pek çok bakanlıktan daha fazla bütçeye sahip olması, Diyanet’in din hayatını yöneten bir kurumdan çok siyaset yapan kurum şekline dönüşmesi de dikkate değer. Bir zamanlar laiklik adı altında özgürlüklere yapılan baskılardan şimdi laikliği önemsizleştirmeye-değersizleştirmeye çalışan döneme gelinişi.
Şu noktayı da vurgulamak gerekiyor. Türkiye’de kutuplaşma farklı dönemlerde toplumsal ayrımlara işaret etmiş ve bunlardan biri de seküler-dindar tartışması üzerinden değerlerin inşa edilmesi olmuştur.
‘DIŞ POLİTİKA SORUNLARI MİLLİ GÜVENLİK MESELESİ OLARAK TANIMLANIP SİYASAL AGORANIN DIŞINA ÇIKARILDI/ÇIKARILIYOR’
“Türkiye Siyasetinde Fikirler ve Davranışlar” isimli bölümde editörler olarak şöyle diyorsunuz: Siyasetin iç ve dış politika olarak ayrılmasını sorunlu bulduğumuz için… Siyaset elbette bütünlüklü ele alındığında olanı, olacak olanı daha iyi kavramamıza yardımcı olur. Bu eksende Türkiye siyasetinin içinde bulunduğu açmazı nasıl yorumlarsınız?
Gencer Özcan: Küreselleşen dünya siyaseti koşulları altında, siyaseti içi ve dışı diye ayırmak ne mümkün ne de gerekli. Ayrıca içine düştüğümüz durumları anlamamıza da yardımcı olmuyor. Sınırlarımızın ötesinde olan biten her şey gündelik siyasal yaşantımızı etkiliyor. Bunun dışında hükümetler sınırlarının ötesindeki gelişmelere karşı kendi çıkarları doğrultusunda tavır alıyor. Özellikle Ortadoğu'daki gelişmelerin bir bölümü AK Parti yönetimi tarafından çeşitli gerekçelerle Türkiye siyasetinin konuları haline getirilip araçsallaştırılıyor. Bazı bölgesel gelişmeler Türkiye için milli güvenlik sorunu olarak gösteriliyor.
Yurttaşlar bu sorunların neden olağan yollardan anlaşılıp tutum alınabilecek konular değil de milli güvenlik sorunu olarak tanımlanıp gizlilik örtüsü altında ve ancak olağanüstü yöntemler uygulanarak üstesinden gelinebilecek sorunlar olarak gösterildiğini anlamakta güçlük çekiyorlar. Türkiye'de iktidarların yurttaşların dikkatini sözümona dış tehlikelere çekerek kendilerinin çözüm bulmakla yükümlü oldukları sorunları dış güçlerin yarattığını söyleyip sorumluluktan kaçınmaları bilindik bir pratik. Bu tehlikelerin ancak yurttaşların bir iç cephede birleştikleri zaman savuşturabileceği önermesi de çok tanıdık...
‘YURTTAŞLAR DIŞ POLİTİKA KONULARININ DA OLAĞAN SİYASAL SORUNLAR OLARAK TARTIŞILABİLDİĞİ BİR ORTAMA KAVUŞMAYI BEKLİYOR’
Cumhuriyet tarihi boyunca yöneticilerimizin en sık başvurduğu yöntem bu .. Son yüzyıl boyunca “Milli birlik ve beraberliğe en fazla ihtiyaç duyduğumuz zamanlar...” uyarısını hep duyduk... Dış politika sorunlarının milli güvenlik meselesi olarak tanımlanıp siyasal agoranın dışına çıkartılması 10 yıl öncesine kadar askerlerin sıkça başvurduğu bir uygulama olarak hatırımızda. Gelgelelim AK Parti yönetiminin bu pratiğe neredeyse gündelik ölçekte başvurması bildiğimiz bir uygulama değil. Fiyatların dış güçlerin yürüttüğü bir ekonomik saldırı nedeniyle yükseldiği gibi açıklamalar bu döneme özgü yenilikler olarak hatırlanacak. Bu nedenlerle yurttaşlar dış politika konularının da olağan siyasal sorunlar olarak tartışılabildiği bir ortama kavuşmayı bekliyor. Böylesi bir tartışma ortamı yurttaşların sorunlarının neler olduğu konusunda daha sağlıklı yargılara varabilmelerine olanak sağlayacak. Siyaseti kendi bütünlüğü içinde gören bir anlayışın baskılanması Türkiye siyasetini açmaza sokan nedenlerden birisi. Dolayısıyla, hükümetlerin dış politika konularını gerekçe göstererek siyasal sorumluklarından kaçınmasını engellemenin yolu sorunlara iç politika-dış politika ayrımını göz ardı eden bir bakış açısıyla yaklaşılmasına bağlı...
‘BÜTÜN YURTTAŞLARININ İNSANLIK ONURUNA YAKIŞAN HAYATLAR SÜREBİLMELERİNE OLANAK SAĞLAYARAK’
Bölüşüm, tanınma, temsil/katılım eşitliğini, hukuk eksenlerini dikkate alırsak sizce 101 yaşındaki Cumhuriyet yoluna nasıl devam etmeli?
Tuğçe Erçetin: Takdir edersiniz ki Cumhuriyet tarihi inişleri ve çıkışları olan olayları ve aktörleri içeriyor. Bugün 101 yıllık tarihte farklı eşitsizlikleri görmezden gelmenin farklı mağduriyetlerini de bagaja eklemiş durumdayız. Türkiye’de ekonomik, toplumsal cinsiyet, etnisite ve ideolojiler bağlamında sürekliliği olan eşitsizlikleri “görünmez kılmanın” farklı araçlarla yeniden üretilmesi sonucunda birbirine temas etmeyen, imkanları azalan, hak ve özgürlüklere “diğerinin” erişememesi durumunu sorun kabul etmeyen toplumun dönüşmesi gerekiyor. Bunun için de konuşmak kadar dinlemek de gerekiyor. Kendi gibi düşünmeyenin, farklı olanın sesine kulak vermek. Yalnız kendi mahallesinin değil tüm mahallelerin seslerini dikkate almak. Tabii bilimin yol göstericiliğini önemseyen, eğitimi siyasetin-oy almanın değil ülkenin geleceği için anahtar gören bir anlayışa da ihtiyaç var.
Ömer Turan: Türkiye toplumu sosyal taleplerin oldukça çeşitli olduğu bir toplum. Mücadelelerin uzun tarihi ve taleplerin çeşitliliği bize Türkiye toplumunun mevcut otoriter cendere içinde devam etmesinin mümkün olmadığını gösteriyor. Türkiye’de mutlaka demokrasi mücadelesi yükselecektir. Türkiye toplumunun dinamikleri mutlaka yeni demokratikleşme momentleri yaratacaktır.
Büke Boşnak: Aslında kitapta bahsettiğimiz farklı anlatılar ve önemli momentler bu soruya ışık tutuyor. Örneğin Yeşim Arat’ın bölümü 100 yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca okuyucuya kadın hareketinin yürüttüğü mücadelenin toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarını ve kurumlarını nasıl değişip dönüştürdüğünü gösteriyor. Benim yazdığım bölümde ise 1990’lara odaklanarak kadın hareketinin yekpare olmadığı ve din, dil, sınıf, kimlik, cinsel yönelim gibi eşitlik, yani kesişimsellik ekseninin ortaklaşma ve dayanışmadaki önemini vurguluyor ve demokrasi ile ilişkisi ayrıntılı bir şekilde yeniden ele alınıyor. Bugünden geçmişe bakıp değerlendirme yapılınca, farklı toplumsal aktörlerin ittifak kurma deneyimleri ve demokratikleşme söyleminin ortak payda olarak benimsenmesi; kısacası kadın hareketinin geliştirdiği mücadele stratejileri geleceğe dair Cumhuriyet’in yoluna nasıl devam etmesi konusunda ipuçları veriyor.
Gencer Özcan: Kuruluş evresinde uygulanan kısıtlardan uzak bir siyaset anlayışını benimseyerek... Daha eşitlikçi ve özgürlükçü uygulamalarla demokrasimize derinlik kazandırarak... Bütün yurttaşlarının insanlık onuruna yakışan hayatlar sürebilmelerine olanak sağlayarak... Yoksullarını kaderleriyle başbaşa bırakmayarak... “Kimsesizlerin kimsesi olarak”....
Kitabın açık erişim linki için bakınız: https://bilgiyay.com/kitap/ilk-yuzyili-biterken-cumhuriyet/
Mühdan Sağlam Kimdir?
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı’nda doktorasını yapmıştır. Enerji politikaları, ekonomi-politik, devlet-enerji şirketleri ilişkileri, Rus dış politikası ve enerji politikaları, Avrasya enerji politiği temel ilgi alanlarıdır. Gazprom’un Rusyası (2014, Siyasal Kitabevi) isimli kitabın yazarı olup, enerji ve ekonomi-politik eksenli yazıları mevcuttur. Barış için Akademisyenler “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisini imzaladığı için 7 Şubat 2017'de çıkan 686 sayılı KHK ile üniversiteden ihraç edilmiştir. 8 Kasım 2023'te Ankara İdare Mahkemesi kararıyla Mardin Artuklu Üniversitesi'ndeki görevine iade edilmiş, ancak 27 Şubat 2024'te İstinaf Mahkemesi kararıyla yeniden ihraç edilmiştir. 2017-2023 yılları arasında aralarında Gazete Duvar, Almonitor, Kısa Dalga ve Artı Gerçek'in de bulunduğu medya kuruluşlarında çalışmıştır.
Etiyopya’nın darboğazına BRICS bir çare olacak mı? 25 Ekim 2024
'Çözüm Süreci'nde muhatap Erdoğan değil Bahçeli gibi görünüyor' 21 Ekim 2024
Cehenneminizi nasıl alırdınız? Nükleer seçeneklerimiz mevcuttur 16 Ekim 2024
'Adaletsizliğe karşı suç bir adalet tesis aracına dönüşüyor' 10 Ekim 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI