Cumhuriyetin erdemi nedir?
Bu fotoğrafın gölgesinde kalan bir parlamento üyesinin, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı halkın karşısına her çıktığında, yüksek bir yerde konumlanarak aşağıdaki insanlara çay fırlatırken yarattığı sembolizmi eleştirmesi artık siyasal olarak anlamsızdır, eleştirisi üzerindeki gölge tarafından her seferinde iptal edilir. Parlamentoya asılan fotoğraftaki egemenlik iddiası, halkın boğazında düğümlenmektedir.
Cumhuriyeti ilan eden 364 sayılı anayasa değişikliği kanununun doksan yedinci yılındayız. Anayasa değişikliği “Teşkilatı Esasiye Kanunun Bazı Mevaddının Tavzihan Tadiline Dair Kanun” başlığını taşıyor. Buradaki “tavzihan” ifadesi ile kanun koyucu; bir yıl önce saltanatın kaldırılmasını, ondan bir yıl önce halk egemenliğinin anayasal bir ilke haline gelmesini ve ondan da bir yıl önce Büyük Millet Meclisi’nin açılmasını vurguluyor. Cumhuriyetin 1920’de fiili olarak kurulmuş olduğunu söylüyor. Dolayısıyla, cumhuriyetin ilanın doksan yedinci, saraydaki sultanların alaşağı edilmesinin doksan sekizinci, halk egemenliğine dayanan ilk demokratik anayasamızın doksan dokuzuncu, halk egemenliği fikrinin tarihimizdeki en radikal adımı olarak TBMM’nin toplanmasının yüzüncü yılındayız. Cumhuriyet, yüz yıllık tarihinde kuruluşun bütün çelişkilerinin ve bu çelişkiler üzerine mücadelelerin sahnesi oldu. Cumhuriyetin iddiası olan eşitlik, halkın kapsamına ilişkin mücadelelerin de zemini oldu. Nüfusun çokluğu ve siyasal birliğin kuruluşu arasındaki çoklu çelişmelerin sonucu olarak her dönem farklılaşan, tanınma mücadeleleri sonunda genişleyen ya da kapanan siyasal birliğin formu cumhuriyetti. Bu zeminde darbeler, pogromlar, zorunlu göçler, katliamları gördük; eşitlik-özgürlük arzusuna dayanan görkemli mücadeleler aynı zeminde gerçekleşti. Çünkü “cumhuriyet iddiası” kamunun, “herkes”indi; eşitlik mücadeleleri herkese ait olan üzerine gerçekleşiyordu.
Cumhuriyet bir hakikat iddiasına sahipti ve bu hakikat yeryüzüne aitti. Bütün yurttaşların eşitliği iddiası, eşit olmayanların hakikat-özneleşme süreçlerinin zemini oldu. Siyasal İslamcılar iktidara gelene kadar cumhuriyet biçiminin sağladığı zemin tartışmaya açılmadı; herkese ait olan hiçbir zaman bu kadar yağmalanmadı, eşitlik iddiasının yerine kulluk düzeni açıktan savunulmadı, “herkes” hiçbir zaman bu kadar daraltılmadı. Bu nedenle yüz yıllık sahnede bugünün demokratik mücadelesinin önceliği; cumhuriyeti bir parantez olarak gören, varsayımı eşitliğe değil; Müslümanın gayrimüslime, erkeğin kadına, zenginin yoksula hükmetmesine dayanan siyasal İslamcı iktidara karşı cumhuriyet biçimini savunmaktır. Cumhuriyet biçiminin önceliği, emekçi sınıfların geçimsel ve siyasal taleplerinden, Kürtlerin ve Alevilerin eşit yurttaşlık taleplerine, erkek egemenliğe karşı mücadeleye kadar herkese ait olanın politik savunusu ile, eşitlik iddiası ile mümkündür.
BİR FOTOĞRAF, BİR KOŞUL
TBMM’nin açılmasının yüzüncü yılında, olağan zamanda toplanan parlamentonun üzerine düşen dev Erdoğan posterinin gölgesi hala durmaktadır. Hiçbir siyasi sembol, iddiasından bağımsız yorumlanamaz. 2020’in 1 Ekim günü TBMM şeref kapısından geçenler, egemenliğe ilişkin soruyla muhatap olmak zorundadırlar. Erdoğan’ın posteri bir egemenlik iddiasıdır. Bu iddia Büyük Millet Meclisi’nin, halkın temsilcisi olarak Meclis’te bulunan vekillerin egemenlik iddiası ile karşı karşıya getirilmiştir. Açık bir üstünlük iddiasıdır. Bunun koşulları ise çok önceden kurulmuştur. 7 Haziran seçimlerinde oluşan parlamentonun tasfiye edilmesinden 15 Temmuz darbe girişiminin Allah’ın lütfu olarak siyasal hayata tercüme edilmesine; milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasından, 16 Nisan 2017 plebisitine giden süreç egemenliğin el değiştirmesini, cumhuri rejimin tadilini tavzih eder. Bu fotoğrafın gölgesinde kalan bir parlamento üyesinin, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı halkın karşısına her çıktığında, yüksek bir yerde konumlanarak aşağıdaki insanlara çay fırlatırken yarattığı sembolizmi eleştirmesi artık siyasal olarak anlamsızdır, eleştirisi üzerindeki gölge tarafından her seferinde iptal edilir. Parlamentoya asılan fotoğraftaki egemenlik iddiası, halkın boğazında düğümlenmektedir. Yüksekten fırlatılan her “hediye”, egemenin konumuna ilişkin gerçekçi bir resimdir. Egemen ile tebaanın ancak kulluk ilişkisinde karşı karşıya gelebildiği bu düzenin kurulmasında, TBMM şeref kapısına asılan fotoğrafın gölgesi vardır. Bu gölge kalkmadan halkın boğazından geçen çay bir lütuftan hakka dönüşmez. Hak cumhuriyetin kavramıdır, eşitliğin sonucudur. Lütuf siyasal İslamcının arzu duyduğu düzene aittir. Lütuf cumhuriyetin kurumsallığını askıya alır, cumhuriyetin mülklerinin talan edilmesinin lütfu gösteren iradenin tasarrufunda olması, sermaye ile kurulan ilişkide lütfun belirleyici olması, emekçilerin ücretlerinin ve dahi hayatlarının lütfa tabi tutulması, kamu kadrolarının lütuf ile dağıtılması hakkın askıya alınmasının politik gösterenleridir. Bugün egemenliğe ilişkin soruyu muhatap almadan, parlamenter biçimin ötesine geçip cumhuriyetin haklar ve özgürlükler düzenini tesis edecek bir demokrasi programı geliştirmeden cumhuriyeti savunamazsınız.
BİR KARAR, BİR KOŞUL
28 Ekim 2020’de, Cumhuriyetin ilanının doksan yedinci yıldönümünden bir gün önce, TBMM bir karar yayımladı. AKP, CHP, MHP ve İYİ Parti’nin desteğiyle oylanan karar, “Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un İslam Karşıtı Açıklamalarına Dair” başlığını taşıyor. Türkiye’nin bir İslam devleti olduğu, parlamentonun bir İslam parlamentosu olduğu hatta kimse tarafından ciddiye alınmasa da dünya Müslümanlarını himayesi altında bulunduracak bir hilafet iddiasının çeşitli düzeylerde dillendirildiği dönemde cumhuriyetçi partinin, “İslam”a ilişkin karardaki imzası bir koşulu daha önümüze koyuyor. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bizzat Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı tarafından yayımlanan propaganda videolarında Allah’ın son ordusu olarak tanımlandığı, Diyanet İşleri Başkanı’nın elinde kılıç ile minbere çıktığı, Türk-İslamcılığın kurucusu olarak Abdülhamid’in suretinde tarihin yeniden yazıldığı, eğitim programının İslamileştirildiği, yargı kararlarında İslam’ın kutsal kitabına atıf yapıldığı, kamu kurumlarında çalışmak için girilen sınavlarda İslam’ın şartlarının sorulduğu bir siyasal rejimde, laikliği savunan partinin elinden iki şey geliyor: İslamcı dış politikaya tezkere vermek ve “böyle bir şey olabilir mi?” sorusunu sormak. İslam hukukunun medeni hukukumuza alternatif olarak bizzat iktidar tarafından desteklendiği bir dönemde Fransa Cumhurbaşkanı’nın açıklamalarına yalnızca “İslam karşıtı” başlığı altında açıklama yapmak, hiçbir değerlendirme yapmadan siyasal İslamcı AKP’nin kuyruğuna takılmak cumhuriyetçi iddiayı boşa çıkarır. Cumhuriyetçi eşitliğin olmazsa olmazı laikliktir. Yurttaşlar arasındaki eşitliği kuran, hak ve özgürlükleri alanını kuran, egemenliği kullanan organları belirleyen ve yetkilerini sınırlayan somut anayasal düzenin karşısına bir siyasal toplum ve siyasal düzen iddiasıyla çıkan siyasal İslam –cemaat hukuku- doğası gereği laikliğe ve cumhuriyete karşıdır. Egemenlik iddiası da buna göre şekillenir. Dolayısıyla bugün laikliği savunmaya cesaret göstermez siyasal İslam’ın egemenlik iddiasına karşı çıkamazsınız; cumhuriyeti savunamazsınız.
CUMHURİYET VE CESARET
Cumhuriyetçi başa dönmek zorunda. Aradan geçen bir asrı göğüslemeye, yüz yıldır Türkiye’de verilen eşitlik-özgürlük mücadelelerini içselleştirerek aşmaya, cumhuriyetin erdemi olan eşitlik tutkusuna cesaret ederek yeni bir başlangıç yaratmak zorunda.
Cumhuriyetin erdemi eşitlik iddiasıdır; bugün cumhuriyetçinin erdemi eşitliğe cesaret etmek, korkunun karşısına çıkmaktır. En başta da kendini esir ettiği halk korkusunun karşına çıkmaktır.
Cumhuriyetin ilanının doksan yedinci yılı kutlu olsun!