Cumhuriyet'in ölümü
Roma bir imparatorluğa dönüştü, üç kıtada egemen oldu. Üç kıtanın zenginliği bir avuç insanın zevk ve sefasına hizmet ederken, yüz binlerce insan köle olarak doğdu, yaşadı ve öldü. Milyonlarca insan imparatorluk savaşlarında öldü. Günümüze miras kalan yalnızca bu güç arzusu değil elbette. Tüm birikimiyle cumhuriyet de geçmişten bugüne ulaşmayı başarabildi.
Sınıf çatışmalarında orta yolu bulmuş, çok sayıda meclisi sayesinde halkı yasama ve yönetme işlerine katabilmiş, devletin çıkarı ile yurttaşın çıkarını dengeleyebilmiş Roma Cumhuriyeti hızla büyüyordu. Bir tarafta Afrika’da kazanılan topraklar, diğer tarafta Balkanlar’da arka arkaya zaferler Cumhuriyeti güçlendirirken; Roma, Ege denizi ve Küçük Asya’ya güçlü yerel krallıklar sayesinde nüfus etmeye başlamış, aynı anda birden fazla coğrafyada varlığını arttıran bir görünüme doğru hızla ilerliyordu. Cumhuriyet hızla büyürken, ilkelerine sadık kalma çabasını da sürdürüyordu. Meclisler, halkın temsil yetkisi, sorunların çözümü için geniş katılımlı toplantılar değerini aynı şekilde koruyordu. Sonda söyleyeceğimizi baştan söyleyelim sevgili okuyucu; bu büyüme aynı zamanda sonun başlangıcı olacaktı.
Cumhuriyet’in genişlerken fark etmeden yediği iki büyük tokat, vücuda bir kangren gibi etki yapacak, yavaş yavaş, için için yayılarak her şeyin sonunu getirecekti. İlk etki, Afrika’da ele geçirilen toprakların Cumhuriyet’e katılması ile gerçekleşti. Bir tarafta çocukluktan itibaren meclisten meclise, görevden göreve koşturan, her bir hakkı çalışarak, direnerek elde etmiş ve “bir oy” sahibi Roma vatandaşı; diğer tarafta devamlı savaşlar ve ticaret ile servet biriktirmiş feodal bir krallıktan yani zenginin, güçlünün sözünün geçtiği bir yapıdan, biraz önce yurttaşlığa evirilmiş ve “bir oy” sahibi yeni Roma vatandaşı. Birisi alışkanlık ve tecrübenin etkisi ile toplumun çıkarını diğeri de aynı sebeplerle ister istemez kendi çıkarını düşünecek ve bunların ikisinin de mecliste oy hakkı eşit. Buyurun cenaze namazına…
Durun durun daha bitmedi; ilki kötüsü değil daha da beteri var. İkinci etkimiz, Küçük Asya yani Batı Anadolu’nun Roma Cumhuriyeti’ne katılmasıyla kendini gösterecek. Burada olayları azıcık geriye sarmakta fayda var; bağlayın kemerleri, benim memleketime, Pergamon Krallığına gidiyoruz.
Büyük İskender’in komutanlarından Lysimakhos, o dönemde tahkimli bir yerleşim olan Pergamon kentine adamı Philetarios kumandasında bir askeri birlik ve büyükçe bir hazine bırakmıştı. Ne şans ki Lysimakhos bir savaşta öldü, güç ve para da bizim arkadaşa kaldı. Çoğumuzu, "piyangodan bir para çıksa, var ya neler yaparız neler" düşüncesi, gece hayallere gark eder. Philetarios ve ardından gelen ailesinin hayal gücü sanırım hepimizden güçlüydü ki; 200.000 kitaplık kütüphanesi, iki kıtaya eser veren heykeltıraşlık okulu, tıp ve eczacılık alanındaki hakimiyeti, botanik biliminde açtığı çığır, parşömen kağıdının icadı ve dünyanın 7 harikası olarak bilinen eserlere denk kabul edilen ünlü Zeus Sunağı’nın inşası ile 150 yıl içerisinde bilinen dünyanın en önemli merkezlerinden birisi Pergamon olmuştu. Marmara kıyılarından Antalya’ya uzanan bu krallık, son kralı III. Attalos tarafından Roma’ya miras bırakılınca (bu konuyu başka bir yazımızda ele alacağız) bizim cumhuriyet bir anda Batı Anadolu’nun da sahibi oluvermişti.
Cumhuriyet dünkü çocuk. Batı Anadolu kentleri ise çok geniş coğrafyalardan gelen birikimi pratiğe çevirmiş; Mısır’ın, Mezopotamya’nın, Anadolu’nun eski uygarlıklarından kadim bilgilerle donanmış; deniz ulaşımı ve ticaretindeki büyük başarısı sayesinde tüm Akdeniz ve Karadeniz kıyılarını kolonize etmiş; krallık, diktatörlük, tiranlık, demokrasi, kent devleti, eyalet sistemi, çeşitli ticari, siyasi ve askeri birlikler gibi her türlü yönetim organizasyonunu çağlar boyunca yalayıp yutmuş bir kültür deviydi. Bunların yanında, madenden orman ürünlerine, verimli topraklardan bereketli denizlere kadar her türlü doğal zenginliğine, yüzyıllara dayanan geniş ticaret ağları sayesinde, Roma’nın henüz hiç bilmediği coğrafyalardan gelen ürün ve hammadde çeşitliliğini ekleyen devasa bir ekonomiye sahipti. Dilleri geniş topraklarda bilinip-konuşuluyor, paraları her ülkede değerini koruyor; kahramanları, tanrı ve tanrıçaları o zaman bilinen dünyanın tamamında kabul görüyordu. Efsaneleri ve o efsaneleri dillendiren ozanları bile Roma’nın ünlü komutanlarından daha çok saygı görüyordu.
Böyle bir coğrafyayı nasıl yönetirsiniz? Askeri kuvvetler, yüzyıllardır onlarca işgal ve savaş görmüş topraklarda sadece öfke yaratır, yönetmenize çok da yardımcı olamaz. En eğitimli bürokratınız, felsefe okuluna yeni başlayan erkek çocuklarla sohbet ederken ya da misafir olduğu bir ailenin küçümsediği kız çocuklarına hitap ederken ezilir-bunalır. Bence söyleyin hiç bulaşmasın, çünkü hepsi ünlü filozoflardan, şairlerden, ozanlardan eğitim almaktadır. En varlıklı olan soylunuz gelse, o güne kadar hiç tatmadığı meyvelerin, tütsülenmiş etlerin, ızgara balıkların, ballı şarapların önünde kendini kaybeder. Buraya gelenin bu kadar varlık içerisinde neye dönüşeceğini artık varın siz hesap edin.
Şimdi dönelim Roma’ya, senato toplanmış. Bir tarafta Afrika’dan gelen bencillik ve hırs, diğer tarafta Anadolu’dan gelen bilgi, varlık ve nüfus, ikisi de taze, ikisi de henüz sindirilememiş. Hangisi toplum çıkarını yurttaşın çıkarıyla dengeleyecek? Hangisi yeni tattığı bu zehirden daha fazla istemeyecek? Ya da kim yıllarca uğraşıp elde edilen birikimi bunların yok etmesini engelleyebilecek? Önce konsüllerin ve diğer İmperium (hükmetme) yetkisi olanların görev süresi uzar –e koltukta uzun oturmanın sonuçları malum- sonra nüfuslu olanların her mecliste ve alınan kararlar üzerinde etkisi artar, zamanla senatonun yetkileri törpülenir. Devamı hepinizin tahmin edeceği gibi Cumhuriyet’in sonu; önce gittikçe güçlenen azınlığın, sonrasında da en güçlü olanın yani tek adamın egemenliği.
Şimdi tarih bilgisi kuvvetli okuyucular soracak; Roma bir imparatorluğa dönüştü, üç kıtada egemen oldu, fena mı oldu diye? Fena oldu ya; üç kıtanın zenginliği bir avuç insanın zevk ve sefasına hizmet ederken, yüz binlerce insan köle olarak doğdu, yaşadı ve öldü. Hatta bu kölelik durumu o kadar kabul gördü ki ancak 1926 yılında resmi olarak yasaklanabildi. Tabii gayrı resmi şekilde günümüzde devam etmediğini sanıyorsak. Yine bir avuç insanın refahı için milyonlarca insan imparatorluk savaşlarında öldü; hatta imparatorluk yıkıldıktan sonra bile mirasına sahip çıkmak isteyenler en az bin yıl boyunca hem kendi aralarında hem de yeni düşman yaratarak ölmeye ve öldürmeye devam ettiler. Güçlü olan; farklı olanı, azınlık olanı, güçsüz olanı öldürmenin onlarca çeşitli yolunu bulmakta hiç zorlanmadı. Üzerinden yüzyıllar geçmesine rağmen hala aynı hayalleri kuran, fırsat buldukça aynı amaçla öldürmeye devam eden sözde “süper güçler” yok mu?
Günümüze miras kalan yalnızca bu güç arzusu değil elbette. Tüm birikimiyle cumhuriyet de geçmişten bugüne ulaşmayı başarabildi. Kimi yerde bir yaşam biçimi olarak, devlet ile yurttaşını ortak bir amaç altında toplayıp, halkını zengin ve mutlu kılmayı başarıyor. Kimi yerde ise amacının dışına taşarak, bir fikrin diğerleri üzerinde tahakküm kurması için legal bir yöntem olarak kullanılıyor.
Tarih tekerrürden ibarettir dediler. İnandık, olan biteni tüm çıplaklığı ile anlattık. Cumhuriyetin son savunucusu olarak tarihe geçen, ünlü hatip Cicero’nun sözünü bir kez daha satırlarımıza taşıyarak yazımıza son verelim ki ibret almayan kalmasın:
“Cumhuriyet halkın işidir; halk, herhangi bir şekilde bağlantılı tüm insan gruplarının değil, ancak hukuk ve haklar konusunda ortak bir anlaşmaya varmış, karşılıklı menfaatlere katılmaya istekli birçok insanın bir araya gelmesidir”.
Yeni bir konuda tekrar buluşmak üzere. Söylencemiz sürecek. VİYA BÖYLE!