Çünkü onların anıları bize emanettir
Nalan yaşasaydı takmazdı bunları. “Bu kadar lafa ne gerek var len” deyip bana kızar ve kendi özel argosundan bir sözcük bulup bitirirdi meseleyi. Ama biz geride kalanlar, böyle düşünemeyiz ki.
M. Ender Öndeş
Hiç böyle olsun istemezdim doğrusu. İsterdim ki Nalan, yine kahkahalarını üstümüze saçsın, hastalığıyla dalga geçmeye devam etsin, arada bana da “Bu işleri senin yazman lazım lan” diye fırça atsın, sonra ben tembellik edeyim yine fırça atsın… Ama olmadı işte. Tamam, şimdi yazıyorum ama bu kez onun ardından ve onunla ilgili bir haber üzerine… Alacaklı gitti, beni de borçlu bıraktı.
Bir yandan da gidişiyle, haber dili ve tavrı üzerine bence derinleştirilmesi gereken bir tartışmaya vesile oldu. Önce Gazete Duvar’daki yanlışlarla dolu haber, sonra benim sosyal medyadaki düzeltme notlarım... Ama yine de bence mesele tam olarak vuzuha ermiş değil; daha doğrusu konuyu biraz daha derinleştirmek ve doğru habercilik üzerine bir örnek vakaya dönüştürmek gerekiyor.
ORİJİNAL BİR DENEYİM
Biraz geriden alalım önce, epey geriden…
1973-74 sonrasının o büyük dip dalgası, bugün belki birçok genç insana inanılmaz geliyordur ama o kadar gerçekti ki. O dönem, yalnızca metropollerde değil, hatta özellikle taşrada binlerce genç insanın 1971 devrimciliğinin etkisiyle kaynaşıp durduğu, o deneyime ait ellerine ne geçerse okuduğu ve arayış içerisinde olduğu yıllardı. Bugünkü gibi her köşeye uyduruk üniversite kurulmamış olduğu için, binlerce taşralı öğrencinin metropollerden de esintiler getirdiği bir süreç yaşanıyordu ve örneğin ben, M. Çayan’ın yazılarının teksir halini -kitap haline getirilmesinden çok önce- okuduğumu, elde ele dolaşan bir sürü bildiriyi gördüğümü hatırlıyorum. Grupların oluşup ortamın katılaştığı günlere kadar bu böyle sürmüştü. Ankara’da bir öğrenci yurdunun kantinine iki sayfalık bir bildiri bırak, bir hafta sonra git Elazığ’daki bir dernekte onun üzerine yapılan tartışmaları dinle, o kadar yani!
Bu kaynaşma ve uyanış koşullarının Turgutlu’daki (Kasaba) etkisi, aynı lisenin öğrencileri olan bir grup gencin hareketi oldu. Bu, tabii ki bir tarih özeti olarak başka bir yazının konusu; Nalan’a söz verdim yazacağım ama şimdilik birkaç cümleyle şöyle özetleyebilirim. Sadece politik olarak değil, her düzeyde sıkı arkadaş olan bu grup (öyle ki, sonradan ayrılanlar ya da başka politik tercihleri olanlar hakkında bile tek bir kötü sözcük duymamışımdır) bu süreçte, tamamen otonom olarak bir yandan kendini geliştirirken, bir yandan da tuğla fabrikalarından tarım işçilerine ve köylere kadar bir dizi çalışma yürütmekte, “traktör kasası tiyatrosu” gibi ilginç işlere imza atmakta, küçücük bir ilçede işçilerin karakol kuşatıp gözaltı bıraktırması gibi haller yaşanmaktadır. M. Çayan’ın görüşlerini tutkulu şekilde benimseyen bu insanlar, bir yandan yazıp çizdiklerinin, yaptıklarının altına “Devrimciler” diye imza atarken, bir yandan da o dönem şekillenmekte olan çeşitli yapılarla tartışmalar yürütüp iltihak edecekleri bir yer aramaktadır. Okura abartılı gibi gelebilir ama esas ilke “mevcut gruplar karmaşasına yeni bir ismi eklememek” ve “kafamıza uyan” bir yere hiçbir şey talep etmeksizin katılmaktır. Öyle ki, bu tutum, grubun Diyarbakır’dan Çukurova’ya kadar yayıldığı ve orta büyüklükte bir yapı kadar kudrete, imkânlara ve eylemliliğe sahip olduğu zamanlarda bile değişmemiş, nitekim sonunda arayış belirli bir mecraya varmıştır.
Hürriyet’in adlandırmasıyla ‘Kasabalılar’ olarak bilinen bu topluluğun odak noktalarından birinde de Şınnak ailesi vardır. Yaşlı fakat pek coşkulu, yoksul sofralarında her zaman “kızancıklara” bir yer açan Şınnak çifti ve çocukları Nalan ile Bedreddin, başından beri sürecin içindedir. Nalan Abla’nın öyküsü de bu çerçevenin bir parçasıdır. Burada bir parantez açmam gerekiyor; biliyorum, şimdiki kuşaklardan devrimci insanlar bu “abla” lafını (‘Siyasi abla’ bağlamında) pek sevmezler ama inanın başka bir ifade kullanmak elimde değil. “Len bu kuru kemçik çocuk ölcek zayıflıktan” deyip önüme her zaman en dolu tabağı süren birinden söz ediyorum. Çok derin bir ilişkiydi bu gerçekten ve o sıcaklığı anlatmak için klişe-politik bir kavram yetmiyor. Belki Akif Kurtuluş’un -aklımda kaldığı kadarıyla söylüyorum- “Üşüdüğümü hissettim / Ceketimi çıkarıp verdim sana” dizelerinin anlatabileceği bir şeydi bu. Birbiri için yaşayan insanların tuhaf hayatıydı.
(Parantezi biraz daha genişleteyim; o süreçte ben ilişkilerde ‘yoldaş’ kelimesinin de çok sık kullanılmadığını hatırlıyorum. Bazen doğrudan isimler, bazen de çocukluk lakapları kullanılıyordu. O gün bugündür ben, çok sık kullanılan, sık kullanıldıkça da bir tür ön-takıya, rütbe işaretine dönüşebilen ‘yoldaş’ sözcüğünü mümkün olduğunca az kullanırım ve arkadaşlığın yeterli bir ifade olduğunu düşünürüm.)
ZOR VE GİDEREK ZORLANAN BİR HAYAT
Nalan’ın süreçteki özgünlüğü ise tamamen kendisiyle ilgilidir. Evet, hepimizin çok derinden bağlı olduğu ve deli gibi sevdiği Nurettin (Gürateş) ile evlendiğinde âlemin en yakışıklısı ile en güzelimiz arasındaki bu birlikteliğe hayran olmuştuk ama Nalan, Nurettin’le birlikte anılmazdı. O da bütün diğerleri gibi vardı. Zaman zaman 10 kişi birlikte kalınan evlerde sabahlara kadar masaları yumruklayarak tartışan, sabah da canını birbirine emanet ederek eylemliliklere giden insanların içerisinde Nalan, kendi varlığıyla, kendi enerjisiyle vardı.
Sonrası, uzun hikâye… Giderek gelişen süreç, zorlaşan koşullar ve Nurettin’in 1977 Temmuz’unda çatışmada yaralı yakalandıktan sonra işkenceyle katledilmesi, neredeyse Turgutlu’nun yarısının katıldığı o muazzam cenaze töreni…
Böylece, benim ayrıntılarına vakıf olmadığım başka bir süreç başladı Nalan için. Kucağında çocuğuyla yine faaliyetin içindeydi ama hayatı zorlaşmıştı. O dönem, ‘Amiral gemisi’ Hürriyet’in başını çektiği ana akım medya, özellikle kadın devrimcilerle ilgili sansasyonel başlıkları atmaya başlamıştı; “Yılan Zeyno”, “Ahtapot Ayşe”, vb. gibi bir sürü şey. Nalan’ın payına da ‘Akrep’ düştü bu arada. Bu, açıkça kadınları hedef gösteren alçakça bir şeydi. (Bu arada, bu soytarılığın tersine bir etki yarattığı da vakidir; o da ayrı bir trajikomik haldir!)
Daha sonra da aynı gazeteler, ortalıkta ne olup bitmişse Nalan’a fatura etmeyi bir alışkanlık haline getirdiler. Her manşette Nalan’ın ‘öldürdüğü’ insan sayısı daha da artıyordu! O günlerde gerçekleşen Turgutlu Karakol baskını, bu açıdan bulunmaz bir malzemeydi. “Kocasının intikamı için ortalığı kana bulayan öfkeli dul” imajı, tam bir erkek sapkınlığının ifadesiydi.
Nihayet, 1981’de bir operasyon kapsamında gözaltına alındığında, basın yine aynı yüklemeleri yaptı ama Sıkıyönetim Mahkemesi bile o kadar saçmalığı ciddiye almadı. Her manşette onlarca kişinin öldürülmesiyle suçlanan, “kan içici kadın” olarak lanse edilen Nalan, bütün suçlamalardan BERAAT etti. Ancak bu arada, bir darbe daha geldi. Kardeşi Bedrettin Şınnak, Şubat 1982’de Adana Emniyetinde işkenceyle öldürüldü. Askerliğini komando olarak yapmış, son derece sağlıklı bir yapısı olan Bedrettin için “kalp yetmezliği” raporu düzenlendi; oysa tanıkların anlatımı korkunç işkenceler gördüğünü doğruluyordu. Şu kadarını söyleyeyim ki, Bedrettin’i işkenceyle öldürmek çok ciddi bir vahşet gerektirir; öyle bir cüsseydi onunkisi.
BİTMEYEN TACİZ
Cezaevinden çıktıktan sonra kızıyla birlikte Turgutlu’ya dönen ve bütün bu travmaların ardından ayakta kalmaya çalışan Nalan’ın yakasını yine de bırakmadılar. Bu kez başını Milliyet’in çektiği yıpratma savaşı devredeydi. Hiç üşenmeden Turgutlu’ya kadar giden Milliyet muhabiri Bedir Seferoğlu’nun özel çabası unutulacak gibi değildir. Sonraki yıllarda MİT çalışanı olduğu iddia edilen Seferoğlu, günlerce “Akrep Nalan aşk uğruna terörist oldu” başlıkları atarken, onun ağzından “Ben çok çirkindim. Bana güzelsin diyen ilk kişiyle evlendim” gibi cümleler döktürdü; tütün tarlasında çalışmasını bile bir ayıpmış gibi göstermeye çalıştı.
Zor günleriydi onun. Dar bir kasabada “sosyal ölüm” dayatmaya çalıştılar. Bu arada ikinci evliliğini yaptı ve hayatını bir düzene koymaya, ayakta kalmaya çalıştı. Kendimi de işin içine katarak ve binlerce kez özür dileyerek açık yüreklilikle söylemem gerekirse, bu zor süreçte arkadaşlarının desteğini de gereğince göremedi; daha fazlasını yapabilmeliydik. Başkasını bilmem ama ben bunun için kendimi nasıl affedebilirim, bilmiyorum.
SONRA HASTALIK GELDİ
Hastalık ağırdı; doktorlar işkencede aldığı darbelerin de kemiklerinde ciddi sıkıntı yarattığını, sorunu ağırlaştırdığını söylüyorlardı. Yine de hayatı tiye almaktan, kendisiyle ve hastalıkla dalga geçmekten vazgeçmedi ama gücü bu kadarına yetti ve aramızdan ayrıldı. “Bir tel kopar ahenk / ebediyen kesilir” diyor ya şair, öyle oldu işte. Anlatması zor.
***
Hikâyemizin özetinin özeti budur…
İşin gazetecilik kısmına gelirsek, kuşkusuz toplumsal belleğin iplerinin bu kadar koparılmış olduğu bir ortamda genç insanlara ağır sözler söylemem, ar ederim bundan. Olabilir, herkes, hepimiz hata yapabiliriz. Ancak öte yandan, inandıkları şeyler için yaşamlarını ortaya koyan ve bunun için akıl almaz eziyetlere katlanan insanlarımızın belli bir özen ve saygıyı hak ettiği de kesindir. Özellikle aramızdan ayrıldıkları için artık konuşamayacak olan insanlarımız, özellikle de kadınlar söz konusuysa iki kez özenli olmak, ana akım medyada yazılan çizilen her şeye ciddi bir mesafe ve kuşkuyla yaklaşmak zorundayız. Nalan yaşasaydı takmazdı bunları, biliyorum. Şimdi kalkıp görse “Bu kadar lafa ne gerek var len” deyip bana kızar ve kendi özel argosundan bir sözcük bulup bitirirdi meseleyi. Ama biz geride kalanlar, böyle düşünemeyiz ki. Çünkü onları toprağa verdiğimiz anda, anıları bir emanet gibi sırtımıza yüklenir, o anılardan sorumlu hale geliriz hepimiz.
Dahası, gazetecilik gerçeğe saygı üzerinden yürür ve gerçeğe ulaşmak, bunun için azami çabayı göstermek, yaptığımız işin temelidir.
Ve nihayet, başka bir şey daha var: Özellikle kadınlar söz konusuysa, bu sadece geçmişe dair bir mevzu değil, bugün de tekrarlanan bir durumdur. Nalan’ın üzerine çullanan karanlıkla Ekin Van’ı çırılçıplak teşhir eden kirli zihin aynı bataklığın ürünüdür. Bu mekanizmanın tümüne birden karşı durmak ise, gazeteciliğin ötesinde insan olarak görevimizdir.
Saygılarımla…