Dağ, orada olmayanlarındır
Cevahir Bedel’in yeni şiir kitabı 'Bir Dağ ki Hiç Olmadı', Manos Yayınları tarafından yayımlandı.
Sultan Gülsün
1960'lardan sonra kadın hareketinden yükselen şiir, toplumsal değişim için bir güç olmaya devam ediyor. Evet, hâlâ çıkılması gereken dağlar var, uzayışıyla bilmemiz gereken sular. Yaşamımız boyunca salt bir mutluluk mu arıyoruz ve sonunda yüceleştirdiğimiz ideayı yaşayarak bulacağımıza inancımız var mı? El ele giden bu sorular Cevahir Bedel’in sözcesinde randevulaşıyor.
Dersim doğumlu Cevahir Bedel’in Manos Yayınları’ndan çıkan yeni şiir kitabı 'Bir Dağ ki Hiç Olmadı', bizi Kanîya Sıpî'nin ötesindeki Sawa Dağı’na götürüyor. Kemal Burkay’ın anılarında yer bulan Sawa’nın tepesinden görünen Mazgirt, Munzur-Mercan sıradağlarıyla ve Sulb û Sutar dağlarıyla çevriliyor yanımız. Kolektif deneyimimizin ve bilincimizin bir parçası olarak şairin hatırlattığı dağa çıkıyoruz şimdi, yüksekliğini suçlamadan.
Şiirde gerçek benliğini paylaşmanın başkaları için önemli bir şey, yani her şeyi açığa çıkarmanın bir yolu olduğunu düşünüyor şair. Şair Audre Lorde'un not düştüğüdür ya ne de yerindedir: Yaşamda kalmak için bir yol bulunacağında şiir gerektir bize. Bu yüzden Bedel de derinlikle çiziyor sınırları. Gülperi ile paylaştığı gecenin ayrıntılarını görebiliyorum, Gülizar’ın nefesini duyabiliyorum ve çiçeklerin nazik cevapları geliyor sorgunun belirdiği yere. Cevahir Bedel’in şiiriyle kurduğumuz ilişki, haksızlığa karşı öfkeyle bizi titretebilenin aynı zamanda bir çiçeğin kokusuyla da titretebilen olduğunu gösteriyor. Yurdun ıraklığını ve bundan sebep duyulan derin hüznü hissetmeye davet ediyor. Başka bir deyişle inananlar için Tanrı'nın bir dağ zirvesi deneyimi diyebiliriz. Ve “senin hatırın için o kadar çok yol kat ettim ki!” bunun sitemini de, çabasını da imalıyor.
Mitolojide de bilinir ki dağlardan kameolarla bezenmiş antik Yunan tanrıları Olimpos Dağı'nda yaşar, aynı tanrılar Sisifos'u bir kayayı sonsuza kadar bir dağın tepesine itmeye zorlayarak cezalandırır. İda Dağı'nda toplanırlar tanrıların cengine, Nuh'un gemisi bir dağın tepesinde durur. Hindu inancında Shiva, bir dağın tepesinde yaşar. Öyle ki dağlar uzun zamandır dönüşümün mekanıdır. “Yüceyi” arayan olarak tanımlanan dil ve fikirler gelmiştir buraya.
'Bir Dağ ki Hiç Olmadı’da Gülperi, Gülizar, İsmail ve Ey Kimse atıflarıyla dört bölümün bir araya getirildiğini görüyoruz.
alıyor sözü: karanlığın dilini bilen gülperi
Ateş saçan gülperi’nin sesi, güzel kokusuyla gülperi’nin gecesi, sevinç veren gülperi’nin boynunda biçimlenen uzaklık, ömrü yalnızca iki hafta olan Rafflesia nidasıyla sesleniyor: senin uzun gecelerinde bir telaş var/hiç bitmeyecek bir aralık, acıya açık/ayaklarını uzattığın korunaklı yalnızlık/ dokunmasız hınç, rafflesia rafflesia/ hızla geçerken tüm bedenimden
alıyor sözü: tenlerin dilini bilen gülîzar
Şiirde isimsiz başka bir kişiliğe dikkat çekiliyor ve yalnızlığın zarif çizgisinde vurgu: “ey hiç kimse”. Personanın kişileştirildiği düşünülürse şiir boyunca dağ, orada olmayanlarındır. O kadar yüksektir ki, istese de bir şey söylemek için ona ulaşılmazdır. Bu nedenle, dağ yalnızlık içinde bırakılır. Persona ne kadar zamanın geçtiğini ölçemese bile, zamanın geçişini gösterir: gülîzar diyorum bir çocuk geliyor/ geliyor usancın görkemli ülkesinden/ ellerinde göğün en biçimli elması
Şiirini ilerleten, gelip geçiciliğin nedeni olarak ortaya çıkan, gelip giderken kalınan dağ… Yasını tanımlarken konuşan da dağın kendisidir. Dağla konuşamayan dağın yüksekliğine kadar izlenebilir. Her şeyin bir gün düşeceğini söyleyen dağ, sınırların yükselip alçaldığını iz/leyerek ne kadar zaman geçtiğini doğrular. Uzun varışlar için biriken tutku, ağır ağır ilerleyerek “olmak” fikri..
alıyor sözü: duvarların dilini bilen ismail
dağ oldu ellerim dokunmanın yokuşu/sen yalnızlığı bilmiyorsun İsmail/ etin etle sınanmasını terin terle/sen bir şey bilmiyorsun ne için çıkarıyorum küpelerimi gün ortasında
İnci saçan gülîzar’ın elleri, ışık saçan gülîzar‘ın sabahı, keder saçan gülîzar’ın saçları, zehir saçan gülîzar’ın ayakları bölümlerinde dağın berisindeki su, kadın ve saç temalarının da yoğunlukla işlendiğini görmek mümkün. Jina’nın saçlarında susturulmaya çalışılan türküleri bir anda duymaya başlıyoruz sanki bütün insanlığın sesiyle saçların uzayışını acı ritmiyle etin dökülüşünü sevildiğinde/ ben çıplaklığı bilmiyorum/su olmayı sudan öte.
Epigraflarda Şah Hatâyî’ye uğrayışını bildiğimiz şair, varamadığı dağa, Sawa’ya adıyor şiirlerini. 2 bin metre yüksekliğindeki dağın tepesinde mezarı olduğu söylenen Şahismail’e sonsuzdan önce seslenir gibi: “ey orada, hiç orada, kimse orada, dur!/sözcüklerin ve tenlerin anlamı yok, bekle”
Şair bu satırları defalarca tekrarlamam için beni çağırıyor gibiydi. Bende akustiği duymanın yaygın deneyimiyle satırları tekrarladığımı farkettim. Sesin gidimi, imgelerin akışkanlığı ve bir araya gelerek ruh halimiz ile benzerlik yaratma biçimini kutladığım sevgili şairin konuğu oldum.
Şenlikle başlayan şiiri bilgelikle bitti.
Kutladım.