Dalı budaklandıran öyküler: Dokuzdan Küpe Çiçeği
Elif Erdoğan’ın Dokuzdan Küpe Çiçeği öykü kitabında, metne hizmet eden birçok teknik kullanan ve yoğun teknik kullanımına rağmen metinlerin şiirsel yapısını bozmayan alışılagelmedik bir üslubu vardır.
Elif Erdoğan’ın 'Dokuzdan Küpe Çiçeği' isimli öykü kitabı Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. Küçürek öykülerin ve şiire yaklaşan öyküsel metinlerin yer aldığı, biçim özellikleriyle ön plana çıkan kitap gündelik hayata dair ince dikkatler üzerine kuruluyken modern zamanın alıp götürdüklerine, yani bir yitim üzerine kurulu.
1989 yılında doğan Elif Erdoğan, Varlık, kitap-lık, Öykü Gazetesi gibi pek çok mecrada yayımladığı öykülerle tanınmakta. 'Dokuzdan Küpe Çiçeği' adlı öykü dosyası ise 2018 yılında Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri'nde dikkate değer bulundu. 'Dokuzdan Küpe Çiçeği', yüz dört sayfalık küçük hacimli bir kitap fakat içerisinde onlarca öykü barındırıyor. Bu öykülerin birçoğu küçürek öykü türündeyken bazıları öyküsel metinlerden oluşmakta, kimileri ise şiire göz kırpıyor, bazıları da tek cümlelik anlatılardan meydana gelmekte.
Hem dünya edebiyatı hem de Türkçe edebiyat küçürek öyküyle tam anlamıyla 20. yüzyılda tanışmıştır. İngilizcede genellikle “flash fiction” olarak tanımlanan bu tür, Türkçede ilkin Fransızcadan tercüme yoluyla minimal öykü, ardından “küçürek öykü” olarak adlandırılmıştır. Dünya edebiyatında Franz Kafka, Julio Cortázar, Max Jacob, Eduardo Galeano gibi isimler bu türde ön plana çıkarken Türk edebiyatında ise Necati Tosuner, Ferit Edgü, Hulki Altunç gibi isimler zikredilebilir. Türün temsilcileri çoğaltılabilir fakat asıl olan küçürek öykünün yapısıdır. Küçürek öykü, genellikle 500 kelime civarında olup şiirle göbek bağı her daim sorgulanmıştır. Öte yandan kurgulanabilirlik açısından düzyazıdan ziyade şiire yakın görenler de vardır. Öykünün uzunluğu mu bu kadardır yoksa öyküyü kısa tutmak yazar tarafından önceden alınmış bir karar mıdır? Küçürek öyküyü nasıl ve hangi türün altına konumlandırabileceğimiz veya onun müstakil bir tür olup olmadığı tartışmalı konular olsa da bu türün kalbinde vuruculuğun yattığı ortadadır. Vuruculuğun yakalanması için de genellikle çarpıcı sonlara ve şiirsel unsurlara başvurulur. Çarpıcı bir sona sahip olmayan yahut tekrarlardan, ses benzerliklerinden, kısaca bir tür iç ritimden azade bir küçürek öyküye pek az rastlanır. Bu minvalde 'Dokuzdan Küpe Çiçeği'nin her iki teknikten de faydalandığını belirtelim. Mesela, “Kırk yıl sonra bir akıl hastanesinde buluşmak üzere anlaştık” cümlesiyle başlayan Deli isimli metin “Hikâyelerimizi belirlemiştik. Ben bir yaprağa âşık olduğumu söyleyip duracaktım, o da bir karıncaya” diye devam eder. Öykünün sonunda yaprağa âşık olan kahraman akıl hastanesine girer ve söz verdiği dostunu görür. Okur, iki dostun kavuşmasını beklerken diğer kahraman bir karıncanın peşinden ayrılmadığı için dostuna kayıtsız kalır. Bazı öykülerse Türkçe yazında belki de küçürek öykünün ilk nüveleri olarak kabul edilmesi gereken mesel biçimindedir, Tel Tel öyküsü mesela:
“Bir iyilik eylemeden ölme, der nenem.
Bir sırıktan diğerine tel geriver de kuşlar söyleşsin üstünde.”
Görüldüğü üzere iki cümlelik bir metin olmasına karşın vurucu bir metin olup okurun zihninde bir çağrışım yaratır. Vuruculuğu anlık olsa da çağrıştırdığı imajlar açısından okuru yazar güder. Başka deyişle, şiirin etkisini verir fakat şiir değildir. Nitekim, kitaptaki bütün öykülere bakıldığında aslında birtakım ortak temalara rastlanabilir. Bunlar, köy, kasaba, mahalle hayatı, nostalji, depresyon ve modern zamanın birey üzerindeki yıkıcılığı gibi temalardır. Öte yandan modern zamana dair anahtar kavramları iyi irdelemiş bir yazar vardır okurun karşısında. Yeninin karşısına eskiyi koymaktan çekinmez Erdoğan. Bunu yaparken bazen tablet, çamaşır makinası gibi modern zaman nesnelerinden faydalanır: Böylece saklambaç, körebe, istop gibi çocuk oyunlarının yitişine yahut nehirde çamaşır yıkamanın bitişine sadece kelimelerin yardımıyla dikkat çeker. Okur, kül, sabun, yağ, tokaç gibi nesnelerden hareketle teknoloji karşısında konum almaz fakat yitirdiklerini, kısaca daha insancıl, daha pastoral bir hayatı anımsar. Zaten metinlerin birçoğunda doğaya ait unsurlar ön plandadır, çiçekler, kediler, köpekler gibi unsurlar ile insanın ayağını toprağa basması gibi doğacıl eylemler çoğu öyküde karşımıza çıktığından kitabın bir yitimi vurguladığını söylemek yanlış olmaz, diye düşünüyorum. Bazen de sloganlardan, afişlerden, reklam metinlerinden faydalanılır. Ancak bu sefer depresyon, bunalım, sıkıntı satılmaktadır. Reklam isimli öykü şöyledir:
“Şehrin göbeğinde, yerli üretim plazalarda yetiştirilen, bizzat şehrin stresiyle yoğrulmuş, trafikte marine edilmiş, döner sandalyeli organik depresyon hiç bu kadar ucuz olmamıştı. Üstelik şimdi otuz günde teslimat ve asgari ücret garantisiyle. Hemen arayın.”
Yazar, modern hayatın içerisinden anahtar kelimeleri özenle seçmiş, bunları yine bu hayata dair sözcelerle harmanlamış bir metin kurarak ironiye başvurmuştur. Bu bağlamda şiir gibi çağrıştırır fakat şiir bir ağacın her budaktan uzaması gibi çağrıştırırken küçürek öykü bir dalın budaklanmasına benzetilebilir. Öte yandan yazar türün bütün imkânlarını zorluyor gibidir. Üstte bahsedilen şiirsel unsurlar “çoğullanmak” gibi eylemlerin yer alışıyla sözdiziminin bozulmasına kadar varmaktadır bazen. Bazen de oyunbaz metinler bizi bekler: Bunlar dipnotlar, vurgular, harfleri sayfaya saçılmış kelimeler, devrik cümleler, kurgu oyunları şeklinde karşımızda olup bir uzam olarak düşünülebilecek sayfayla, başka bir deyişle görselle de bütünleşerek bir kompozisyona denk düşer.
Özetlemek gerekirse metne hizmet eden birçok teknik kullanan ve yoğun teknik kullanımına rağmen metinlerin şiirsel yapısını bozmayan alışılagelmedik bir üslubu vardır Erdoğan’ın. Çabuk bir şekilde okunabilecek olmasına karşın kitabın tadına ulaşmak için yavaş yavaş okunması kanaatindeyim. Buna dair bir örnek vermek gerekirse:
“Çerçeveler toplardı, eski, yıpranmış çerçeveler, plastik, metal ya da tahta olanlar. O çerçevelere uygun fotoğraflar çekerdi. Kendi deyimiyle hikâyelere bir son yazardı. Biz pek anlamıyorduk ama boş çerçeveler gördüğünde açık kalmış yaralar, yarım kalmış hikâyeler anlıyordu o. Önce evin bir duvarı, sonra bir odası derken bütün ev çerçevelerle doldu böyle böyle.”(1)
- Çerçeve isimli öyküden.