Danıştay diktatorya için gereken hukuki zemini oluşturdu
19 Temmuz günü elektronik tebligatla topluma bildirilen şey, esasen otoriteryanizmden diktatorya safhasına evirilişimizin ilanı. Bu kadar net! Özellikle siyasilere bir çift sözüm var: Çocuğa elma şekeri vaat eder gibi ‘seçimden sonra hemen’ mesajlarından vazgeçip kadın hareketiyle koşulsuz tam bir işbirliğine girmeliler. Seçimden sonra yapılacaklar değil Türkiye’nin geleceğini seçime kadar yapacakları belirleyecek.
Cumhurbaşkanının gerekçesiz olarak tek cümle ile Resmi Gazetede yayınlattığı İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma kararının yargılandığı dava sürecinin ilk aşaması tamamlandı. Danıştay 10’uncu Daire, 3’e 2 oy çokluğuyla, açılan davaları reddetti. 20 Mart 2021’de kararın yayınlandığı günden başlayan hukuk mücadelesinin bir yıldan fazla süren ilk adımının sonunda 19 Temmuz günü elektronik tebligatla topluma bildirilen şey, esasen otoriteryanizmden diktatorya safhasına evirilişimizin ilanı. Bu kadar net! Tebligatla birlikte ilan edilen ikinci husus ise bu ülkede hukuk nezdinde kadınların, çocukların, LGBTİ+ların, engelli, yaşlı ve göçmenlerin insan sayılmadığı. Ve bu iki husus abartı değil, yorum değil, karamsarlık hiç değil! Apaçık gerçek.
Bu gerçek Danıştay kararının gerekçesinde açıkça önümüzde duruyor. Biçim olarak bir karalama kâğıdı görünümündeki karar gerekçesi içerik olarak da hukukilikten yoksun. Karar ilk olarak Ankara Barosu dosyasına işlendi. Ve bildiğimiz ilk tebligat bazı sayfalarında üzeri çizilmiş bölümler, kırmızı ile yapılmış eklemelerle çıktı karşımıza. UYAP sisteminde dosyaya eklenmiş hali bu ve karalama kâğıdı olarak nitelendirilmeyi hak eden ciddiyetsizlikle düştü kamuoyunun önüne. Sonra diğer dosyalarda bu çizili, kırmızılı bölümler yoktu ama iş işten geçmişti elbette. Şimdi Danıştay 10’uncu Dairesine sormak gerek: O eklemeleri, çıkarmaları yapan kimdi, kimlerdi? Karar ve gerekçesi dosya sahiplerine tebliğ edilmeden önce kimin, kimlerin denetiminden, onayından geçti? Denetleyenlerin yaptıkları değişikliklerin noktasına, virgülüne dokunulamayacağı için mi karalama haliyle yüklendi sisteme?
Bu ülkede yargının idareye tam bağımlı olduğunu biliyoruz. Yaptığı işe saygı duymama ihtimalinin de farkındayız ama kendilerine de saygılarının kalmadığı –ki haklılar- böylece görüldü. Tabii ki 10’uncu Daire hakkındaki bu olumsuz yorumlardan tenzih edilmesi gereken beş hukukçu var. Cumhurbaşkanı kararının iptal edilmesi gerektiği yönünde görüş açıklayarak karşı oy kullanan iki hâkim üye, iptal yönünde mütalaa veren iki Danıştay savcısı ve kararın iptali yönünde hüküm kurulmasının uygun olduğunu belirten Tetkik Hâkimi saygıyla tenzih ederim. Yani aslında 5’e 3 kaybedilmiş bir davadan söz ediyoruz. Yani aslında Danıştay’da hâkimler, hukukçular var fakat yetki azınlıkta. İstanbul Sözleşmesi karşıtlarının bir avuç marjinal sayılmasıyla paralel şekilde cübbesini ilikleyenler azınlıkta görünüyor bu ilk kararda.
Evet, diktatoryanın ilanı olarak nitelediğim kısma gelirsem; gerekçede uluslararası antlaşmaların onay ve çıkış yetkisinin Cumhurbaşkanına ait olduğu görüşü yer alıyor. Yetkide ve usulde paralellik ilkesini yok saydığı gibi anayasada açıkça yer almayan bir yetki kullanımını Cumhurbaşkanına gümüş tepsiyle sunduğu için diktatoryanın hukuk zeminini oluşturdu bu karar. Ve bu haliyle dört duruşma boyunca, Cumhurbaşkanı savunmanı olan Milletlerarası Antlaşmalar Daire Başkanınca tekrar edilmiş savunmaya son derece uyumlu bir gerekçe yazıldığı görülüyor. Ki savunman duruşmalarda “Cumhurbaşkanı kararı yargı denetiminin dışındadır” sözüyle dikkat çekmişti. Şimdi karar Cumhurbaşkanı kararlarına yargı masuniyeti tanımadı mı? İstanbul Sözleşmesine dair verilecek karar Türkiye’nin geleceğine dair karar vermek olacaktır dedik yıllardır. İşte şimdi geleceğimiz önümüze konmuş oldu bu kararla. Sözleşme’nin önemini kavrayamayan herkes şimdi kameraya gülümsesin ve diktatoryaya merhaba desin!
Kadın hareketine gelince; EŞİK-Eşitlik İçin Kadın Platformu ve eşitlik yönünde mücadele eden tüm kadın örgütleri daha 28 Nisan'daki ilk duruşmada bile davayı kazanmıştı. İstanbul Sözleşmesi duruşmalarını toplumsal dava haline dönüştürmeyi başararak kazanmıştı. Gaza ve dökülen kana rağmen kapıları zorla aşıp duruşma salonuna girmeyi başararak kazanmıştı. Dosyalara 1000 kadın avukatın yetki belgesini sunarak kazanmıştı. Son duruşmada kurulan polis engeline, Danıştay önüne getirilen gözaltı araçlarının varlığına aldırmadan direnerek basın açıklaması yapmayı başarmakla kazanmıştı. Ve en önemlisi hukuku yücelterek kazanmıştı. Şimdi tüm kısıtlamalara maddi, manevi imkansızlıklara rağmen yurdun dört bir köşesinden gelerek İstanbul Sözleşmesi için hazırlanırken olduğu gibi emek verenler, gelemese de kalbi Danıştay’da atanlar mutmain kalp ile yoluna devam edecek. Kızgın, öfkeli ve kararlı olarak mücadele sürecek. Çünkü tarih boyunca kadın eşitlik mücadelesi sonuç odaklı olmadı. Biz sürece odaklanırız. Nesiller boyu sayısız kadının kanı, gözyaşı ve emeğiyle ilmek ilmek dokundu bu mücadele. Adım adım ilerledik eşitlik yolunda ve dönüştürdük dünyayı. Şimdi erkeklik krizine girmiş erkeklerin şiddeti, erkeklik krizine girmiş devletlerin hak ihlalleri ve idareye tam bağımlı yargı kararları bu gidişi önleyemez.
Yüzyıllar süren eşitlik mücadelesi, kadın erkek eşitliğini ve toplumsal cinsiyet eşitliğini inşa etmeye, dünyayı daha yaşanılası bir yer kılmaya çalıştığı halde Danıştay, karar gerekçesinde bir bölüm ile kadınları insan saymadığını ortaya koydu. Anayasa m. 104/17 duruşmalarda çokça dile getirilmişti ve gerekçede maddeye atıf yapılıyor. Madde temel insan hakları sözleşmelerinden Cumhurbaşkanı kararı ile çıkılmayacağını güvence altına alıyor. Gerekçede bu madde destekleniyor ancak İstanbul Sözleşmesi’nin temel insan hakları metinleri arasında yer almadığı belirtiliyor. Günde en az üç kadının öldürüldüğü ve bir o kadar kadının da şüpheli ölüm kaydıyla dosyasının kapatıldığı ülkede yaşam hakkı kadınlar söz konusuysa temel haklar arasına giremedi bu gerekçeye göre. Kaldı ki Sözleşme, kadına yönelik şiddeti hak ihlali olarak tanımlayan ilk insan hakları hukuku metnidir. Giriş bölümünde tüm insan hakları metinleri referans alınarak hazırlandığı belirtilir. Gel gör ki bizim Danıştay, 'kadınlara, çocuklara, LGBTİ+lara, engelli, yaşlı ve göçmenlere yönelik şiddeti önle, mağduru koru, faili kovuştur, şiddetle mücadele için bütüncül politikalar oluştur' diyerek devletlere yükümlülük getiren sözleşmeyi insan hakları metni saymadı. Çünkü kadınları insan saymadı. Kadınların yanı sıra dezavantajlı grupları şiddetsiz bir yaşam hakkının dışına taşıdı. İnsan haklarından soyutlamış oldu kararı ve gerekçesiyle.
Her şeye rağmen başta söylediğim gibi bu karar hukuki sürecin ilk aşamasıydı sadece. Süreç devam ediyor. İdari Dava Daireleri var sırada. Sonra Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi… Bunlardan herhangi birisi hukukun gereğini yerine getirirse ne âlâ. Yok hukukun gereğini yapmazlarsa her birini tarihe kara bir leke olarak mimlemiş olacağız. Bu arada İstanbul Sözleşmesi’ni salt kadın meselesi gibi görüp süreci yanlış okuyan, meseleyi hiç anlamayan herkes için bu karar ders olur umarım. Nereye doğru yol alındığını görüp mücadele hattında yer almaları gerekir. Özellikle siyasilere bir çift sözüm var: Çocuğa elma şekeri vaat eder gibi ‘seçimden sonra hemen’ mesajlarından vazgeçip kadın hareketiyle koşulsuz tam bir işbirliğine girmeliler. Toplum mühendisliğinin kadınlar üzerinden ve kadın haklarının aşındırılmasıyla kurulduğunu yıllardır söylüyoruz. Artık gerçekten kavramış olmaları gereken zamandayız. Seçimden sonra yapılacaklar değil Türkiye’nin geleceğini seçime kadar yapacakları belirleyecek.