‘Dargeçit' belgeseli İzmir’de gösterildi: 'Defnetmiş olmak bir şans'

Berke Baş'ın yönetmenliğini üstlendiği 'Dargeçit' belgeseli, İzmir Fransız Kültür Merkezi'nde izleyiciyle buluştu.

Google Haberlere Abone ol

İZMİR - Mardin'in Dargeçit ilçesinde 29 Ekim 1995 ile 8 Mart 1996 tarihleri arasında 3'ü çocuk 8 kişinin gözaltında zorla kaybedilmesini konu alan “Dargeçit” belgeseli, İzmir’de gösterildi.

Filmin yönetmeni Berke Baş’ın da katıldığı gösterim, 25 Ekim akşamı İzmir Fransız Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi. Belgesel gösteriminin ardından, gazeteci Hazal Özvarış’ın moderatörlüğünü üstlendiği ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Ümit Biçer ile Antropolog Derya Aydın’ın katıldığı “Türkiye’nin Toplu Mezarları ve Kemiklerin Hafızası” başlıklı söyleşi gerçekleştirildi.

‘CENAZESİNİ DEFNETMİŞ OLMAK BİR ŞANS, ÇOĞU AİLE BUNA ERİŞEMİYOR’

Söyleşide konuşan Aydın, 1990’lı yıllarda gerek zorla kaybetmeler nedeniyle, gerek Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ile PKK arasındaki çatışmalarda hayatını kaybedenlerin gömülebilmesinin önemine ilişkin şu ifadeleri kullandı: “Cenazesini gömemebilmek çok önemli bir eşik aslında. İnsan, ölüsünü gömen canlıdır demek yanlış olmaz. Bu, bir taraftan insanlık tarihi kadar eski bir gelenek ve kültürel bir yanı da bulunuyor. Yas tutmak için gömmek, önemli bir eşik. Cenazeye ulaşamayıp onun yasını tutamıyorsanız, bir ‘askıda yaşama hali’ söz konusu. Cenazesini defnetmiş olmak bir şans ve çoğu aile buna erişemiyor.”

Biçer ise, cenazelerin gömülebilmesinin aileler için önemini şu ifadelerle vurguladı: “Aileler, cenazelerini bulmaktan ve hiç olmazsa kimi dönemlerde o mezarı ziyaret edip kendilerince dua etmekten çok mutlu olduklarını, uykularının ve arayışlarının bir ölçüde azaldığını ifade ettiler.”

‘YASIN KONUŞULMASI DEMEK ÖLÜMÜ, SAVAŞI, ŞİDDETİ VE HAKİKATLERİ KONUŞMAK DEMEK’

Sözlerini yas tutma pratiğine ve yas tutmaya yönelik yasaklara ilişkin değerlendirmelerle sürdüren Aydın, “Devlet, her ne kadar 1990’lı yıllarda süren çatışmaları ‘düşük yoğunluklu bir savaş’ olarak tarif etse de kayıpların kamusal alanda konuşulmasını istemiyor çünkü bu aynı zamanda savaşın sürdüğünün kanıtını oluşturuyor. Yas aynı zamanda, o insanların yakınları için o hayatların ne anlama geldiğinin bir ifadesi. Çünkü o insanlar hayattayken de insan olarak görülmüyor. Cenazeleri için de ‘etkisiz hale getirildi’ veya ‘leş’ gibi ifadeler kullanılıyor” dedi.

“Yasın konuşulması demek, ölümü savaşı, şiddeti ve hakikatleri konuşmak demek” diyen Aydın, devletin yasaklarla bunu engellemek istediğini vurguladı.

‘ZORLA KAYBETME SÜREĞEN BİR SUÇ’

Aydın’ın ardından Türkiye’de açılan toplu mezarların önemine dair soruyu yanıtlayan Biçer, şunları söyledi: “Biz Türkiye’de geçmişte de çok sayıda soykırım, katliam ve kaybetmelerle ilgili hadiseler gördük. Bir kısmının mezarlarına ulaşıldı, bir kısmının mezarlarına ulaşılamadı. Ortada değişmeyen bir örüntü var. Zorla kaybetme pratiği, aslında devletin şiddeti kullanma şekli ve devletin şiddeti kullanırken yalnızca o katliama dahil olan failleri, öldürülenleri ve onların yakınlarını değil, aynı zamanda sessiz kalmaya mahkum edilen tanıklarla da ilgili. Eğer hakikat sessiz tanıklar tarafından paylaşılmaz ve üstü örtülürse, biz orada bırakın adaleti, kemikleri dahi aramakta güçlük çekiyoruz.”

Zorla kaybetme pratiğine de değinen Biçer, “Zorla kaybetme pratiğinin kendisi, aslında burada işlenen suçun faillerine ulaşılamayacağı algısını bütün topluma yaymaya çalışan süreğen bir suç” diye konuştu.

Minnesota Protokolü olarak bilinen Birleşmiş Milletler Hukuk Dışı, Keyfi ve Yargısız İnfazların Önlenmesine ve Soruşturulmasına İlişkin El Kılavuzu’nda belirlenen esasların önemini vurgulayan Biçer, bu protokolde belirlenen esaslara uyulmayan durumlarda cenazelerin tahrip edilerek delillerin kaybedildiğini, böylece suçun kanıtlanamadığına dikkat çekti.

ILISU BARAJI VE NEWALA QESABA

Kaybedilmelerin yaşandığı veya cenazelere ulaşılamayan bölgede inşa edilen Ilısu Barajı’nın yarattığı tahribata ilişkin değerlendirmelerde bulunan Aydın, şöyle konuştu: “Dargeçit’in de içinde olduğu o bölgede Ilısu Barajı’nın olması, birçok cenazenin sular altında kalmasına neden oldu. Bu durum, yalnızca cenazelerin kaybolması anlamına gelmiyor. Buralar aynı zamanda Hizbullah’ın suç işlediği yerler. O barajlarla birlikte suçun izleri de kayboluyor.”

1915 Ermeni Soykırımı’nda, zorla kaybetmelerde ve çatışmalarda öldürülen kişilerin toplu mezarlarının bulunduğu Newala Qesaba’yı (Kasaplar Deresi) da hatırlatan Aydın, bu alanda ise TOKİ inşaatlarının sürdüğünü belirterek, “Burada, kemiklerin hafızasını, onlara yönelik şiddet pratiğini ve faillerin çokluğunu görmek mümkün” diye konuştu.

‘KEMİKLERE BİR MATERYAL OLARAK BAKAMAYIZ’

Bulunan kemiklerin bölgedeki Kürt halkı için ne temsil ettiğini anlatan Biçer, sözlerini şöyle sürdürdü: “Oradaki kemikler, yalnızca bir insanın yaşadığına dair kanıt değil. O kemikler, kişinin değerlerinin, sevdiği insanlar olduğuna ve onlara bir şeyler kattığına, paylaşacak duygu ve düşünceleri olduğunu anlatır. Onlar, yalnızca oradaki buluntularıyla değil, var oldukları anılarla veya anlattıkları hedeflerle bizim için anlamlı hale gelirler. Oradaki hiçbir şeye salt kemik, salt mezar veya salt DNA olarak bakmamak gerekiyor. Hayatın bir yansımasının ve hatta bizden bir parçası olduğunu hissetmek gerekiyor. Oradaki insanlar da kemiklerle ilgili anılarda bunların çoğunu hissediyorlar."

Aydın ise, “Kemiklere bir materyal olarak bakamayız. Kemikler ölü beden imgesini taşıyan ve siyasal bir hayat olarak önümüzde duruyor. Mesela aileler, anlatılarda kemiklerin kendilerine neredeyse musallat olduğunu, rüyalarını ve bütün hayatlarını etkilediğini söylüyor” diye konuştu.