YAZARLAR

Darp edilen hep halkın demokratikleşme arzusuydu

28 Şubat'ın mağdurları iktidara geldiğinde başkalarına 28 Şubatlar yaşatmaktan çekinmedi. Bir anda olmadı tabii ki önceleri güçlü bir demokratikleşme arzusuyla geniş kesimlerin desteğini aldı AKP. Bugün ‘Milletin evlatlarını durduramadılar’ başlığıyla işaret edilen o millet, aslında halkın, darbelerle bastırılmış demokrasi arzunu simgeleyen seçmen tercihi.

Dere tepe düz gidilip yirmi dört yıl aşıldıktan sonra demokrasiye doğru bir arpa boyu yol alınamayan ülkede ters giden çok şey var demektir. Masal canavarlarını andıran korkutucu ama asla gerçek olamayacak sembollerle yüklü devlet aklının inşa ettiği zihin dünyası, bu hikayenin baş kahramanı. Post modern darbenin üzerinden güya yirmi dört yıl geçti ama zihinler aynı yerde çakılı kalmış gibi. Bir kesim hâlâ zihinlerine yerleştirilen irtica korkusunun etkisinde 28 Şubat'a darbe diyemez, demokrasinin ve hukukun darp edildiğini kabullenemez halde. Bir kesim ise her an yeni bir 28 Şubat endişesiyle iktidarı kaybetmemek için safları sıklaştırmakla meşgulken ‘milletin evlatları’ tarafından demokrasinin ve hukukun darp edilmekte olduğunu göremez halde.

Darbeler tarihimiz, bizde devlet aygıtının torna tesviye tezgahı gibi işlediğini gösterir. Birey olarak insanı, yurttaşı, canı, canlıyı görmez o tezgah. Aidiyetler ve kimlikler tanımlanarak, arzu edilen biçime sokuluncaya kadar fikirler yontulurken kolektif cezalandırma usulünden nasiplendi her toplumsal kesimden çok sayıda insan. Cezadan nasiplenenlerin kendi payına çıkardığı dersler, düşünce dünyamızı zenginleştirse de toplum yaşamına demokratik katkı sunacak siyasi akıl üretmekten uzak kaldı. Belki üretilen siyasi aklın cılız kaldığını, sistemde kalıcı etki yapacak, dönüştürücü güce ulaşamadığını söylemek daha yerinde bir ifade olur. Modelleme yoluyla modernleşen toplumların pek çoğunda olduğu gibi Türkiye’de demokrasinin gelişimi sancılıydı. Endüstrileşme yoluyla modernleşen ülkelerde demokrasinin gelişimine katkı sunan toplumsal hareketler bizim gibi ülkelerde hep rejim için tehdit unsuru kabul edildi ve demokratikleşmenin hep bir adım daha ötelenmesine yol açtı. Seçmen ve tabii aslında yönetilen kesim yönetenler nezdinde rüştünü ispat edemedi bir türlü. Daima yukarıdan nizam veren hizaya çeken bir el ile yönetildik.

Örneğin 1950’li yıllarda başta Amerika olmak üzere demokratik ülkede yaşanan antikomünist cadı avı, ayıplı bir tarih kesiti olarak kapatılırken demokrasinin güçlenmesine hizmet etmişti. Ancak bizim Demokrat Partili yıllarımıza tekabül eden bu sürecin faturası, demokrasiye kesildi. Hukuk darp edilerek demokratikleşmeden bir adım geriye atıldı. Darbeciler eliyle yapılan anayasa ise demokratik ülkelerin darbesiz olarak gerçekleştirdiği dönüşümü, devlet aklınca ehlileştirilmiş bir sosyalizmin sistem tarafından içerilmesini mümkün kılacak dönüşümü, sağlamak üzerineydi. 12 Mart Muhtırası da farklı değildi diğer ülkelerden. 68 Kuşağı'nın dünyada estirdiği fırtınalı gençlik rüzgarıyla demokratik ülkeler, kadınların ve gençlerin siyasi akla katkı sunacağı katılımcı bir yapıya doğru evrildikleri halde Türkiye için bu talepler rejim sorunu olarak görüldü ve metazori bastırıldı. Demokrasi yine raftaki yerini alırken değişim talepleri, toplumsal dönüşümü mümkün kılmak yerine bastırılması gereken isyanlar sayıldı. Derken 12 Eylül dünyanın, toplumların bireysel özgürlüklerin önünü açacak çeşitliliği kabul ettiği, iki kutuplu dünya düzeni taşınamaz hale geldiği zamanlarda ülkemize düşen değişim taleplerinin yansımalarını yine hayati tehdit, beka sorunu olarak gören egemen aklın ürünüydü. Darbe sonrası dünya, çeşitliliklerin toplumsal ve siyasal düzleme katkı sunduğu bir sürece girerken Türkiye farklılıkların siyasal yaşamı ve düşünce dünyasını zenginleştirmesini önleyecek şekilde kontrollü demokrasiye yöneldi.

90’lar ise dünyada yönetim sistemleri tarafından dışlanmış olan kesimlerin, inançların, yerel dillerin, kültürlerin demokratik hak taleplerinin yükseldiği zamanlardı. Demokratik ülkeler bu talepleri görüp değerlendirip çoğulcu demokrasiye evrildiler. Türkiye ise 28 Şubat süreciyle bir yandan inançları nedeniyle sistem dışına itilmiş dindarların seçim kazanmak yoluyla sisteme entegre olma çabasını bir kere daha baskıladı. Diğer yandan Kürtlerin siyasal taleplerinin üzerinden bir kere daha silindir gibi geçti. Oysa dünya merkezi yönetimin yetkilerini bir kısmını yerele devretmesi yoluyla yerinden yönetimin güçlendiği bir demokrasiye evrilmişti. Biz ise 28 Şubat sürecinden merkezi yönetimin bir kat daha güçlendirildiği bir yapıyla çıkmıştık. Yine de ehlileşmiş İslamcılık görüntüsü sisteme entegre edilirken mülayim bir Kürt siyasi hareketini içine sindiren bir yapı ortaya çıktı darbe sonrası.

Sonrası malum. Mazlumun zalimleşmesi. 28 Şubat'ın mağdurları iktidara geldiğinde başkalarına 28 Şubatlar yaşatmaktan çekinmedi. Bir anda olmadı tabii ki önceleri güçlü bir demokratikleşme arzusuyla geniş kesimlerin desteğini aldı AKP. Bugün ‘Milletin evlatlarını durduramadılar’ başlığıyla işaret edilen o millet, aslında halkın, darbelerle bastırılmış demokrasi arzunu simgeleyen seçmen tercihi. Mesele şu ki bir darbe sonrası iktidara demokratikleşme vaadiyle geldiği halde diktatörleşenler, o milletin hâlâ yerli yerinde olduğunu unutmuş görünüyorlar. Seçmen tercihinin hâlâ demokratikleşme yönünde olduğuna şüphem yok. Mazlumun muktedir olduğunda yapabileceklerini gördü seçmen. Ancak iktidarı kaybetmemek için oluşturulan bu yeni sistem el değiştirdiğinde neler yaşanacağından emin olması güç. Muhalefette güven verici bir ışık arıyor gibi izlemede insanlar. Yazının başında dile getirdiğim iki kesim darbeyi tanımayanlar ile darbenin tekrarından korkanlar siyasi yelpazenin iki ucu olarak düşünülürse ortada kalan kesimin giderek büyüdüğü bir ortamdayız. Giderek artan bu iki uçtan uzaklaşma arzusu, darbeler tarihimize son verecek bir toplumsal dönüşümü mümkün kılabilir mi? Keşke. Fakat askeriyenin, sivil bürokrasinin, yargı erkinin, anayasal kurumların, birinin veya birkaçının destek verdiği farklı formalarda onca darbe yaşadıktan sonra bir kalkışma ve ardından seçimle gelen siyasi iradenin toplumsal tercihler üzerine darbe yaptığını da gördükten sonra bu ülkede seçmenin güvenini kazanmak pek kolay olmasa gerek. Toplumun, ülkenin geleceğine ilişkin sorumluluğun iktidardan çok muhalefete düştüğü bir süreçteyiz. Ülkemizde geçmişten bu yana süregelen demokratikleşme arzusunun hâlâ çok güçlü olduğu kuşku götürmez gerçeklerden. Bu güçlü arzuyu hayata geçirmek mümkün mü? Bunca darbeden ve darbe sonrası oluşumlardan demokratikleşme yönünde dersler çıkarıp ortaklaşacak, güçlü bir deklarasyonla toplumun karşısına geçip şu ucube sistemden çıkış için iyi bir yol haritasıyla seçmenin güvenini kazanacak muhalefet bloku kurulursa neden olmasın?

 

 
 

Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.