Daryuş Şayegan’dan aforizmalar
Bir keresinde "Devlet size hiç ödül vermedi mi" diye sormuştum kendisine; “Olur mu bana ve Ali’ye (Dehbaşi) Beheşt-i Zehra’da iki mezar vermişler, daha ne olsun” demişti.
Veysel Başçı*
Türkiye’de daha çok Yaralı Bilinç ve Batı Karşısında Asya kitaplarıyla tanınan çağdaş İranlı düşünür Daryuş Şayegan, 2009 yılında Fransa’dan İran’a kesin dönüş yapmıştı. Bir yıl sonra, Tahran’ın kuzeyindeki Velencek semtinin on üç numaralı sokağındaki baba yadigarı evinde kendisine, “Neden İran’a döndünüz?” diye sorduğumda, “Başımı toprağıma koyup usulca ölmek için” demişti. Bu arzusuna kavuşması için 2018 yılının mart ayını bekleyecekti.
Şayegan’la 2010-2014 yılları arasında çeşitli vesilelerle birçok kez görüşmüştüm. Bazen birileri adına röportaj yapmak için evine giderdim. Bazen de çağdaş İran entelektüelizminin merkezi konumundaki Buhara dergisinin imtiyaz sahibi sevgili Ali Dehbaşi’nin daveti üzerine bir araya gelirdik. Derginin o bir hayli mütevazi odalarında, harabe durumdaki kitap raflarına gelişigüzel tünetilmiş fettan gözlü kör baykuş biblolarının bakışları altında saatlerce konuşurduk. Modernizmden postmodernizime, felsefeden edebiyata, tasavvuftan insana ve evrene dair konuşulan bu dost sohbetlerinde bazen Mahmut Devletabadi, Muhammed Ali Afgani, Nahit Tabatabai, Feriba Vefi ve Bahaeddin Hürremşahi gibi isimler de olurdu bizimle. Devletabadi, Horasan Kürtlerinin İnce Memed’i Kelider’in kahramanı Gulmuhammed Han-ı Kelmişi’yi anlatırken Horasan’daki çocukluk günlerine gider, bizi de kendiyle beraber Horasan steplerine götürürdü mesela. Ama Şayegan’ın olduğu yerde, gözler onun dudakları arasından çıkacak kelimelere kilitlenirdi çoğu zaman. Bunda mürekkep yalamışlığın yanı sıra doğu-batı kıtalararası deneyimin yadsınamaz payı da büyüktü tabiî. Ama en büyük pay, onun “land no man’s” dediği, paramparça edildikten sonra üst üste bindirilmiş kozmopolit kimliklere sahip insanlarla büyümüş olmasıydı. Bu durum onda hem ruhsal bir kimliksizlik hem de aktif bir düşünsel devinim oluşturmuştu. Söz konusu bu kimliksizlik ya da kendi ifadesiyle “kırk parçalı yamalı bohça/kimlik”, kıtalararası tanık olduğu farklı aidiyetlerin bilinç altında bıraktıklarıyla birlikte, gerek Fransızca kaleme aldığı eserlerindeki ontolojik çıkarımlarına gerekse o dost ortamlardaki samimi konuşmalarına yansıyordu.
1935 yılında Tahran’da dünyaya gelmişti Şayegan. Babası, Kürtler ve Azerilerin birlikte yaşadığı Salmas’ın hatırı sayılır halı tüccarlarından, Azeri bir Şii idi. Annesi, Sunni İslam'ı benimsemiş Gürcü soylusu bir kadındı. Aile doktorları Zerdüştî, şoförleri Asuri, müzik öğretmeni gibi dadısı da Ermeniydi. Lazarist rahiplere ait Tahran’daki Saint Luis Fransız okulundaki arkadaşlarının çoğu da Yahudi dinine mensuptu. “Seyyar düşüncelere” evrilen kimliğini bu çocukluğuna, çok kültürlü karakterini de o dönemki eğitimine borçluydu. Bilgi ve eğitim ile aristokratik bir konfor içerisinde geçmiş çocukluğunda, Alexandre Dumas başta olmak üzere Fransız klasikleri ile Ömer Hayyam’ın bütün rubailerini okumuştu okumasına ama “o dönemler iki annem iki de babam vardı” diyerek mutsuz geçen çocukluğunu hayatı boyunca içinde hissetmişti. 15 yaşında İngiltere’deki Badingham Koleji’ne yerleşerek başladığı Avrupa macerasının altı yılını Cenevre’de geçirmişti. Cenevre Üniversitesi’ndeki tıp eğitimini ikinci sınıfta bırakarak Fransız edebiyatı, felsefesi, Sanskritçe ve siyaset bilimi derslerine, aynı zamanda Hindu dinler ve Hint felsefesine yoğunlaşmıştı. Tüm bu süre içerisinde ülkesiyle de bağlarını koparmamıştı. Üç yıl boyunca Tahran Üniversitesi’nde Sanskritçe ve Hint felsefesi üzerine dersler vermişti. Aynı dönemde bir yandan da çocukluğundaki o ruhsal boşluğu doldurmaya çalışıyordu. Ruhsal arayışını tasavvuf ve mistik eğilimlerde görmüştü bir süre. Seyyid Hüseyin Nasr’ın evindeki özel tasavvufî ritüeller, onun Pehlevi sarayında el pençe divan durmuş sufi teslimiyetiyle paradoks oluşturduğundan, Şayegan’ı pek sarmamıştı.
1966 yılında Sorbonne Üniversitesi’ne giderek burada Henry Corbin’dan Hint mistisizmi üzerine dersler almıştı. Corbin’nın danışmanlığında doktora tezini savunmuştu. Fransa’daki bu yıllar, Şayegan’ın, Samuel P. Huntington’un “Medeniyetler çatışması” tezine, “Medeniyetler buluşması” adlı tezleriyle karşılık verecek birikimin ilk yıllarıydı. Nitekim aynı yıllarda kaleme aldığı eserleri ve sonraki yıllarda da derinlemesine temellendirdiği medeniyet buluşmalarına dair görüşleri, 2009 yılında Danimarka’da kendisine “küresel diyalog” ödülünü getirecekti.
Fransa’dayken ruhsal arayışını da devam ettirmişti. Fransız yazar René Guénon’un düşüncelerinden oldukça etkilenmişti. Bir Fransız dükü gibi saygı gördüğü o yerde tradisyonalizm akımının kurucusu, sufi ressam ve şair Frithjof Schuon ve onun müritlerini yakından tanıma fırsatı da bulmuştu. Fakat ruhsal ve düşünsel anlamda aradığı tasavvufu onlarda değil kendi topraklarında bulmak istemişti. İran’a her gelişinde Allame Tabatabai’nin özel maneviyatından feyizlenmeyi kendi evinde düzenlediği haftalık buluşmalarla organize etmişti. Evindeki bu özel buluşmalarında Celaleddin Aştiyani, Mirza Mehdi Komşeyi gibi sayılı isimler olurdu sadece. Şayegan’ı manevi anlamda etkilemiş doğulu ve batılı düşünürler olduğu gibi, tefekkür seyri üzerinde iz bırakmış yerler de vardı. Bu yerlerden biri de “küçük Hindistan” dediği Kürdistan’dı. Minorsky’nin inanç çeşitliliği bağlamında sarf ettiği bu sözü dilinden düşürmeyen Hindu dinler uzmanı Şayegan, Kürdistan’daki Kadirî dervişleriyle de yakın temasta olmuştu. Birkaç kez onların zikir halkalarına da katılmıştı. Fakat o dervişler de ona aradığını veremeyecekti. İbrahim Dinani’nin “o iki denizin birleştiği yerdir” şeklinde tanımladığı Şayegan, Ramin Cihanbeglû ile birlikte “Sous les ciels du monde” (Dünya Gökleri Altında) adıyla kitaplaştırdıkları söyleşilerinde dinsel sembolizmden meta realizme, metafizik aklın eleştirisinden Helenik düşünce ve tarih algısına, gelenekten moderniteye, Oxford ve Frankfurt ekollerinden Copernicus Devrimi'ne kadar pek çok konuda ansiklopedik bir düşünür olduğunu ortaya koymuştu. Şayegan’ın farklı bilim dalları ve bunlara özgü kavramlara dair düşünceleri olduğu gibi Ortadoğu’nun içinde bulunduğu kaosa dair güncel düşünceleri vardı ve bu düşüncelerini eserlerinde olduğu gibi farklı mecralarda da dile getiriyordu. Olaylara kültür, tarih, düşünce sistematiği perspektifiyle yaklaşıyor, değerlendirmelerini de o minvalde yapıyordu.
Örneğin kendisiyle 2012’in haziran ayında evindeki bir görüşmemizde o günlerin sıcak tartışmaları olan Arap Baharı, Şii Hilali ve Neo-Osmanlıcılık gibi yakın Ortadoğu meselelerine değinmişti. Genel olarak İslam dünyasını bir bütün olarak gören, ancak İslam dünyasındaki önemli aktörlerin hiçbirinin çıkarlarının birbiriyle uyuşmadığını belirten Şayegan, Türkiye, İran, Mısır, Suudi Arabistan gibi Müslüman ülkelerin taktiksel hamlelerini artık bir dış politika olarak değil, Yaralı Bilinç’in alt başlığı olan kültürel bir şizofreni olarak algılamaya başlamıştı. “İslam dünyasına şeklini İslam ülkeleri veremez. Bunu bir kere görmemiz lazım. Dış müdahalelerle şekillenmiş tarihleri bunun en bariz göstergesidir” demişti. Eserlerinin birçoğunda İran’ın o muhteşem ve görkemli tarihine defaatle vurgu yapmıştı. Ancak söz konusu bu görüşmede o yöndeki düşüncelerini, “Biz İranlıların ayağında iki büyük pranga vardır. Bu prangalar bizi realiteden uzaklaştırıyor. Gerçek ve ayağı yere basan politikalar üretmemize engel oluyor. Bu prangalardan birisi tarihimiz, diğeri de petrolümüzdür. Bu ikisi olmazsa, şimdiye dek çok daha iyi yerlerde olabilirdik” şeklinde reforme etmişti. Arap Baharı ile ilgili olarak da İslam ülkelerinin bir geçiş süreci yaşadığını belirten Şayegan, “Geçiş süreçlerinde radikalizm ve köktencilik artabilir, bunu sadece dinsel ve mezhepsel yükseliş olarak okumamak lazım. Yükselişe geçen milliyetçilikler de en az dinî fundamentalizm kadar tehlikeli bir olasılıktır” demişti dingin bir ileri görüşlülükle. Kendisine Neo-Osmanlıcılık ile ilgili düşündüklerini sorduğumda ise verdiği cevap aynen şuydu:
“Neo-Osmanlıcılık… Türkiye’nin Osmanlı sistemini diriltmek ve o medeniyeti tekrar ihya etmek istediğini son zamanlarda sıkça duyar olduk. Türkiye bu ihya hareketine coğrafik olarak mı, sanal pazar ve piyasa ekseninde mi yaklaşıyor yoksa kültür havzası şeklinde mi görüp değerlendiriyor bilemiyorum. Ancak tek duyduğumuz Osmanlı’nın ihyası… Peki bu ihya nasıl olacak? Neyi amaçlayacak? Sınırları nasıl belirlenecek? Bunlar hepsi soru işareti. Mümkün mü değil mi? Bilemiyoruz. Ancak ‘barışçıl olduğu sürece’ bir idealizm olarak tartışılmaya değer görüyorum. Batı Karşısında Asya kitabımda belirttiğim Endülüs medeniyetinin ihyasına dönük kültürel kodları ve tarihsel arka planı bu idealizm hususunda da genişçe ele almak lazım diye düşünüyorum.”
Konu Neo-Osmanlıcılık olunca bu teorinin o günkü yılmaz teorisyeni olan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu da kendisine sormuştum. Verdiği o özlü cevap hâlâ zihnimin bir köşesinde duruyor: “Davutoğlu’nu ve düşüncelerini pek bilmiyorum ama şu kadarını söyleyebilirim ki Tunus’ta kendini yakan o işportacı (Muhammed Bouazizi) Ortadoğulu pek çok dışişleri bakanı gibi Davutoğlu’nun da bütün o ideallerini ateşe verdi!”
Katmerli bir Ortadoğu ülkesidir dediği Türkiye hakkındaki değerlendirmelerin küçük bir kısmı olan bu anlatılar, Şayegan’ın son dönemlerindeki düşünceleriydi. Eserlerinden enstantaneler taşıyan bu görüşlerini, diğer bütün düşündükleri gibi, Beheşt-i Zehra’daki (Tahran Büyük Şehir Mezarlığı) yazar ve sanatçılar için ayrılmış parselde yer alan o 1.80 metrelik toprağ(ın)a götürmüştü. O toprak ki, ülkesindeki yetkililerin, kendi düşünürüne ücretsiz bağışladığı bir ödüldü. Yaşarken o toprağın esprisini de çok yapmıştı. Bir keresinde "Devlet size hiç ödül vermedi mi" diye sormuştum kendisine; “Olur mu bana ve Ali’ye (Dehbaşi) Beheşt-i Zehra’da iki mezar vermişler, daha ne olsun” demişti.
Ve aynı Şayegan, 2018 yılında 83 yaşında iken bugün aramızdan ayrılmıştı. Başını devletin kendisine ödül olarak bahşettiği(!) toprağına koymuş ve usulca çekip gitmişti. Hatırası önünde saygıyla eğiliyorum.
*Dr., Bağımsız Araştırmacı.