YAZARLAR

David Graeber, dostlar ve sözün götürdüğü yer

Mehdi Belhaj Kacem, Nika Dubrovksy ve Assia Turquier-Zauberman ile David Graeber arasındaki konuşmalardan oluşan 'Anarşizm Lafın Gelişi' metni, Aryen Yayınları tarafından yayımlandı. 'Anarşizm Lafın Gelişi', Graeber’e yöneltilen sorular ve onun cevapları baskın olsa da daha çok sözün sözü açtığı, konuşanlarla okurun farklı yollarda dolaştığı, sapmaları, patikaları olan bir kitap. Bu nedenle metin, bütünlüklü ve tek bir fikir etrafında dolaşmayan, çoklu bir düşünmenin ürünü olarak görülebilir.

David Graeber, kuşkusuz kendi çağının en önemli düşünürlerindendi. Kısa yaşamında bize, dünyada başka türlü bir yaşamın olabileceğini farklı şekillerde göstermeyi başardı. Benim açımdan, takip edebildiğim tüm çalışmalarında anarşizan düşüncede ısrar etmesi açısından önemli bulduğum ve duygusal bağ kurduğum da bir isimdi. Antropoloji ve anarşizmi ortaklaştırdı; antropoloji bilgisiyle, ana akım tarih yazımının sömürgeci bakışla ilişkilenerek kurduğu sabit yapıyı aşındırdı. Rojava deneyimini tüm dünyaya duyurmak için çabaladı.

Graeber, her ne kadar anarşist bir düşünür olarak öne çıksa da ekonomik antropoloji alanında geliştirdiği teorilerle de bize kapitalizmin krizlerinin tüm dünyayı sardığı bir çağda, çeşitli mücadele biçimleri geliştirmemizi sağlayacak pek çok perspektif bıraktı. Bu nedenle onu sadece anarşist kimliğiyle ele almak haksızlık olur ki kendisi de böyle olmasını istemezdi. Çeşitli yerlerde bunu dile getirdi ve sabitlenmiş bir konumla anılmayı tercih etmedi. Graeber bir eylemciydi; sözün gerçek anlamıyla, “Occupy Wall Street” hareketinde ve sonraki forumlarda aktif rol aldı, birçok yerde bu konuda “liderlik etti” ifadesi geçse de onun bunu sahipleneceğini düşünmüyorum. Onun anarşizan bakış açısından öğrendiğimiz gibi, bu düşünce “büyük fikir” insanlarının çevresinde olan grupları değil, o an değiştirilebilecek olana odaklanan, eyleme yaslanan herkesi kapsayan bir fikir. Ayrıca Graeber, metinlerinde anarşizmi diğer fikirlerden ayrı bir yere koymasının önemli nedenlerinden biri olarak, anarşistlerin Bakunin, Kropotkin, Goldman gibi isimler etrafında toplanmamasını, onları bir “izm” hâline getirerek, değişmez fikirler olarak kabul etmemesini görüyordu, hatta anarşist fikirlerin ve anarşistlerin akademide yer bulmamasının nedeninin de bununla ilgili olabileceğini düşünüyordu. Bu nedenle “Occupy Wall Street”in “biz yüzde 99’uz” sloganı kendisiyle anılsa da,  o bir liderlikten çok ortaklık fikriyle hatırlanmak isterdi fikrimce.

Graeber hakkında söylenecek çok şey var ama konuyu asıl getirmek istediğim yer, Aryen Yayınları tarafından, Bengü Bade Baz çevirisiyle basılan 'Anarşizm Lafın Gelişi' adlı metin. Kitap, Mehdi Belhaj Kacem, Nika Dubrovksy ve Assia Turquier-Zauberman ile David Graeber arasındaki konuşmalardan oluşuyor. Bir söyleşi metni olarak yorumlanabilir ancak bana kalırsa dünyanın geçmişi, şimdisi ve geleceği arasında, çeşitli konularla bağlantı kuran bir muhabbet kitabı. Çünkü klasik bir sorular cevaplar hiyerarşisinden söz edilemez bu metinde. Graeber’e yöneltilen sorular ve onun cevapları baskın olsa da daha çok sözün sözü açtığı, konuşanlarla okurun farklı yollarda dolaştığı, sapmaları, patikaları olan bir kitap. Bu nedenle metin, bütünlüklü ve tek bir fikir etrafında dolaşmayan, çoklu bir düşünmenin ürünü olarak görülebilir. Kısaca ifade etmem gerekirse; sanat, anarşizm, antropoloji, temsil sorunu, demokrasi, feminizm, ütopya, devlet, faşizm gibi başlıklar arasında dönen, kesinliklerle ilerlemeyen, kendi içinde dönüşen bir metin 'Anarşizm Lafın Gelişi'.

ANARŞİZM BİR BİLMECE

David Graeber, anarşizmin tarih içinde nasıl kavramsallaştırıldığını tartışırken, bu kelimenin her zaman bir bilmece içerdiğini hatırlatıyor ve şunu soruyor: “Anarşizmin tarihi, kelimenin veya bazı genel politik yönelimlerin hatta kelimenin anlamının çıkış noktası olan bir tutumun tarihi midir? Yoksa kendilerinin anarşist olarak damgalanmasına karşı çıkan bir grup insanın birçok isim ve olay altında varoluşu mudur?” Anarşizm ile ilgili böyle bir sorudan söz edilebilir, her ne kadar Proudhon gibi isimler kendilerine yakıştırılan, sosyalist, liberal gibi kavramlara, “hepsini reddediyorum, anarşistim” gibi cevaplar vermiş olsalar da Graeber’in dikkat çektiği gibi anarşi kelimesi, İngilizce literatürde ancak 20. yüzyılda diğer siyasal akımlardan farklı bir ideoloji olarak kullanıma giriyor.

Anarşizm Lafın Gelişi, David Graeber, Çevirmen: Bengü Bade Baz, 176 syf., Aryen Yayınları, 2021.

Yukarıdaki soruda bahsedilen “damga” meselesi önemli, bunun için çok uzaklara gitmeye de gerek yok. Coğrafyamızda zaman zaman tüm muhalifleri anarşistler olarak olumsuz bir “damga” altında toplayan pek çok örnek bulabiliriz. Sanıyorum anarşizmin böyle anılmasında başta bahsettiğimiz gibi bir isim altında toplanmamasının veya akademide bir disiplin olarak tartışmalarda çok yer alamamasının etkisi var. Graeber, 'Anarşist Bir Antropolojiden Parçalar' kitabında bu durumdan sıkça bahseder. Marksizmin okulları, yazarları vardır ve bunun ortaya çıkardığı yorumlar, Leninistler, Maocular, Troçkistler, Gramsciciler… Bunun yanında anarşistlerin tartışmaları o an orada olana ve eyleme odaklanır ve yine bahsettiğimiz metinde Graeber’in dikkat çektiği gibi, anarşistler daha çok doğrudan "Eylem nedir? Bir devlet başkanına suikast düzenleyen birini alenen mahkûm etmek gerekli midir? Ya da suikast, özellikle savaş gibi feci bir şeyi önleyecekse ahlaki bir eylem midir? Bir pencereyi kırmak ne zaman doğrudur?" şeklindeki sorulara odaklanırlar. Anarşistlerin eylem odaklı bakması, teoriden çok eylemliliği öne çıkarması, anarşizmin bir kavram olarak ele alınmasından çok edimleri üzerinden değerlendirilmesine neden oluyor belki de. Bu da tek başına bir ideoloji olması fikri üzerinde durmak yerine, çoğunluk tarafından bir “damga” olarak yorumlanmasına veya yine Graeber’in başka bir yerde söylediğini hatırlarsak, Marksizm gibi ideolojilerin “kuzeniymiş” gibi algılanmasına neden oluyor. Oysa anarşizm köklü bir politik tahayyül olmasının yanı sıra, dünyanın geleceği açısından yaşamsal bir yerde duruyor. Ekoloji konusuna ilk dikkat çeken düşünsel perspektiflerden biri olması bile bunu söylememize izin veriyor çünkü uygarlık karşıtı çizgide yer alan anarşistler yıllarca doğa ve insan arasında yaratılan ikiliğe, bilimsel edimlerin doğa üzerindeki tahakkümüne dikkat çektiler.

Anarşizmin yukarıda bahsettiğimiz adlandırılma biçimlerinin Graeber veya diğer anarşistler için bir sorun olmaktan çok, alıp kabul etmeyi içerdiğini de söylemeye gerek yok. Bu, şöyle bir durum “Evet, anarşistim tüm o olumsuz söylemi alıp kabul ediyorum.” Graeber, bu açıdan demokrasi kelimesi ile benzeştiriyor anarşi kelimesini; ona göre, “pratikte yaşayan pek çok insan kendilerine demokrat demiyor.” Bir şeyin içinde yaşıyorsanız onu ifade etmeye veya kendinizi onunla adlandırıp sabitlemeye ihtiyaç duymazsınız çünkü o artık yaşamın akışında bir parçadır ve sanırım pek çok anarşist için böyle bir durumdan söz edilebilir.

'DOĞA ÖLÜYOR'

Metinde dikkat çeken tartışmalardan biri de insanın doğa üzerindeki kontrolü ve bilimin bu konudaki misyonu. Epey güncel olduğu için bundan da bahsetmem gerektiğini düşünüyorum. Kacem, insanın yaratmadığı her şeyi kontrol etme isteğinden söz ediyor, diğer varlıkların bunu kontrol edemeyeceğinden dem vuruyor; Assia Turquier-Zauberman buna itiraz ediyor ve nedenini şöyle açıklıyor: “Doğayı bu şekilde kontrol edebilmemizin büyük bir nedeni onu ölü olarak algılamaktı, bu yüzden de en sonunda doğa ölüyor. Benim için gizemin (Kacem’in doğanın kendini kontrol edememesini gizemli bulmasına dair söylediğine cevap olarak) büyük bir kısmı bununla ilgili: Dünyayı, mikro ütopyayı sürdürmedeki yetersizliğimiz karşısında, kavramlarımıza şiddetle uyumlu hale getirme yeteneğimiz.” “Doğayı ölü olarak algılamak” bana kalırsa da büyük sorundu, böylece diğer türlerin acı çekebileceğini düşünmedik. İnsan türü dünyanın acılarının kendine özgü olduğunda ısrar ettikçe başka türlerin acısı görünmez oldu. Bir deney hayvanının acısını hissedemeyen veya mezbahada bir hayvanın ne hissettiğini anlamaktan uzak bir tür için doğa ve varlıkları nesne olmaktan öteye geçemedi, şiddeti kavramlarımızla meşrulaştırdık, çok az insan doğa ile eşit ilişki biçimlerini savunan “mikro ütopya”yı sürdürse de yetersiz kaldı hatta anlatamadı, dışlandı, ucubeleştirildi. Bana kalırsa da bunda gizemli bir yan yok, kontrolü ve gücü elinde tutan egemen türün başka türlerle kuramadığı ilişkisellik sonucu: “Doğa ölüyor.”

ZORBALIĞIN MUTLAK REDDİ

David Graeber, metinde şöyle bir anarşizm tanımı yapıyor: “Anarşiyi, tüm zorbalık türlerinin mutlak reddi olarak tanımlayabiliriz.” Düşünür, bu tanımdan yola çıkarak zorbalık nedir, kim zorbadır sorusuna yanıt arıyor ve çeşitli özellikler belirliyor. Burada ikinci belirlediği özellik önemli bana kalırsa; “Zorbalar, izleyicilerin suç ortaklığına güvenme eğilimindedir.” Bu, dünyanın şimdiki konumuna baktığımızda da oldukça güncel bir yan içeriyor. Dünyanın gözü önünde onca felaket yaşanıyor, sadece Afganistan’da yaşananlara bakarak bile şunu söyleyebiliriz ki “izleyicilerin suç ortaklığı” gerçekten bugünkü dünyayı belirleyen bir yerde duruyor. Coğrafyamızda ve dünyanın farklı yerlerinde yangınlar sürüyor, kapitalist şirketler kâr hırslarından vazgeçmedikleri gibi gidişatı izliyorlar, farklı gruplar şiddete uğruyor, çoğu zaman izlemek dışında bir tepki ortaya konmuyor; Afganistan’da kadınların, çocukların, LGBTİ+’ların yaşamı tehdit altında, dünya kamuoyu sebep oldukları karanlığı izlemekle yetinmiyor, göçmenlerle ilgili akıl almaz politikalar öne sürüyorlar…

Yine Graeber’in bu bağlamda kurduğu şu cümleyi de düşünmeli, “eğer bir grup diğerlerini katletmeye başlarsa, kurbanların bir tür zulümden sorumlu olduğunu iddia etmelerine izin verecek herhangi bir kayıt arayışına girecek çok fazla insan beliriverir.” Buna gerçekten çok sık rastlarız. Kurbanla değil de “zorbayla” ilişkilenme olarak da görülebilir bu, son günlerde medya tarafından yaratılmaya çalışılan “ılımlı Taliban” görüntüsünde, savaştan kaçan insanlara bakışta, coğrafyamızda politikacıların kurduğu “terörist” söyleminin çoğunluk tarafından genellikle kabul görmesinde, kısacası görmek istediğimiz pek çok yerde sorumluları değil kurbanları işaretleyen söylemler karşımıza çıkar. Ama sabit bir “zorbalar” veya kesin kötüler anlatısı da sorunlu olabiliyor, onların nasıl ortaya çıktığını görmek, “suç ortaklığı”nın nasıl yaratıldığına bakmak da önemli çünkü dünyayı kesin kötüler anlatısıyla yorumlamaya başladığımızda, kendimizi sebeplerden çok sonuçların konuşulduğu bir durumda bulabiliyoruz.

'Anarşizm Lafın Gelişi' kitabında hem dünyanın güncel durumuna hem de çıkışsızlığın nasıl aşılabileceğine yönelik tartışmalara rastlıyoruz. Kısacası, antropolojiyle anarşist fikirlerin iç içe geçtiği bu metinde, Graeber ve dostlarıyla çoklu bir tartışmaya ortak olabiliyor, kendimizi metnin bir parçası gibi hissedebiliyoruz, en azından benim okurken hissettiğim bu oldu.


Emek Erez Kimdir?

Çeşitli gazete, dergi ve online sitelerde, kültür-sanat alanında on beş yıldır yazılar yazıyor.