YAZARLAR

David Lynch: Kötülüğün gizeminin ve zaman karmaşasının üstadı!

David Lynch’in aramızdan ayrılmasıyla bilinçaltımızda bize yol gösteren önemli bir sanatçıyı kaybetsek de, geride bıraktığı filmler ve kendine has vizyonu sinema tarihindeki tartışılmaz değerini daima koruyacak…

Büyük bir yönetmen aramızdan ayrıldığında kuşkusuz ardında bir boşluk bırakır ve bu ‘boşluğun’ sınırları bizce söz konusu yönetmenin daha çok hangi temaları işlediği, hangilerinden uzak durduğu ve nasıl bir sinema akımının içinde yer aldığı gibi konularla belirginleşir.

Önemli yönetmenlerin ‘el attığı’ yeni projeler tür açısından aralarında farklılıklar taşısa da, onlarda yönetmenin imzası yine de tanınır ve böylece yönetmeni yakından takip eden sinemaseverler onun ‘dokunuşunu’ hisseder. Bu ‘hatırlatma’ bazen kullanılan semboller ve metaforlar, bazen anlatım tarzı bazen ise verilmek istenen mesaj yoluyla sağlanır.

David Lynch

Bu hafta aramızdan ayırılan David Lynch de kendine has sinematografik dili ve filmlerinde kurduğu evren ile kendi başına bir tür yaratmış, ardında Lynchvari denilen özgün bir sinema üslubu miras bırakmış büyük bir isimdi. Çoğumuzun (hatta bazı özel nedenlerden dolayı benim de!) sinema ‘ufkumuzu’ açan ve ne kadar yabancı dursa da yine çoğumuzun hayatında muhtemelen sorgulamalara ‘kapı açan’ bir isimdi.

79 yaşında aramızdan ayrılan Lynch’in filmlerini açıklamaya veya analiz etmeye kalkışmak çok uzun soluklu bir yazı gerektirirdi. Ortaya çıkardığı yapılar, senaryolarına kattığı psikolojik katmanlar ve ele aldığı toplumsal temalar o kadar derin ve zengindi ki, çok sayıda eleştirmen ve araştırmacı onun filmlerini inceleyen sayısız eser üretti. Dolayısıyla biz Lynch’in bazı fetiş temalarına ve filmlerine şöyle bir dokunmakla yetineceğiz.

Yönetmenin ‘Inland Empire’ filminde ve ne yazık ki bizim görme şansını bulamadığımız ‘Twin Peaks’ üçüncü sezonunda dikkat çektiği söylenen ama bizce yönetmenin nerdeyse bütün filmografisinde var olan iki temel tema mevcuttu: Kötülük ve zaman oyunları! Ama bu kötülük bireyin tercihi üzerine yaptığı bir eylem gibi değil daha çok bir insandan diğer bir insana bir ‘virüs’ gibi buluşabilen, kontrol edilemez bir olgu gibi ele alınıyordu. Zaman oyunlarına karşı ise tek ‘silahımız’, hafızamızdı.

Lynch’in son derece özgün bir dil yaratmasının bir nedeni bizce sadece yönetmenlik ‘koltuğunda’ oturmakla yetinmeyip profesyonel düzeyde senaristlik, fotoğraf sanatçılığı, müzisyenlik, ressamlık ve tasarımcılık gibi birçok görevi de filmlerinde üstlenmesiydi

Yönetmen, uzun metrajlı sinema filmi olarak sadece 10 tane film yarattı ama aynı zamanda başta ‘Twin Peaks’ serisi olmak üzere oldukça çarpıcı bir dizi ve kısa metrajlı film kariyeri de inşa etmeyi başardı. Lynch’in filmlerine kısaca değinecek olursak:

Jack Nance - Eraserhead (1977)

Eraserhead (1977): Lynch, bu ilk ‘adımını’, başlangıçta kısa metrajlı bir film olarak düşünmüştü. Sonrasında o dönemdeki arkadaşlarının da katkısıyla bildiğimiz haline dönüştü. Lynch’in kısıtlı bir bütçeyle, siyah beyaz çektiği bu film, kısaca sessizliğe ‘gömülmüş’ norm-dışı bir adamın rüyalar alemine eğilerek bir çıkış noktası aramasını anlatıyordu. Filmin, inanılmaz derecede karamsar bir havası, zaman zaman mekanik davranan karakterleri ve başkarakterin ‘tıkanmışlık’ psikolojisini bize sonuna kadar hissettiren bir atmosferi vardı. Yönetmen daha bu ilk filminden itibaren, üstüne gideceği bilinçaltı, içgüdü gibi birçok temanın ilk emarelerini veriyordu. Lynch’in sonrasında sık sık kullanacağı ‘perde’ öğesiyle ve bu filmden sonra yan roller bulsa da yönetmenin vazgeçilmez oyuncusu haline gelecek aktör Jack Nance’la da tanışmamız bu filmle oldu.

John Hurt - Fil Adam (1980)

ElephantMan/ Fil Adam (1980): Lynch’in ilk filmi zamanla ‘kült’ mertebesine ulaşmış ve dikkat çekmiş olsa da, yönetmenin asıl göz önüne çıkışı bu filmle oldu. Tamamı İngiliz oyuncularla çekilen bu film, birçok dalda Oscar ödüllerine aday gösterildi. John Hurt‘ın inanılmaz bir makyaj eşliğinde canlandırdığı bu yaratığa, filmdeki bir kesim insan hayranlıkla bir diğer kesim insan tiksinerek bakıyordu. Sonuçta onun bir insan olduğunu unutarak... Yönetmen bu filminde toplum içindeki değişik sosyal sınıfların değer yargılarını ön plana çıkarıyor, ‘farklı’ olana bakışımızı sorgulatır bir yorum getiriyordu. Filme en büyük katkılardan biri de tabii ki John Hurt ve Anthony Hopkins’in başını çektiği oyuncu kadrosundan geliyordu.

Kyle MacLachan (solda) - Dune (1984)

Dune (1984): Yazar Frank Herbert’in romanından uyarlanan ‘Dune, uzun zamandır birçok yönetmenin ilgisini çekmiş ama kimsenin üstlenmeyi göze alamadığı bir projeydi. Artık (yapımcılar tarafından da) tamamen güvenilen bir yönetmen statüsüne yükselmiş olan Lynch, bu zor projeyi üstlendi. ‘Dune’, sonuçta ‘klasikleşmiş’ bir bilim kurgu eseriydi ve sonucun da epik bir hava taşıyan bir film olması bekleniyordu. Ancak o dönem herkesi hayran bırakan ‘Starwars’ evreninden oldukça ayrışan ‘Dune’, yönetmenin kendine has dokunuşları ile başka bir ‘damarda’ ilerliyor adeta ‘mutant’ bir yapıya dönüşüyordu. Filme birçok revizyon ve kısaltmalar dayatıldı, Lynch ve o dönemki yapımcısı Dino De Laurentis arasında ciddi tartışmalar yaşandı. Yönetmen sonuçtan o kadar rahatsız oldu ki, o filmi ‘üvey oğlu’ gibi gördü. Bu film de zamanla ‘kült’ mertebesine ulaştı ve sonrasında yönetmenin fetiş oyuncusu haline gelen Kyle MacLachan’la tanışmamızı sağladı.

Laura Dern

BlueVelvet/MaviKadife (1986): Bir oğulun babasının ölümünden sonra şehrine dönmesini anlatan film, bir ‘film noir’ tarzında ilerlese de bir kez daha Lynch’in kötülüğün kaynağı, masumiyetin yitişi, olgunlaşmanın sancıları gibi temalara eğilmesini sağlıyordu. MacLahan ikinci defa yönetmenin dünyasını ‘ziyaret ediyor, İsabella Rosselini bir ‘femme fatale’, Laura Dern ise masum aşık kız rolünde ona eşlik ediyorlardı.

Nicolas Cage ve Laura Dern - Vahşi Duygular (1990) 

Wildatheart/ VahşiDuygular (1990): Çılgın ve şiddetli bu ‘road movie’ (yol filmi) Lynch’in belki çözümlenmesi en basit ama bütününe bakıldığında yine yönetmenin ruhunu yansıtan bir yapımdı. Adeta post-modern bir Elvis Presley görüntüsü çizen Nicolas Cage ve dengesiz annesi başta olmak bütün ailesine başkaldırarak aşkına sahip çıkan genç kadın rolünde Laura Dern, sinema dünyasının en ilginç çiftlerinden birini çizmeyi başardılar. Film büyük bir beğeni topladı ve Lynch Cannes Film Festivali’nin en büyük ödülü ‘Altın Palmiye’yi kazandı.

Twin Peaks: Fire Walk With Me/İkiz Tepeler: Ateş Benimle Yürür (1992): Lynch’e ciddi bir hayran kitlesi kazandıran ve nerdeyse efsanevi bir dizi haline gelen ‘Twin Peaks’ dizisinin öncesini anlatan bu film, bizce biraz haksızca hem sinema eleştirmenleri hem de seyirciler tarafından çok sert bir şekilde eleştirildi. ‘Twin Peaks’ dizisi kasaba sahilinde Laura Palmer’ın cesedinin bulunması ve sonrasında başlayan soruşturmayı anlatırken, bu film Laura Palmer’ın son yedi gününü gösteriyordu. Dizinin birçok ikonik karakteri filmde de mevcuttu ve yönetmen kurmuş olduğu psikolojik dünyayı daha da derinleştiriyor, olay örgüsünü sıkılaştırıyordu. Dizinin ikonik karakterlerinden biri olan FBI ajanı Dale Cooper (Kyle MacLahan) filmin sonunda adeta ait olduğu dünyaya tekrar dönüyor, hikayenin ‘rahatlatıcı’ sonuna katkıda bulunuyordu.

Sherilyn Fenn ve Kyle Maclachlan- Twin Peaks  (1992)

LostHighway/Kayıp Otoban (1997): Lynch bizce bu filmle kariyerinin zirve noktalarından birine ulaştı. Bazı eleştirmenler filmin temasını, ‘gerçekliğin peşinde koşan bir kadın' (Patricia Arquette) gibi görse de, diğer eleştirmenlere göre, film çok daha derine iniyordu, ‘Lost Highway, varoluş, cinsel ve zihinsel açıdan özgürleşme, kişilik bölünmesi ve ‘öteki’ gibi çok katmanlı konuları travmatik bir ‘thriller’ formatı içine yerleştirmeyi ve halen referans alınan bir yapım olmayı başarıyordu.

A Straight Story/Straight’in Hikayesi (1999): Bu film, bizce başta Lynch hayranları olmak üzere bütün seyircileri şaşırtmıştır. Yönetmen, belli aralıklarla bilinçaltını farklı yönlerden işleyen, hayallerin ve gerçeklerin sürekli karıştığı birbirinden önemli yapımlar çıkarırken, keskin bir dönüşle çok daha düz görünen, sade ama dokunaklı bir yol hikayesi sundu. Yaşlı bir adamın, ülkenin diğer ucunda oturan kardeşini görmek için, çim biçme makinesinin üstünde uzun yolculuğunu anlatan bu film, sadece Lynch’in yeni bir film türü denemek isteği gibi yorumlanabilirdi ama bizce Lynch bu hikayeye ‘kalpten’ bağlanmıştı.

Naomi Watts ve Laura Harring - Mulholland Çıkmazı (2001)

MulhollandDrive /Mulholland Çıkmazı (2001): Bu sade filmden sonra bizce yine yönetmenin zirveyi yakalayan filmlerinden biri geldi. Bir kadının film yıldızı olmak amacıyla Hollywood dünyasına gelişini anlatan bu film, bize tekrar Lynch sinemasının özünü hatırlatıyor, başkahramanın esrarengiz olaylar, karşılaşmalar ve deneyimlerini ışıltılı olduğu kadar da yozlaşmış, çürümüş, çıkarcılığa dayanmış bir dünya çerçevesi etrafında sunuyor, seyircileri derin bir yolculuğa sürüklüyordu. Lynch bir kere daha önem verdiği sembolleri, metaforları, temsilleri bir ‘belirsizlik’ yumağına katıyor ve hikayenin ikinci yarısında bizce olabilecek en güzel şekilde dünyasında yerli yerine oturtuyordu. ‘Mulholland Drive’, belki de yönetmenin en olgun ve en etkileyici filmiydi.

Inland Empire (2006): Lynch’in son sinema filmi… Uzunca bir aradan sonra bize sunulan bu film, yönetmenin birçok zaman dilimi ve boyutunu birbirine kattığı, çözümlenmesi oldukça zor ve çok yoğun bir yapımdı. Filmin belki de en dikkat çeken özelliği, Lynch’in ‘anda kalarak’ filmi çekmesi, elindeki genel hatları olan bir senaryoya birçok doğaçlama sekanslar yerleştirerek hikâyesini kurması oldu. Yönetmen bir anlamda deneysel bir tarz kullanıyor, bir kez daha karanlık, sanrıların, rüyaların ve gerçeklerin iç içe geçtiği bir evren yaratıyor, Laura Dern’in karakterini bu ortama salıyordu. Bu veda filmi iddialı olduğu kadar da riskli bir hedefe doğru ilerliyor, bizce bazı yerlerde kaybolsak da sonuç etkileyiciliğinden hiçbir şey kaybetmiyordu!

David Lynch’in aramızdan ayrılmasıyla bilinçaltımızda bize yol gösteren önemli bir sanatçıyı kaybetsek de, geride bıraktığı filmler ve kendine has vizyonu sinema tarihindeki tartışılmaz değerini daima koruyacak…


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .