Dayanışma
Devlet kurumları, tıpkı AFAD ve Kızılay’ın yaptığı gibi, büyüyüp mezun olduklarında, banker babalarının parasıyla müteahhitlik yapacakları için bu derste salağa yatıyorlar, dayanışma dersinden mütemadiyen çakıyorlar, peki muhalifler, sosyalistler neyine güveniyor? Sürdürülebilir dayanışma ağları neden bir türlü kurulamıyor? Felaket anlarında ortaya çıkan pek çok yardım merkezi neden koordine olarak sonraya bir dayanışmacı bakiye bırakamıyor?
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan...
Ahmed Arif
Depremin gerçekleştiği 6 Şubat tarihinin üzerinden 3 hafta geçti.
99 Sakarya, Düzce, Gölcük depremlerinde, 2011 Van depreminde, 2020 İzmir depreminde ve 2014 Soma-Ermenek maden felaketlerinde yaşanan süreçleri neredeyse aynı sırayla ama daha sert bir şekilde yaşıyoruz. Devletin elindeki afet protokollerinin, muhalif odakları sindirmek ve yandaşları beslemek için kullanıldığını, deprem ve felaket protokollerinin afet zamanlarında hiçbir işe yaramadığını, yurttaşların kendi ellerinden geldiği kadar kendi afet/felaket protokollerini uyguladığını bir kez daha gördük.
Yurttaşlar tarafından kendiliğinden uygulanan ve devlet kurumları tarafından manipüle edilen protokolün sekansları şöyle sıralanabilir, 1- Felaketin duyulması ve infial, 2- Yurttaşların kendi imkanlarıyla, maddi ve fiziki yardımları ulaştırabilmek için felaket bölgesine koşması, 3-Adalet ve suçluların yargılanması için yükselen öfke ve buna karşılık gelen çağrı, 4-İktidarın yurttaşlara hak veriyormuş gibi görünerek yarım ağızla ihmalkarlardan söz etmesi ve bunların cezalandırılacağını söylemesi, 5-Havuz medya ve trollerin manipülatif atakları, 6-Daha büyük bir felaket ya da bir başka skandal ile önceki felaketin gündemden düşmesi, 7-Göstermelik tutuklamalar (varsa) tutuksuz yargılanma, 8-Unutturma, 9-Cezasızlık ve faillerin başka bir felaket hazırlamak üzere kaldığı yerden devam etmeleri.
Bu felakette de benzer bir süreç işlemeye başladı ve şu an itibariyle bana göre protokolün 5. aşamasından 6. aşamasına geçmeye hazırlanıyoruz, yani havuz medyası ve muktedirler, bu felaketi unutturacak, kendi çarklarını döndürmeye devam ettirecek, Allah'ın lütfu daha büyük bir başka felaketi dört gözle bekliyor.
Fakat bu deprem felaketinin büyüklüğü, bu büyüklük karşısında devletin/parti(lerin) kendi keyfinden hiçbir şekilde ödün vermemesi, felaket öncesi yurttaşların zaten seçimlere kilitlenmiş olmasından kaynaklı olarak muhalif siyasi gündemin son derece sıcak ve talimli olması ve elbette yurttaşlar enkazın altında can çekişirken, bir takım bakanlar öyle zevahiren sakal bırakırken, Kızılay’ın geliştirdiği ahbap-çavuş ilişkileriyle basbayağı işin sakalında, çorbasında olması… ve tüm bunların Türkiye standartlarındaki arsızlığın sınırlarını bile zorlayacak bir pornografi ile alenen yaşanması gibi sebeplerden dolayı, önceki felaketlerde kısa sürede sönümlenen yurttaşların afet bölgelerine maddi fiziki yardımları, gene de sönümlenmeye yüz tutmakla birlikte, önceki afetlere göre uzun soluklu oldu.
Dahası, tam da yardımlaşma-dayanışma meselesi sönümlenmeye yüz tutmuşken, Kızılay’a alternatif olarak faaliyet yürütmeye çalışan, Ahbap’ın gönüllü ya da cebren, Kızılay’ın dolaplarına paravan olmuş olması, bizi doğrudan yardımlaşma ile dayanışma arasındaki farka ve dayanışma dediğimiz şeyin politik yönünü tartışmaya doğru sürükledi.
DAYANIŞMA VS. YARDIMLAŞMA
“Küçük burjuva her düğünde damat, her cenazede ölüdür” M.Gorki
Deprem bölgesine gönderilecek ürünlerin arasında hanelerin fazlalığı sayılabilecek ürünlerin deprem bölgesinde çöp yığınlarına dönüşmüş olduğuna ilişkin resimler sosyal medyada dolaşıma girdikçe, ya da muktedirlerin, her zaman yaptıkları gibi yardımlaşmayı sosyal devlet üzerinden bir vatandaşlık hakkı olarak değil ama, iyi Müslümanın sadakatinin ve sadaka ekonomisinin bir parçası olarak devreye sokmaya çalışmasının ardından; Eduardo Galeano’nun yardım ve dayanışma arasındaki ince çizgiye gönderme yapan cümlesi, viral oldu: “Ben yardıma inanmam; dayanışmaya inanırım. Yardım, dikey, yukarıdan aşağı bakan bir ilişkidir. Dayanışma ise yataydır. Ötekine, eşitlik ve saygı ile bakar. İnsanlara ortak bir kaderleri ve birbirinden öğreneceği şeyler olduğunu hissettirir.”
(Liberal) muhafazakar demokratlıkla başlayıp, yerli milli beton cumhuriyetine park etmiş olan mütedeyyin iktidar, pek çok siyasi dönüşüm geçirmiş olsa da, başından itibaren yurttaş ile kurmuş olduğu ilişki, hiçbir zaman hak üzerinden değil, ama daima sadaka ekonomisi üzerinden oldu. (Örneğin, Tayyip Erdoğan’ın Adıyaman’da depremzedelere para dağıttığı görüntüler gündeme düşünce, Erdoğan Bayraktar’ın kanser tedavisi için yardım isteyen kadına harçlık vermeye çalıştığı görüntüler yeniden hatırlandı.) Tüm bunları bir arada düşününce, kendisi de koloniciler tarafından sömürülmüş ve onların ‘yardımseverliğine’ maruz kalmış bir ulusun ferdi olan, E.Galeano’nun yardım ve dayanışma üzerine söyledikleri daha da anlamlı oluyor.
Gerçekten de, depremin ilk anında medyadan ya da yakınlarımız aracılığıyla öğrendiğimiz şeylerin zihnimizde yarattığı imgeler ve şok sonrası ülkenin her yanında büyük bir yardım kampanyası başlatıldı. Para, eşya, yiyecek, fiziki yardımlar ve gönüllülük.
Bu yardımların bir dayanışmaya dönüşmesi/dönüşecek olması ise bundan sonra yapılacaklara bağlı. Eğer şu haliyle ilk şok ve can acısıyla yapıldığı kadarıyla kalırsa, burada yapılan şeyin, örneğin lüks bir lokantada iken keyfinizi kaçıran dilenci çocuğun görüntüsünden kurtulmak onu başınızdan savmak için verdiğiniz sadakadan teknik olarak bir farkı olmayacak. Çünkü, bu ilk hamle, zihinsel bir meditasyon, kendimizi orayla özdeşleştirme, acıyı hissetme ama kendimiz olarak hissetme, kendimizi oradakilerin yerine koyma ve ‘neyse ki’ deyip gönlümüzden kopanı yardım olarak gönderme refleksi.
Ama burada mesele, biz hayatta kalanlar, bir şekilde başını sokacak evi olanlar, deprem bölgesinden bakınca tuzu kurular sayılabilecek olanlar değiliz. Burada mesele, gerçekten depremi yaşayan ama hayatta kaldıktan sonra her gün ölmeye devam eden insanlar. Önce yakınlarının canları depremde, sonra canların bedenleri harfiyatta kayboldu, kaybolmaya devam ediyor. Bir vesile göçükten kurtulabilmişlerinin bir kısmının akıbeti bilinmiyor. Hükümetin tarikatlarına teslim edilmiş olanların akıbetlerini biliyor olmak ise belki bilinmeyenlerden daha fazla acı veriyor. Yemek pişirmek için, yıkanmak için, tuvalete gitmek için temiz suları olmayan; hastaneleri, okulları, marketleri, evleri, mahalleleri, komşuları olmayan ama yaşadıkları büyük acıdan dolayı daha bunun bile farkında olmayan insanlar.
Buradaki büyük boşluğu dünyevi olarak doldurmak neredeyse imkansız ama gene de başka şeylerle ikame etmeye çalışmak, hayatı sürdürülebilir kılar, depremden sağ çıkan insanların varoluşundaki zehiri alır. Ama bu başka şeyler, gardroptaki modası geçmiş fazlalık değildir, can havliyle AFAD’a ya da AHBAP’a atılmış bir SMS hiç değildir.
Dayan(ışma), öncelikle, bir başkası için dayanmaktır. Ya da Latincesinden İngilizceye geçmiş etimolojiden (solidarity) takip edebileceğimiz gibi tek olabilme (sol-e-) ve bu tekliğin içini sürekli artiküle ederek doldurma, katı, yıkılmaz, mukavi (solid) hale getirmektir.
Peki, bayramdan bayrama hatırlanan uzak bir akraba gibi, felaketten felakete hatırladığımız, dayanışma meselesinin neresindeyiz. Diyelim ki, devlet dayanışma dersinin kurumsal olarak ahmak öğrencisi ve mütemadiyen çakıyor, peki ya muhalifler?
99’dan bu yana küçüklü büyüklü yüzlerce afet yaşamış bir toplumda, iyi kötü işleyen bir dayanışma ağı ya da sivil toplum örgütü var mı? Bunun bir protokolü, görev dağılımı, iş bölümü, acil durum planı, otomasyonu var mı? Dahası, deprem öncesini bir kenara bırakın, deprem esnasında ve sonrasında, sivil toplum örgütlerinin kendilerini daha ciddi bir şekilde yapılandırabildikleri vatandaş hassasiyetinin ötesine geçmiş bir koordinasyonu, işbölümü var mı? Afetler esnasında, bilgi kirliliğini düzenleyecek bir enformasyon yazılımı, ağı ya da merkezi var mı?
Denilecektir ki, bunlar devletin işi değil mi? Belki de, tam da bu noktada, devlet bir oksimoron olarak kendi doğası ile ilgili doğru bir şey söylüyordu: Her şeyi devletten beklemeyin. Tüm bu ortalığa saçılan rezalete, ya da devletin kurumlarıyla birlikte enkazın altında kalmış olmasına bakarak artık şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Devletten hiçbir şey beklemeyin.
Devlet kurumları, tıpkı AFAD ve Kızılay’ın yaptığı gibi, büyüyüp mezun olduklarında, banker babalarının parasıyla müteahhitlik yapacakları için bu derste salağa yatıyorlar, dayanışma dersinden mütemadiyen çakıyorlar, peki muhalifler, sosyalistler neyine güveniyor? Sürdürülebilir dayanışma ağları neden bir türlü kurulamıyor? Felaket anlarında ortaya çıkan pek çok yardım merkezi neden koordine olarak sonraya bir dayanışmacı bakiye bırakamıyor?