Değişim için bir kere daha
Bordo perdenin arkasında bizi yirmi yıldır yaşadıklarımızla daha iyi bir Türkiye olasılığı arasında bir tercih bekliyor. Belki her şey bir anda iyileşmeyebilir, ama daha özgürlükçü bir Türkiye’nin, uzlaşmacı bir dilin, bir arada yaşamayı yücelten bir toplum sözleşmesinin, değişimi yakalamaya dönük bir siyasetin önü açılabilir.
Seçim süreci ikinci tura uzayıp içinde bulunduğumuz belirsizlik yeni bir boyut kazanınca hepimizin ruh durumu alt üst oldu. Özellikle siyasi öngörüsü sosyal medya mecralarındaki pembe panjurlu yankı odalarıyla sınırlı olanlar büyük hayal kırıklığı yaşadı. Beklentileri boşa çıkan milyonlar öfkeyi nereye yansıtacağını bilemezken, seçim tartışmaları yıllanmış arkadaşlıkları, aile ilişkilerini test etti, takipçi listelerindeki akrabalar sabır zorladı. Medya analistleri birer dedektif edasıyla sonuçları değerlendirdi. Yılmaz Özdil CHP’ye, CHP’liler Tuncay Özkan’a, Tuncay Özkan Soner Yalçın’a yüklenirken, kim kime karşı kimden yanayı akılda tutmak imkânsız hale geldi. Bütün bu hengamede kafasını kendi küçük hikayesine gömen Türk seçmeni bir kere daha zamanın ruhunu, değişimin yönünü anlamakta geç kalıyor.
TÜRKİYE’DE VE DÜNYADA SEÇİMLERİN SEYRİ: DEĞİŞİM ZOR GELİYOR
Seçimler sadece Türkiye’de değil dünyanın başka ülkelerinde de değişim yanlıları için hayal kırıklığı yaratıyor. Örneğin Yunanistan’da pazar günü yapılan seçimlerde katılım oranının yüzde 48’lerde kalması hayal kırıklığının bir boyutu olurken diğer bir boyutu da seçimlerin mevcut durumu değiştirmemesi ve Yeni Demokrasi Partisi’nin iktidarının konsolide edilmesi oldu. Özellikle 2007 krizi sonrası çıkışıyla dikkatleri çeken Syriza hareketi yüzde 20’lik bir tercihle düşüş yaşadı. Kriz döneminin Maliye Bakanı Yannis Varoufakis’in partisi ise yüzde 3’lük barajın altında kalarak parlamentoya girme hakkı kazanamadı. Son durumda hiçbir parti tek başına hükümet kuracak çoğunluğa ulaşamadığından ve koalisyon hükümeti kurmayı kabul etmediğinden ufukta yeni bir seçim görünüyor. Bu seçimde de Yeni Demokrasi Partisi’nin güçlendirilmiş nispi seçim sistemiyle çoğunluğu elde ederek tek başına iktidar olması öngörülüyor. Yunanistan’da da seçmen Türkiye seçmenine benzer bir biçimde yeniliğe karşı mesafeli duruyor, eski düzeni muhafaza etme eğilimi gösteriyor.
28 Mayıs’ta Türkiye’nin yanı sıra seçime giden bir başka ülke de İspanya. İspanya’daki yerel seçimler de yaklaşık altı ay sonra yapılacak genel seçimlerin provası olarak görülüyor. İspanya’da öne çıkan iki büyük partinin parlamentoda tek başına çoğunluk sağlayacak kapasiteden yoksun olması, genel seçimlerde sağ eksenli ya da sol eksenli bir koalisyon olasılığını öne çıkarıyor. Tıpkı Türkiye’deki duruma benzer bir şekilde büyük partiler ayrılıkçı, aşırı sağ gibi kendi ideolojik konumlarının uzağında kalan küçük partilerle pazarlık yapmak zorunda kalacak. Yine Türkiye’ye benzer bir biçimde yargı bağımsızlığı, demokratik haklar ve ülkenin genel ekonomik durumu seçimlerde öne çıkan ana başlıklar. İspanya’da seçmen yenilikçi stratejileri ve güncel siyasi eğilimleri yakalayabilmelerine rağmen Podemos ya da ondan ayrılan Mas Pais gibi yeni oluşumlara yönelmiyor.
Akdeniz’in dışına çıktığımızda ise 18 Mayıs’ta yapılan Kuzey İrlanda yerel seçimleri siyasette değişimin nasıl mümkün olacağı hakkında ipuçları veriyor. Kuzey İrlanda yerel seçimlerinde ayrılıkçı İrlanda Cumhuriyet Ordusu’nun (IRA) siyasi kanadı Sinn Fein birinci parti olarak çıktı ve yaklaşık yüz yıldır İrlanda siyasetinde belirleyici olan iki geleneksel partinin önüne geçti. Evet, Kuzey İrlanda seçimleri değişim yönünde bir irade gösterse de bu değişimi doğru anlamak gerekir. Sinn Fein, Podemos, Syriza, Beş Yıldız gibi görece yeni ortaya çıkan ve yeni nesil stratejileri kullanarak yeni talepleri örgütleyen bir parti değil. IRA’nın kökleri yüzyılı aşkın bir geçmişe dayanıyor ve İrlanda’nın İngiltere yönetiminden ayrılmasını hedefliyor. Bu tarihsel birikimin üstüne İrlanda’nın kültürel özgünlüğü ve ulusal talepleri de seçmenin tavrını etkiliyor. Bunun üstüne önceki seçimlerde Sinn Fein’in seçimi kazanmasına rağmen hükümet kurmasını teknik olarak engelleyen krallık yanlısı Demokratik Birlik Partisi’nin (DUP) tavrı da bu seçimlerde Sinn Fein’in oyunu artırmasında rol oynadı. Brexit sonrası süreçte Kuzey İrlanda ve Birleşik Krallık arasındaki ikili ilişkilere dair belirsizlik de İrlanda da seçmenin daha korumacı bir pozisyona yöneldiğini düşündürüyor.
Sonuç olarak değişim ancak ve ancak uzun soluklu ve istikrarlı bir mücadelenin sonunda, kapsayıcı bir siyasi strateji aracılığıyla elde ediliyor. Geçmişin romantik sloganlarını güncellemek, pratik karşılığı olmayan politik çözümler öne sürmek, değişime direnç gösteren katı kategorilerle hareket etmek mevcut durumu muhafaza etmenin ötesinde bir işe yaramıyor. Kapalı kapılar ardında, kim bilir ne tür kişisel çıkarların, pazarlıkların ve hatta şantajların sonucunda ortaya çıkan ittifaklar seçmen gözünde inandırıcı olmuyor, kalıcı bir başarı elde edemiyor. Daha seçime gitmeden masadan kalkan ortaklar tedirginlik yaratıyor. Stratejik ortaklık kurup, kendine göre liste stratejisi yapanlar “stratejik oy davranışı”nı eleştirince inandırıcı olmuyor. Seçime giden süreçte yıllar boyunca iktidara söylemediğini bırakmayan, son düzlükte iktidara destek mesajlarıyla kendi avantasının peşine düşen küçük parti liderleri kendi geleceklerini imha ediyor. Bütün bu itiş kakış bitip toz çöktüğünde geriye mevcut düzeni devam ettirmekle, köklü bir değişim olmasa bile böyle bir değişimin yolunu açacak alternatif arasında bir tercih kalıyor. Bordo perdenin arkasında bizi yirmi yıldır yaşadıklarımızla daha iyi bir Türkiye olasılığı arasında bir tercih bekliyor. Belki her şey bir anda iyileşmeyebilir, ama daha özgürlükçü bir Türkiye’nin, uzlaşmacı bir dilin, bir arada yaşamayı yücelten bir toplum sözleşmesinin, değişimi yakalamaya dönük bir siyasetin önü açılabilir.
KRİZLER, BELİRSİZLİKLER VE GEÇİŞ ÇAĞI
Dünya sistemi kaçınılmaz bir değişimin eşiğinde. Bunun en önemli kanıtı kapitalizmin daha önce görülmemiş bir biçimde doğal sınırlarına ulaşmış, gezegendeki hayatı tehdit eder seviyede genişlemiş olması. Endüstriyel üretimin neden olduğu çevresel sonuçlar, tüketimciliğin ve sonsuz birikim döngüsünün neden olduğu eşitsizlikler iyileştirilmeden kapitalist sistemin yeni bir birikim döngüsüne doğru evrilmesi mümkün görünmüyor. Ekonomik kriz basitçe bir birikim krizi olmanın ötesinde bir varoluş krizine dönüşüyor. Buna karşılık mevcut siyasi yapılar krize çözüm üretmede yetersiz kalıyor. Ulus-devlet içeride ulusu bir arada tutmakta, dışarıdan gelen göçmen dalgalarıyla başa çıkmakta ve çoklu talepleri uzlaştırmakta yetersiz kalıyor. Demokrasi mevcut seçim sistemleri, parlamenter model ve temsili yapısıyla krizden etkilenen kitlelerin taleplerine ses olmuyor. Türkiye’de böyle olmasa da dünyada seçimlere katılım giderek azalıyor. Parti, lider, dava, ideoloji çerçevesinde örgütlenen siyasi yapı değişen toplumsal beklentileri karşılamak için sürekli biçim değiştiriyor, benzerlerin koalisyonları yerini farklıların ittifaklarına bırakıyor, yirmi birinci yüzyılın karizmatik liderleri içerikten çok söyleme, kişilikten çok imaja odaklanıyor, siyasal iletişim bir şova dönüşüyor. Belki de en önemlisi eski sistemin ideolojik pozisyonları ve bu ideolojilerden kaynaklanan politika alanları giderek akışkan bir hal alıyor ve seçmenin bu ortamda kendini konumlandırması giderek zorlaşıyor. Sağın, solun ve hatta üçüncü yolun ötesinde siyaset farklı örgütsel düzlemlerde yeni nesil iletişim ve örgütsel modelleri hayata geçirerek yaratıcı yıkım sürecine doğru ilerliyor. Değişime direnmek kısa vadede kazanım gibi görünse de uzun vadede yalnızca zaman kaybına neden oluyor.
Hint yazar Arundhati Roy, Çekirgeleri Dinlemek: Demokrasi Üzerine Saha Notları kitabında demokrasiyi bir ideal ya da soyut bir siyasi model olarak değerlendirmek yerine içinde bulunduğumuz, işleyen demokrasilere bakar ve demokrasinin yetersizliğini sorguya açar; bunu yaparken de çok temel bir soruyla başlar: Demokrasiden sonra hayat var mı? Bu soruyu cevaplarken özellikle temsili demokrasinin krizine, fazla temsil ancak az demokrasi içermesine dikkat çeker. Gözlemleri büyük oranda Hindistan’ın küresel ekonomiye eklemlenmesine, gerek kast gerekse sınıflı toplum yapısına bağlı olarak derin eşitsizlikler içermesine ve siyasi otoritenin dışlayıcı, ayrımcı ve kutuplaştırıcı pratiklerine eğilse de Türkiye deneyimlerinin çok uzağına düşmez, bizler için de kolaylıkla bağ kurabileceğimiz unsurlar barındırır. Terörle mücadelenin siyasal bir propaganda aracına dönüşmesinden azınlıklara yönelik ayrımcılığa, küresel sermayenin nüfuzundan milyonlarca köylünün yoksullaşmasına, kentsel dönüşüm sonucu yerinden edilen yoksullardan eşitsizliğe maruz kalan kadınlara kadar birçok toplumsal sorun gelişmekte olan ülkeleri sorunlarında ortaklaştırır. Bu ülkelerin birçoğu da demokrasi ve faşizm arasında sıkışıp kalır. Bu yüzden Arundhati Roy, demokrasiyi yeniden kurmak isteyenlere önemli bir uyarıda bulunur: “Demokrasiyi geri kazanmak istediğini söyleyenlerimizin kendi işleyiş yöntemlerimizde eşitlikçi ve demokratik olduğundan emin olmalıyız. Mücadelemiz idealist bir mücadele olacaksa, birbirimize, kadınlara, çocuklara uyguladığımız içsel adaletsizliklere gerçekten uyarıda bulunamayız.” Bunu söylerken de demokrasinin sadece bir ideal olmadığının, aynı zamanda bir eylem biçimi olduğunun da altını çizer. Şimdi biz de bu siyasi çerçevenin ötesinde bir demokrasi anlayışını kendimizden başlayarak inşa etmenin arifesindeyiz. Bordo perdenin arkasında kendi kaderimizi tayin etmek için yalnızca kendimizleyiz.