Değişim olgusunun derinlerinde: Psikanalitik Denemeler

Talat Parman, Yapı Kredi Yayınları'nca yayımlanan 'Psikanalitik Denemeler'de, psikanalizin temel kavramları ve konuları üzerine eğilirken yer yer Türkçe argo ve deyimlerle ironik bir dil kullanıyor.

Google Haberlere Abone ol

Müge Gülmez

Talat Parman’ın 2001-2004 arasında yapmış olduğu konuşmaların ve yazdığı denemelerin bir derlemesi olan, ilk baskısı 2004’te yayımlanan 'Psikanalitik Denemeler' adlı kitabı Temmuz 2021’de Yapı Kredi Yayınları tarafından yeniden yayımlandı. İçerisinde on beş denemenin yer aldığı kitap, psikanalitik kuram ve uygulama içerisinde Parman’ın uzmanlık alanları olan ergenlik, aile ve anne-babalıkla ilgili konuları, sanatsal ilgi alanları olan mimari, sinema ve güzel sanatlardan faydalanarak anlamlı bir bütün oluşturacak şekilde harmanlıyor.

İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra psikiyatri uzmanlığını Paris René Descartes Üniversitesi’nden alan, Türkiye’de psikanalizin öncülerinden kabul edilen Parman 1994 yılında Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul Üniversitesi Çocuk Sağlığı Enstitüsü'nde ergen psikiyatrisi alanında çalıştı. Sonradan dernekleşen İstanbul Psikanaliz Grubu’nun kurucularından. Ayrıca, Paris Psikanaliz Kurumu (Société Psychanalytique de Paris) ve Uluslararası Psikanaliz Derneği (International Psychoanalytic Association) üyeleri arasında da yer aldı. İstanbul Psikanaliz Derneği’nin 2000’den beri yayımlamakta olduğu Psikanaliz Yazıları Dergisi, çeviri metinler ve Türkiyeli psikanalistlerin özgün yazılarıyla ülkemizde psikanalizin gelişimine önemli bir katkı sağlamakta.

Parman, 'Psikanalitik Denemeler'de, psikanalizin temel kavramları ve konuları üzerine eğilirken yer yer Türkçe argo ve deyimlerle ironik bir dil kullanmakta. İçerikte, sinema, resim, şiir ve edebiyat psikanalizle harmanlanırken psikanalizin temel konuları okur için anlaşılır kılınıyor. İkinci baskı için yazdığı önsözde Parman, kendi değişimini ve içinde bulunduğu ruh haletini de okurla paylaşmaktan çekinmiyor. Tekinsiz bir duygu hissediyor yazar ve bu duygunun Freud’un kullandığı "tekinsizlik" kavramı ile aynı olduğunu söylüyor. Yani "tanıdık olup da tedirginlik uyandıran" bir duygu. Parman, bu tedirginliği kendi benliğindeki değişime vurgu yaparak açıklıyor ve tedirginlik yaratan asıl şeyin değişimin içerisindeki yitikler ve bu yitiklerin oluşturduğu hüzünden kaynaklandığını açımlıyor: Değişimin kaçınılmaz sonucu yitikler; ayrılıklar, kopmalar, uzaklaşmalar, ölümler… Oscar Wilde’a atıfla “Sizi tanıyamıyorum, çünkü ben çok değiştim” diyor belki de bizlere. (s.8) Ona göre, değişim sadece yitiklerden oluşmuyor, yitip gidenlerin yeri yeni buluş ve buluşmalarla kaplanıyor. Dolayısıyla yitirilenler ve yeni bulunanlar bir arada ilerliyor bu süreçte. Parman’ın ifade ettiği gibi, psikanalize başlayan bir kimse değişimden korkar çünkü esasında oluşturmuş olduğu “nevrotik denge”yi kaybetmek istemez. Ancak aynı zamanda, içinde bulunduğu ruhsal durumdan kurtulmak isteyerek psikanalize başlar. Böylece kişi, “yineleme zorlantısı”ndan çıkabilme ihtimalini doğurur. Nihayetinde değişimin olumlu olarak nitelendirmesinin sebebini kişinin bu yineleme zorlantısından kurtulması ve yeni ilişkiler, yeni ilgiler, yeni tepkiler geliştirmesi olarak açıklar. Dolayısıyla Parman’a göre değişim iyidir çünkü “yineleme ve yenileme birbirinin tersidir.” (s.9)

Psikanalitik Denemeler, Talat Parman, 164 syf., Yapı Kredi Yayınları, 2021.

Parman’ın önsözde değişime bu denli vurgu yapmış olması hızla değişen dünya dinamikleri göz önünde bulundurulduğunda tesadüf olmasa gerek. Denemelerde tarihsel bir bütünlük içerisinde psikanalizin değişimi nasıl açıkladığını okuyoruz aslında: Bir çocuk doğuyor önce, tabii bir anne bir de baba doğuyor beraberinde. Çocuğun yaşı ailenin yaşı oluyor. Dünyaya gelişinin ilk yıllarında fiziksel olarak anneye bağımlı olan çocuk sonraki yıllarda ilişkilenme biçimini değiştirerek “ayrılma-özerkleşme” dönemine giriyor. Ergenlik, Oidipal dönemdeki baba figürü ile Oidipal dönem öncesi baba figüründen vazgeçerek erişkin benliğin oluşumuna hizmet ediyor. İlk yıllarda kendi cinsiyetini fark eden erkek çocuk, ergenliğin sonlarına doğru toplumsal cinsiyetini de oluşturuyor. (s.36) Oidipus karmaşasının toplumsal yasaları oluşturmasıyla, babalık kurumunun oluşumuna bağlı olarak kültürler ve uygarlıklar ortaya çıkıyor, gelişiyor. Yazar, Lacancı bir noktadan yasayı oluşturan ve aktaran olarak babalığın işlevinin sahneye çıktığını aktarıyor. (s.45) Anne-babanın adını söylüyor ve nihayetinde çocuk dilde, toplumsal düzende ve kültürde bir yer buluyor kendine. (s.50)

Sonra, ev ve mekânın aile için önemini anlatıyor Parman. Uzam ve zamanın insan ruhuna ve insan ruhunun uzam ve zamana etkisi gözler önüne seriliyor. “İnsanın uzamla ilişki kurduğu en önemli mekanlardan biri” olarak tanımladığı mimarinin de aile olgusunun tarihsel gelişimi ve dönüşümüyle nasıl da geniş avlulu evlerden, sadece iki kuşağı bir arada tutabilen daha küçük apartman dairelerine sığdığımıza değiniyor. “Şeyler, nesneler, bedenler zaman olmadan olabilirler mi?” diye sorarak hareketin koşulunun uzam ve zaman olduğunu söylerken bunların sanattaki iz düşümlerinin toplumlarla başat etkileşiminin yüzyıllardır devam etmekte olduğunu, birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğunu ifade ediyor.

“Bütün sorun zamanlamadır, yaşamın başından beri bu böyledir. Döllenme zamanını birkaç günle kaçıran milyonlarca spermin hazin sonunu düşünelim. Hepimiz iyi veya kötü ama bir zamanlama ürünüyüz. Ve elbette bir uzamın da ürünüyüz. Yani mekânın, kozanın, rahmin.” (s.85).

Kitap ilerledikçe ergenlikle zaman arasındaki ilişkiyi çözümlüyor ve günümüz toplumunun zamanla olan ilişkisindeki dönüşüme vurgu yapıyor. Mesafelerin ışık yılıyla hesaplanması ve insanın da artık bir “yaşam beklentisi” ile var olması uzamın zamansallaştığına işaret ediyor. Fazla zaman üretimi ve zamanın saklanması, teknolojinin gelişimi ile bir açıdan mümkün hale geliyor günümüzde. Ergenlikte baş göstermeye başlayan kısıtlı zaman algısı ve gelecek takıntısını/kaygısını anlatırken Moscovici’den alıntı yapıyor Parman:

“Bir bağımlının yaşadığı yoksunluk sendromu içindeyiz sanki. Bağımlı olduğumuz madde gelecek mi?” (s.87)

Nitekim, ailenin psikanalizini de tartışıyor ve literatüre göre bir çiftin ne zaman çift olmaya başladığına, aile kavramının nasıl tanımlandığına, ortak ailesel bilinçdışına değiniyor. Daha sonraları eleştirilecek olsa bile “aile nevrozu” denen bir olgunun varlığından, yani anne-babadan biri veya ikisi tedavi edildiğinde çocukta da iyileşme görüldüğünden bahsediyor. Literatürde görece az işlenmiş bir konu olarak bahsettiği kardeşlikten söz ederken kardeşliği öncelikle başkalığın tanınması ve farklılaşma süreci olarak ele alıyor ve kardeş dayanışması ile üst kuşağın otoritesine gelinen karşıtlığa da değiniyor.

Ölüm temasına gelirsek, çoğunlukla kişide melankoli ve öfke doğurmakta. Levinas’a atıfla “ölüm bir proje yapmanın olanaksızlığıdır” diyor Parman. (s.126) Yani gelecek, “öteki”nin olmaması üzerine. Ölümün “Bir kişi yitiyor, dünya boşalıyor” sözüyle idealizasyonun kopması şeklinde; aşkın ise “bir kişi bulunuyor dünya doluyor” sözüyle nesne ışığının benliği aydınlatması şeklinde karşılandığı belirtilmekte. (s.138) Bir bütün olarak okunduğunda, doğumdan ölüme bir değişim serüvenini anlatıyor kitap. Değişim durmuyor ve psikanaliz durmaksızın devam eden bu değişimi açıklayan bilimler arasında önemli bir yere sahip. Değişim korkutuyor, tekinsiz bir duygu hissettiriyor. Bilhassa günümüzde. Psikanalizin gözler önüne serdiği değişimin sürekliliği ve hatta gerekliliği gerçeğini bu denemeler sayesinde kavramak bu kaygıyı biraz olsun azaltıyor. Özetle, yazarın ifade ettiği üzere değişim kişide “(…) yinelemenin tanrısı Thanatos yerine, yenilemenin tanrısı Eros’un etkisine girme eğilimi gösterdiğini kanıtlar” ve bu iyidir çünkü “yineleme ve yenileme birbirinin tersidir” (s.9) denilebilir.