Demet Cengiz: İnsanı insandan nasıl koruyacağız?

Demet Cengiz'in ilk romanı 'Adımı Deniz Koydular', İnkılâp Kitabevi tarafından yayımlandı. Cengiz’le romanını ve günümüz Türkiye’sini konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Daha önce yayınladığı kitapları ve gazeteci kimliğiyle tanınan Demet Cengiz, ilk romanı 'Adımı Deniz Koydular'ı okurla buluşturdu. İnkılâp Kitabevi tarafından yayımlanan roman, biri Doğu'dan (bir kardelen olan Deniz Yıldız), diğeri Batı'dan (James Rowe) iki hırpalanmış çocuk öyküsünü gerçek hikâyelerden esinlenerek anlatıyor.

Son zamanlarda kadına yönelik şiddet, aile içi şiddet, çocuk istismarı, ensest gibi konuları sıkça konuşur olduk. Demet Cengiz, tüm bu konuları gerçek bir hayat hikâyesinden yola çıkarak kaleme alıyor. 'Adımı Deniz Koydular', Deniz Yıldız’ın yoksul bir mahallede dünyaya gelmesi ve sevgisiz bir aile içinde büyümesiyle başlayan derin yaralara istismar da eklenince erken büyümek zorunda kalan bir çocuğa dönüşüyor.

Aile içi sevgisizliğin sonuçlarına dikkat çeken 'Adımı Deniz Koydular', geri planda Türkiye’den ve dünyadan dönemin önemli olaylarına da yer veriyor. Türkan Saylan, Fazıl Say, Deniz Gezmiş, Bedri Baykam, Hrant Dink, Ali İsmail Korkmaz ve Berkin Elvan gibi gerçek kişilere ve olaylara değinen romanda kadına karşı şiddeti incelerken, “Çok acı var, dayanamıyorum” yazılı bir not bırakıp intihar eden akademisyen Dicle Koğacıoğlu gibi kişiler de saygıyla anılıyor.

“Tecavüzcüsüyle evlendirilen bir kadın nasıl bir hayat sürer bir fikirleri var mı? Böyle bir kadın nasıl bir anne olur, fikirleri var mı? Dişi kuş yuvayı kurarmış! Yaralı kuşlardan bir de yuva kurması bekleniyor!" diyen Demet Cengiz’le romanını ve günümüz Türkiye’sini konuştuk.

İlk romanınız ve bu romana da çarpıcı bir hikâyeyle başlamışsınız. Sizi bu hikâyeye götüren neydi?

Beni bu hikâyeye götüren boynuma dolanan kuşlardı. Çocukluğumdan beri yazıya meftunum. Yıllarca haberler, gazete yazıları, köşe yazıları, kitaplar yazdım. Ancak hiçbiri roman değildi. Aslında bu benim yaşam amacım. Yani roman yazmak… Gerçek hikâyelerden esinlenip kurgulamak… Sanırım buna cesaretim yoktu. Romancılığın kenarında dolaşıp durdum, kalbimde taşıdığım hikayeleri evirdim çevirdim ve bir gün oturup yazmayı hayal ettim. Fakat bundan beş yıl önce bir şey oldu. Ben tesadüf ettim. Kime? Deniz’e. Doğrusu hikâye bana geldi, galiba.

'KARAKTERLERLE ARAMA MESAFE KOYAMAMAMIN BUNALIMINI YAŞADIM'

Kendinizle nasıl baş ettiniz? (Ağır bir hikâye en nihayetinde.)

Kendimle baş edemedim. Çok ağır bir hikâyeydi, dediğin gibi. Yazarken hem Deniz hem de James ile arama mesafe koyamadım. Karakterlerle arama mesafe koyamamanın bunalımını yaşadım. Bu romanın ilk bölümlerini birkaç hafta içinde Kuşadası’nda yazdım. Sonra beni çok üzen bir yerine geldim. Bu Deniz’in kardeşi Kerim’le ilgili olan bölüm. Orayı yazmaya elim gitmedi. İki ay kaçtım. Sonra oturup bir gece yazdım ve günlerce Kerim’e ağladım. Kerim’in yası bittikten sonra üç ay eve kapandım. Çok sancılı oldu yazmak. Bir ara psikolog bir arkadaşıma bile danıştım. “Yazarken hırpalanıyorum, bırakmalı mıyım” dedim. Psikolog bana, okura duyguyu geçirmek açısından bunun iyi bir şey olabileceğini söyledi. Ancak bundan sonra belki biraz da kendimi koruyarak, karakterlerle arama mesafe koyarak yazmamı önerdi.

Oldukça ağır konular…

Konular ağır evet ama bizim konuşurken, yazarken ağır bulduğumuz bu konular bazı insanların gerçeği. Bu gerçeğe doğuyor bebekler. O gerçeğin içinde çocuk oluyor, ergen oluyor, kadın oluyor, erkek oluyor. Asla empati yapamayacakları konularda ne kadar çok fikri var insanların, koca koca kravatlı, takım elbiseli adamların, mecliste koltuklarda oturanların. Mesela bir çocuğun, bir kadının bedeninin işgal edilmesi ne demek gerçekten bunu bir düşündüler mi? İnsan bu dünyada hiçbir şeyin sahibi değilse, bedeninin sahibi. Rızanız dışında bedeninize müdahale ediliyor. Bedeniniz işgal ediliyor. Pek çok insanı otobüste koltuğundan kaldırıp yerine otursan kavga çıkar. Düşün, bedenin üzerindeki söz hakkını senden alıyorlar. Hele de bir de çocuksan, engelliysen… Kadınları tecavüzcüleriyle evlendirmeye kalkıyorlar. Bu zalimliği nasıl kabul edebilirler, nasıl önerirler? Tecavüzcüsüyle evlendirilen bir kadın nasıl bir hayat sürer bir fikirleri var mı? Böyle bir kadın nasıl bir anne olur, fikirleri var mı? Dişi kuş yuvayı kurarmış! Yaralı kuşlardan bir de yuva kurması bekleniyor!

Adımı Deniz Koydular, Demet Cengiz, 304 syf., İnkılap Kitabevi, 2021.

'İNSANIN OLDUĞU HER YERDE VE ZAMANDA ACI VAR'

Deniz Yıldız romanın kahramanı. Erken büyümek zorunda kalan çocuklardan…  James Rowe de farklı coğrafyalarda aynı kaderi yaşıyor.  Bu kesişim hikâyesinde dertleri ortaklaştırmak, neresi olursa olsun insan olan yerde, Doğu da Batı da aynı kaderi mi yaşıyor diyorsunuz?

İnsanın olduğu her yerde ve zamanda acı var. Coğrafya kesinlikle kader. Şiddet, sevgisizlik, ihmal, istismar, ensest hemen her yerde var. Bir bölgede biri, başka bir bölgede diğeri daha fazla olabiliyor. Hem ekonomik hem sosyal hem kültürel olarak daha geri toplumlarda daha çok şiddet gören, istismar edilen çocuklar var. Çocuk işçiler de hep gelişmemiş ülkelerde. İnsanları, insanlardan korumak gerekiyor. Bu bazen –belki de çoğu zaman- ailesi, en yakınları olabiliyor. İnsanı insandan nasıl koruyacağız? Mesele dönüp dolaşıp ‘haklara’ geliyor. İnsan hakları, kadın hakları, çocuk hakları… Haklar ne ile güvenceye alınır? Hukuk ile! Doğru dürüst, adil ve işleyen bir hukuk sistemi yoksa her konuda istismarlar artıyor. Fakat bir de hepimizin insan olmaktan gelen dertleri var. Dünyanın her yerinde ruh hastası bir annenin veya babanın zulmüyle yaralanmış çocuklar bulabiliriz. İşte tam da bu nedenle romanımı dünyadaki tüm hırpalanmış çocuklara adadım. Anneli öksüzlere, babalı yetimlere yazdım bu kitabı ben.

Kimsesiz bir çocuğu korumak daha kolay, sistem onlar için mükemmel olmasa da daha kolay çözüm üretebiliyor. Ya da şöyle diyelim, neyin eksik olduğunu bildiğimiz için onu gidermek için daha kolay çözüm üretebiliriz. Kendi ailesinden zulüm gören, ilgi görmeyen, ebeveynlerinin hırpaladığı çocukları fark etmek daha güç. Çünkü başlarında bir anne-baba var. Bir çocuğu evinin içinde ailesinden korumak daha güç. Çocuklukta alınmış yaralar bizim bütün kaderimizi çiziyor. Bazen ünlü olmuş, zengin olmuş, başarılı olmuş, tüm dünyanın dikkatini çekmiş insanları anne-baba sevgisinin yoksunluğuna ağlarken görüyoruz. Çocuklukta açılan yaralar kolay kapanmıyor maalesef.

Türkiye’de son yıllarda o kadar çok şeye tanık oluyoruz ki. Romanda da sözünü ettiğiniz, aile içi şiddet, istismar ve en önemlisi sevgisizlik… Bu sarmal içinde can yakıcı sorunları Deniz Yıldız üzerinden anlatıyorsunuz. Peki, Deniz kim?

Deniz bir Kardelen. ÇYDD’nin bursuyla hayatı değişmiş bir kadın. Onunla ilginç bir tesadüfle tanıştım. Bunu anlatmak istemiyorum. Bana önce annesinin başına gelenleri anlattı. İnsan içini tek seferde dökemiyor galiba. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra ise kendi öyküsünü… Tabii bu bir kurgu roman. Bir insanın hayatını alıp baştan sona yazmadım ama hücrenin çekirdeği gerçek bir öykü, geri kalan her şeyi etrafına ben kurguladım. Önce yazmama izin verildi. Başta adını değiştirmemi istedi ama adının hikâyesi öyle güzeldi ki. Bunun için ısrarcı oldum. İki yıl ön hazırlıklarını yaptım. Okudum. Öykünün geçeceği semti seçtim. Aslında Ankara’da geçen bir hikâyeydi. Öyküyü alıp İstanbul’a taşıdım. Bu o dönemi inceleyip, araştırmalarımı yapmamı kolaylaştırdı. Fakat Deniz, sadece kendisini temsil etmiyor. Büyük bir yoksulluk içinde, sevgisiz bir ailede doğmuş, büyümüş, kendini var etmek zorunda kalmış tüm kadınları temsil ediyor.

1970’lerden itibaren Türkiye değişip dönüştü. 80 darbesiyle birlikte yeni bir Türkiye olma yolunda ilerledi. Yoksulluk, işsizlik, kentlerin değişip dönüşmesi vs. Deniz, Seyrantepe’de yoksul bir mahallede dünyaya geliyor. Onca yoksulluğun içinde kendini var eden de esasında, ne dersiniz?

Bu bir varoluş öyküsü zaten. Hayata kimileri ağzında gümüş kaşıkla doğuyor, kimileri ise hayata sıfırdan bile başlamıyor, negatifte… 

'DOĞDUĞU EVDE SEVGİ ALAMAYAN İNSANLARIN DUYGUSAL YOKSUNLUĞU GEÇMİYOR'

James de sevgisiz bir ailede yetişiyor. Bu sevgisizliğin günümüzde yarattığı tahribata nereye gidiyor?

Bütün kötülüğün kaynağı sevgisizlik. Doğduğu evde sevgi alamayan insanların duygusal yoksunluğu geçmiyor. Deniz’in duygusal yoksunluğu onu sevgiyi hiç talep etmeyen birine dönüştürmüş. James’i ise bir süre tuttuğu her şeye bağlanmaya, daha sonra ise sevgi olduğunu sandığı her şeyi talep etmeye. Romandaki diğer bazı karakterler de sevgi yoksunluğunu farklı semptomlarla gösteriyor. Birinde yeme ve seks aşırılığı var, diğerinde öfke ve nefret… 

Peki, Deniz ve James’e baktığımızda Deniz daha güçlü diyebiliyor muyuz?

Bence her ikisi de savaşçı. İkisi de uysal savaşçılar. Verdikleri savaşın farkında bile olmayan savaşçılar. Fakat ikisi de kırılgan bir taraftan. Deniz’in adaptasyon yeteneği yüksek, James’in ise şansı. Zorlu hayatları karakterlerden birine hayata çıpa atmayı öğretiyor, diğerine bir balona tutunup uçmayı…  

Roman, Türkiye’nin siyasi atmosferini de okura sunuyor. Ve dediğiniz gibi, “boynumuza asılmış kaderlerimiz sorgulanıyor”.  Deniz kaderine boyun eğmiyor. Yoksulluk ve istismara karşı kendini gerçekleştirmek için mahalleden çıkmayı da başarıyor. Kendini keşfetme yolculuğu bunca acı ve yaralarla gerçekleşir mi?

Mahalleden çıkması Deniz’in boynuna asılan kuş. Kaderi! Bunun kararını o vermiyor ama gereklerini yerine getiriyor.

'TÜRKİYE'DE KÖTÜLÜK POMPALANIYOR'

Türkiye’de cinsel istismara çok fazla tanık oluyoruz. Kadın cinayetleri ve şiddete baktığımızda, sevgisizliğin ortaya çıkardığı kavram. Ama kültürel olarak bakıldığında da sosyolojik ve psikolojik pek çok neden sayıyoruz. “Bir bebekten katil yetiştiren sistem”i mi sorgulamalıyız?  Bu nefret, kin tohumlarının yerine sevgi tohumunu nasıl ekmeliyiz?

Romanda bir cümle kurmuştum: “Ulan annen sevmemiş seni bundan daha büyük bir puştluk olabilir mi dünyada?” Sevgisizlik bütün kötülüklerin kaynağıdır. Birey, aile, toplum… Hepsi birbirini etkiliyor. Sadece sistemi değil bence kültürü, gelenekleri, her şeyi sorgulamalıyız. İyilik ve kötülük kavramı üzerine çok düşündüm. Bazıları doğuştan iyi, bazıları doğuştan kötü. Fakat içinde yaşadığımız toplum değerleri ve dinamikleriyle bize nasıl bir iyilik ve kötülük alanı açıyor? Hiç siyasi bir örneğe gerek yok, trafikte yolunuzu gasp eden magandaya bakmak yeterli. Fakat her şey bir bütün. Maalesef Türkiye’de kötülük pompalanıyor. Herkes işgal ettiğinin ağası oluyor. Araziler, maaşlar, izinler, bedenler, her şey işgal ediliyor. Teşvik edilerek yaygınlaştırılan değer bu oldu: İşgalcilik. Bir toplumda en zoru yüksek değerler inşa etmektir. Fakat bunun ilk adımı hukuk ile atılır. Önce hukuk, sonra ahlak, sonra nezaket. Milyarlarca vergi borcunun silindiği bir ülkede sağdan yürümeyip nizamı bozuyor diye kaldırımdaki adamı kızıyoruz. Görgü adaletten sonra gelir.

1970’lerin Seyrantepe’si bugün çehresini başka bir kente büründürdü. Değişen kentlerle birlikte insanlar da değişti, dönüştü. Mahalle kavramından uzaklaştık. Daha bireyci bir yaklaşımımız var. Gökdelenler, AVM’ler, rezidanslar derken insan anılarından ve çocukluğundan koptu. Tabii romanda Deniz belki de çocukluğuna bile dönmek istemeyecektir ama hep oralarda dolanıyor. Peki, bir yazar olarak değişen kent kültürünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben çocukken İstanbul’da sokakta oynardık. Denk gelirsek yaşlıların veya komşuların çantalarını taşırdık. Boğaz’a inerdik. Gülhane’ye gidip hayvanat bahçesini gezmek, Sultanahmet Köftecisi’nde köfte, üstüne irmik helvası yemek gibi ritüeller vardı. Mahallede herkes birbirini tanırdı ve güvenirdi. Beton sevdası mahalle ve komşuluk kültürünü bozdu. İstanbul başta tüm Türkiye’de o korkunç betonarme binalar sardı her yanı. Herkes şahit olduğu dönemdeki rezaletleri konuşuyor, haklılar da ama Nişantaşı’nın, Beşiktaş’ın, Bağdat Caddesi’nin o güzelim köşkleri yıkıp yerine beton binalar dikenler kimlerdi, bunu da hatırlamalıyız. Ne yazık ki değer yaratarak zenginleşme görgümüz yok. O korkunç beton apartmanlarda sonra dev binalar, rezidanslar, cam kafesler yükseldi ve şehrin ırzına geçildi. Boğaz’ın silüetini bozan herkesle derdim var benim. Gidip az ötede o tepelerin gerisinde dikselerdi gökdelenleri. İsmi bile bir acayip: Gökdelen!