Demirtaş davası ve AİHM kararı

AİHM kararını salt Demirtaş yönünden okuyarak çıkarsamalar yapmak, eksik olduğu kadar sonuçları ağır olan bir yaklaşım olacaktır. Bu karar, özü itibariyle iktidara muhalif ya da iktidar tarafından ötekileştirilen tüm kesimler yönünden artık geçerli bir hukukun kalmadığının teyididir.

Google Haberlere Abone ol

Hasan Hayri Ateş*

Recep Tayyip Erdoğan devlet gücü yanında, kontrol ettiği medyayı da seferber ederek, son birkaç yıldır kesintisiz bir söylemle bir “hakikat” üretmek için çabalamaktadır. Böylelikle Kürtler başta olmak üzere, Türkiye toplumunu, Selahattin Demirtaş’ın terörist olduğuna inandırmak için yoğun bir kampanya yürütmektedir.

Primo Levi "Her durumda, kazanan taraf gerçeğin de efendisidir. Gerçeği istediği gibi yönlendirebilir,” diyor. Neyse ki, Erdoğan HDP ve Demirtaş meselesinde henüz kazanan taraf değildir. Bunda, çok yönlü ağır bir kuşatmaya alınmasına rağmen, Kürt Hareketi’nin gücünü koruması belirleyici önemdedir. Dolayısıyla iktidar bloku bu realite karşısında, gerçeği eğip bükerek toplumun önemli bir kesimini inandırmakta istediği gibi etkili olamıyor. HDP’nin kapatılarak hepten siyaset dışı bırakılmak istenmesinin asıl nedeni de budur.

Erdoğan, söyledikleriyle toplumu ikna etmek için propaganda makinesini tam gaz çalıştırırken, ileri sürdüğü argümanlara karşı en büyük darbe AİHM’den geldi.

 

GEÇERLİ BİR HUKUKUN KALMADIĞININ TESCİLİ

Bilindiği üzere Amerika’da 1920’de başlayan ve bir utanç örneği olarak tarihe geçmiş olan Nicola Sacco ile Bartolomeo Vanzetti dâvası, meşhurdur. Albert Kahn’ın Türkçeye “Büyük İhanet” adıyla çevrilen eserinde aktardığına göre davanın yargıçlarından Thayer, jüriye dönerek şöyle der: “Bu adamlar itham edildiği suçları işlememiş olsalar bile, ahlâkça suçludurlar, çünkü bizim kurulu düzenimizin düşmanıdırlar.”

Anlaşıldığı üzere Sacco ve Vanzetti’nin suçlu olması gerekmiyordu. İdam gibi en ağır yaptırımla cezalandırılmaları için müesses nizamın düşmanı olarak görülmeleri yetiyordu.

Erdoğan ve başında bulunduğu iktidar bloku da, Demirtaş davasını beka meselesine dönüştürmüş durumda. Yüz yıl sonra günümüz Türkiye’sinde rehin alınan tüm Kürt siyasetçilerin davaları da Sacco ve Vanzetti davası ile aynı mantıkla, aynı minvalde yürütülmektedir. Yine Osman Kavala, Can Dündar, Ahmet Altan ve pek çok kişi de aynı mantıkla cezalandırılmaktadır. Cezalandırılanlar yönünden maddi kanıtlarıyla ortaya konulmuş bir suçun varlığı hiç de önemli değil. Ne de olsa maddi kanıtlardan hareketle hukuki anlamda bir yargılamadan ziyade, mahkemelerin işlevi, buyurulanı yerine getirmekten ibarettir.

Bu nedenle AİHM’in Demirtaş kararı, Türkiye’de şeklî de olsa rejim muhalifleri bakımından hukukun esamesinin kalmadığının ve politik davalarda yargı organlarının aslî görevinden azledilerek buyrukları yerine getirmekle yükümlendirildiğinin tescilidir.

 

DÖNEMİN SEMBOLÜ DEMİRTAŞ

Dönemin sembolü haline gelen Demirtaş şahsında Kürt siyaseti ve Kürt toplumunun siyasi iradesi cezalandırılıyor. Demirtaş’ın salt bir birey olarak değerlendirilemeyeceği çok açık. Onun AİHM kararıyla da tescillenen siyasi rehineliği, Kürtlerin siyasi iradesinin kapatıldığı çelikten bir kafes işlevi görmektedir. Bu kafesin parçalanması, Demirtaş’ın özgürlüğüne kavuşması ile mümkündür.

Hal böyleyken AİHM kararına halen etkili şekilde bir ses verilmiş değil. Aradan geçen zamana rağmen kararın takibi konusunda özellikle HDP cephesinde nasıl bir strateji izleneceği henüz belirginlik kazanmamıştır. Oysa bu kararın uluslararası ilişkilerde kirli pazarlıklara feda edilmeden ve belirsiz bir zamana ertelenmeden hayata geçirilmesini sağlama görevi öncelikle HDP’nindir.

 

KARANLIKTAN ÇIKMANIN SIRRI GENİŞ BİR ORTAKLAŞMADIR

Diğer yandan iktidarın sınır tanımaz keyfiliğinden muzdarip tüm kesimler açısından bu karar, bir turnusol kâğıdı işlevi görmektedir. Gazete Duvar'da yazan Azmi Karaveli’nin deyimiyle yapılması gereken, “Kayıtsız şartsız, asgari müştereklerde buluşacak şekilde yeni bir toplumsal muhalefet sözleşmesinin yapılandırılacağı, herkesin sadece kendi mahallesine değil, komşu mahallelere de sahip çıkacağı genişletilmiş bir demokrasi mücadelesinin hayata geçirilmesidir.” Bu adımları atmada AİHM kararı bir vesile olabilir.

Dolayısıyla, AİHM kararını salt Demirtaş yönünden okuyarak çıkarsamalar yapmak, eksik olduğu kadar sonuçları ağır olan bir yaklaşım olacaktır. Bu karar, özü itibariyle iktidara muhalif ya da iktidar tarafından ötekileştirilen tüm kesimler yönünden artık geçerli bir hukukun kalmadığının teyididir. Ülkeyi bu duruma sürükleyen yönetim anlayışının mahkûm edilmesidir. Meseleye salt Kürt Siyasi Hareketi’nin en önemli siyasi aktörü olan Selahattin Demirtaş üzerinden bakarak, AİHM kararı karşısında tavırsız kalmak, mahkûm edilen baskıcı, otoriter ve tekçi yönetim anlayışını sineye çekmek kadar, ona meşruiyet kazandırmaktır.

Elbette ki, kararın hayat bulması Demirtaş’ın özgürlüğüyle mümkündür. Böyle bir gelişme, Türkiye toplumunun esaretten ve demokrasisizlikten çıkışının da soluk borusu olacaktır.

Bugüne kadar toplumda da karşılık bulan, “Kürde yar olmasın da, isterse dünya bana dar olsun” hâkim anlayışı, ülkedeki demokrasisizliğin en önemli dayanağı oldu. Yaşanan onca deneyimden sonra artık çok iyi bilinmeli ki, Kürtler karanlıkta tutulmaya zorlandıkça, toplumun çok geniş kesimleri bir kıvılcım kabilinde olsun ışığa erişemeyecektir. Yine demokrasi mücadelesinin lokomotifi olan Kürt Hareketi ezildiğinde, diğer kesimlerin faşizan saldırganlık karşısında bir direnç sergileyemeyeceği de bilinmek durumunda.

Emile Zola, Dreyfus davasına karşı yayınladığı “Suçluyorum!” söylevinde, “Benim tek bir tutkum var, öylesine çok acı çekmiş ve mutluluğu hak etmiş olan insanlık adına, ışık tutkusu. Ateşli karşı çıkışım ruhumun çığlığından başka bir şey değil,” diye haykırıyordu.

Evet, onca acı çekmiş ve çekmeye devam eden halklarımıza karşı ahlaki ve vicdani sorumluluk, karanlıktan ışığa çıkmak için zaman yitirmeden geniş bir ortaklaşma zemini yaratabilmektir. AİHM kararı, bu ortaklaşma için uygun bir zemindir.

*Eski BDP MYK Üyesi