Demokrasi krizini aşmak – ön seçim ne işe yarar?
Türkiye gibi güçlü otoriter bir yönetimin olduğu bir ülkede onunla baş edebilmek güçlü bir halk desteği ile mümkün olabilir. Bu desteğin organize olmasında da ön seçimler önemli işlev yüklenebilir.
Türkiye uzun süredir bir demokrasi krizi içerisinde ve kriz gün geçtikçe derinleşiyor. Belediyelere kayyum uygulamaları, yargının siyasete darbe amacıyla kullanılması, tutuklanan gazeteciler, hapisteki siyasetçiler, uygulanmayan AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararları, ülkedeki baskı ortamı… Bu durum 2017 referandumundan sonra Türkiye’de demokrasinin aslında bir bitkisel hayat ortamına taşındığını bize gösteriyor. Türkiye’de demokrasiyi bitkisel hayattan çıkarmak ve tekrar canlandırmak için bugüne kadar ciddi girişim ve çabalar oldu ama iktidar değişimi gerçekleşmediği için bu çabalar başarıya ulaşmadı.
Tecrübelerle öğrendik ki demokrasi sadece seçimlerin gerçekleştirilmesi ya da yürürlükte bir anayasanın bulunmasından ibaret değil. Demokrasiyi var eden temel hak ve hürriyetlerin kullanılabilmesi, vatandaşın siyasete katılımının önünde engeller bulunmaması ve demokrasinin bir yandan da ekonomik sonuçlar yaratması. Yani vatandaşların kendi maddi yaşam koşullarında olumlu bir gelişmeyi izleyebilmesi ve eşitliğin yaygınlaşması. Türkiye hemen her alanda bu gerekliliklerden uzaklaşıyor.
Bu yazıda hem bu demokrasi sorununun kapsamını ve Türkiye için ağırlığını ele almak hem de Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik tartışmalar ve başta ön seçim hususunun demokrasinin bitkisel hayatta bulunduğu ortamı aşma konusunda yüklenebileceği işlevi değerlendirmek istiyorum.
DEMOKRASİ VE DEMOKRASİ KRİZİ
Unutmamak gerekir ki demokrasi sadece bir yönetim konusu değil. Devlet kurumları ve devlet kurumlarının birbiriyle ilişkilerinin belli kurallara bağlanması demokrasiden önce de var olan işlevler. Demokratik olmayan ülkelerde de bunlarla karşılaşabilirsiniz. Başlı başına seçimlerin varlığı da demokrasinin garantisi değil. Çünkü en kanlı diktatörlüklerde bile seçimler yapılıyor. Demokrasi vatandaşların arasında bulunan ortaklıkların ve ortak iyinin gözetilmesini gerektiriyor. Bunun yanında demokrasi deyince sadece gücün bir seçkin grubun ya da tek bir kişinin de elinde toplanmamasını mümkün kılan hukuk mekanizmalarını değil vatandaşlar arasında güçlü bağların olduğu bir rejimi anlıyoruz. Sonuçta demokrasi bu ahlaki ve cumhuriyetçi özü nedeniyle erdemli bir rejim niteliği taşıyor. Bu çerçevede kimse topluma demokrasi bahşetmiyor. Toplumlar demokrasi ve özgürlükler için mücadele ediyor. Yani demokrasi belirli bir tarihsel an ile tanımlı değil aksine bir tarihsel süreç içinde oluşuyor. Bir süreç olarak da yükseliş ve gerileme dönemlerini içeriyor. Bu yükseliş ve gerilemeler ise kendiliğinden gerçekleşmiyor. Toplumsal ve siyasal mücadeleler, tarihsel ve toplumsal altüst oluşlar bu gelişmeyi ilerleme ya da gerileme yönünde etkiliyor.
Demokratik ilkeleri Türkiye’de zayıflatan konuların başında iktidarın dışlayıcı bir yönetim anlayışını benimsemesi, partizanlığı ön planda tutması ve kendisine destek vermeyen toplum kesimlerini cezalandırma anlayışı yer alıyor. Bu durum hem kutuplaşmanın hem de partizanlığın tahkim edilmesiyle birlikte gerçekleşiyor. Bütün siyasal karar alma süreçleri -güvenlik konuları da dahil olmak üzere- partizanlaştırılıyor. Bu partizanlık ve kutuplaştırma iklimine bir taraftan da medya ve sosyal medyadaki iletişim ortamı, ülkedeki bilgi ortamı da eşlik ediyor.
Merkez medyanın iktidar tarafından hedef haline getirilip ortadan kaldırılması, sosyal medyanın yankı odaları toplumsal kutuplaşmayı da belirginleştiriyor. Dezenformasyonla mücadele adını taşıyan kamusal kurumların aksine dezenformasyonu gerçekleştiren birimler haline gelmesi de bu gelişmeleri hızlandırıyor.
Türkiye’nin küresel dinamiklerle örtüştüğü ve ayrıştığı bazı noktalar var. Bunlardan bir tanesi özellikle ekonomik eşitsizlikler alanında. Bütün dünyada ekonomik eşitsizliklerin yaygınlaşması demokrasinin altını oyan etmenlerin belki de en önemlisi. Türkiye’de de eşitsizliklerin yaygınlaştığı, ekonomik gücün ve servetin çok küçük bir azınlığın elinde toplandığı bir dönemi yaşıyoruz. Ancak ülkemizde buna karşılık son yıllarda ciddi bir gelişme oluyor. Sosyal harcamaların gerilediği, eğitim ve sağlık gibi alanlarda özelleştirmenin yaygınlaştığı, sosyal yardımların yeterli olmadığı bir ortamda belediyelerin toplumsal dayanışmayı ön plana koyarak eşitsizliklerle mücadele etmek adına attığı adımlar çok etkili oluyor. Bu durum bugün Türkiye’de bir tek adam rejimi kurulmasına rağmen siyasal muhalefetin yine de güçlü bir halk desteğine sahip olmasının en önemli nedenleri arasında. Zaten böyle olduğu için de iktidarın hedeflerinin başında belediyeleri çalışamaz hale getirmek, bu toplumsal dayanışmayı ortadan kaldırmak ve belediyeleri sosyal yardımları vatandaşlara ulaştıramaz hale getirme hedefi var.
DEMOKRASİ KRİZİNİN EN YAKICI SONUCU: SİYASAL KATILMA KRİZİ
Türkiye için şu tespiti yapmakta fayda var: Cumhurbaşkanlığı tartışmalarının bu kadar ön planda olması ve aday tespiti ve ön seçim gibi konuların büyük bir dikkat çekmesinin sebebi aslında Türkiye’de var olan siyasal katılım krizi. Ülkemizde siyasal katılım neredeyse sadece seçim günü sandığa gidip oy vermekle sınırlandı. Türkiye toplumsal muhalefetin çok geriletildiği, bu nedenle de siyasal katılımın oy verme dışındaki yöntemlerinin büyük bir gerileme içerisinde bulunduğu bir ülke.
Bir yandan da bu siyasal katılım krizi vatandaşlarımızın politik süreçlere, politik karar alma mekanizmalarına ve politikacılara karşı duyduğu güvensizlikle beraber gelişiyor. Milyonlarca insan aslında kendilerinin bir etkisinin olmadığını, olamayacağını, Türkiye’nin geleceği hakkında kendisinin söz sahibi olamayacağını düşünüyor ve karar alma süreçlerinden dışlandıklarını hissediyor. Seçmen araştırmalarında çok yüksek düzeyde çıkan kararsız seçmen oranı ve siyasal katılmanın sadece oy verme ile sınırlı olması bize bu durumu açıklıkla gösteriyor.
Bu kapsamda yine Türkiye’de tek tek vatandaşların siyasetten uzaklaştığı, siyasal katılım göstermediği bir ortama eşlik eden bir diğer önemli gelişme de toplumsal muhalefetin sönümlenmesi. Lokal düzeyde parça parça işçi direnişleri oluyor ama sendikaların, STK’ların, meslek kuruluşlarının ve dayanışma örgütlerinin güçlü bir toplumsal muhalefet ortaya koyduğunu söyleyemeyiz. Burada özellikle sivil toplumun kriminalize edilmesi ve Osman Kavala gibi en önemli insan hakları ve sivil toplum öncülerinin cezaevine konulması not edilmeli. Osman Kavala ile ilgili AİHM’nin kararı da bu örtülü siyasal amacı teşhis edip kayıt altına alıyor.
Böyle bir ortamda doğal olarak demokratik sisteme, siyasi partilere, siyasal kurumlara güvenin azaldığı, kişilerin ve kişisel karizma ve cazibenin ön plana çıktığı bir evrede olduğumuzu hem küresel bakımdan hem Türkiye bakımından bir realite olarak değerlendirmek ve bu koşulları değiştirmek üzere bir strateji geliştirmek gerekiyor. Sorunumuz açık: Halkı kendi kaderine el koymak ve seçimde bu gidişi tersine çevirmek için nasıl harekete geçireceğiz? Bu amacı gerçekleştirmek için ön seçim bir fırsat yaratabilir mi?
Peki Türkiye bu cendereden nasıl kurtulur? Bitkisel hayata alınmış olan demokrasi nasıl canlandırılır?
Bu noktada başta siyasi partiler olmak üzere siyasi kurumlara büyük görev düşüyor. Hem yaratıcılık hem de liderlik ihtiyacı çok açık. Bilindik mücadele yöntemleri ve alışıldık siyasi faaliyetler Türkiye’yi bu karanlıktan çıkarmak için yeterli olmadı. Altılı Masa başta olmak üzere siyasi ittifaklar kuruldu, ittifakı tanımlayan iddialı program metinleri yazıldı, bu programların çağdaş ekonomik ve sosyal görüşlere dayandırılması için çalışmalar yapıldı ama etkili bir sonuç ortaya çıkmadı. Bu durumun en önemli sebeplerinden biri demokratik katılımın göz ardı edilmesiydi. Siyasal elitler arasındaki görüşmeler toplumsal mutabakatın inşası ve siyasi mobilizasyon için yeterli görüldü. Oysa vatandaşlar siyasal süreçlere daha fazla katkı verebilirler, doğrudan halkın katılımını destekleyen bir siyaset felsefesi topluma sunulabilirdi. Bunun yanında sadece merkezi yönetimin değil yerinden yönetimin de önünün açılabileceği bir yaklaşım tarzı gündeme getirilebilirdi. Ama geçmişte bunu başaramadık. Başaramadığımız için de kaybettik. Sonuç olarak Türkiye bu karanlıktan nasıl kurtulur diye düşünürken ilk sırada demokratik katılımı güçlendirmek ve halkın daha fazla siyasete katılmasını sağlamak bir başlangıç noktası olmalı. Bir siyasal toplum inşa etmek, haklara ve sorumluluğa sahip vatandaş kavramını güçlendirmeye gerek var. Bu vatandaşlar kendilerini temsil edecek adayı neden seçmesinler? Seçimi gerçekleştirmek için neden harekete geçmesinler.
Cumhurbaşkanlığı adaylığında ön seçim tartışması en başta bu gerekliliklerin yerine getirilmesine yardımcı olacaktır. Siyasi katılımın gerilemesi sorunu ancak vatandaşların siyasete katılmasının sonuçları olacağı düşüncesine ulaşması ile aşılır. Yani seçmenlerin bir kolektif eyleme katılma ile bir sonuç elde etmeleri, bir değişikliği başarmaları görünür hale gelirse siyasi katılımın genişlemesi de mümkün olabilir. Siyaseti parti elitleri arasındaki bir oyun olmaktan çıkartacak, siyaseti toplumsallaştıracak, toplumun taleplerini siyasetin gündemine taşıyacak yöntemler ancak bu şekilde devreye sokulabilir.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bir ön seçim gerçekleştirilmesi hem bu kampanya süreçleri bakımından hem de cumhurbaşkanı adaylarının ön seçime katılacak vatandaşlarla bağ kurması bakımından ciddi avantajlar sağlayacaktır. Ayrıca bu kapsamda çok ciddi bir kitle mobilizasyonu da gerçekleşecektir. Özellikle Latin Amerika ülkeleri ve ABD’de başkan adayı tespit süreci düşünüldüğünde adayların güçlü bir halk desteğini arkalarına almaları ve milyonlarca insanın seçim ve kampanya sürecine maddi ya da beşeri katkılar sunmaları ön seçimler sayesinde mümkün olmaktadır. Yani ön seçimin en önemli işlevlerinden ve başarılarından biri yarışacak adaylara siyasi mobilizasyon yeteneğini kazandırmasıdır. Doğal olarak bu da ancak demokratik katılımın geliştirilmesi ve derinleştirilmesi yardımıyla gerçekleştirilir.
Bu noktada okurlarımızın aklına şu soru gelebilir: Türkiye gibi normal koşullardan uzak bir ülkede acaba bir partinin üyelerinin tercihi seçimleri kazanacak sonucu üretmeye yeterli midir? Bu haklı bir endişedir ve ciddiye alıp üzerine düşünmek gerekmektedir. Bu endişeyi giderebilecek işaretleri parti sosyolojisi çalışmalarında bulabiliriz. Parti sosyolojisinin eski ama en önemli kuramlarından biri kısa adıyla “May Theory” olarak bilinen parti üyelerinin nasıl davrandıklarını açıklamakta kullanılan “eğrisel farklılık kuramıdır”. Siyaset Bilimci John D. May’in adından gelen May Theory ya da tam adıyla “Special Law of Curvilinear Disparity” teorisi, yani “Eğrisel Farklılık Özel Kanunu”, partilerin belli bir tabakalaşma ile örgütlendiğini iddia eder. Bu tabakalaşma üç aşamadan oluşmaktadır. Tabakalaşmada en üstte parti elitleri yer alırken, orta kademede yerel liderler ve orta düzeyli yöneticiler bulunur. Tabakalaşmanın son aşamasında ise parti destekçi ve üyelerinden oluşan üçüncü tabaka yer alır. May kuramında her üç düzeyin tutumları farklılık gösterir. Üçüncü katmanda yer alan partinin destekçileri ikinci katmandaki orta düzeyli yöneticilere kıyasla daha ılımlıdır ve radikal görüşlerden uzaktır. Bu katmandaki üye ve destekçiler orta kademedeki yöneticilerden farklı olarak ideolojik saplantılarla hareket etmezler ve daha rasyonel tercihlerde bulunurlar. Sıradan insanların orta düzeyli ve profesyonel parti yöneticilerine kıyasla daha makul ve ideolojik aşırılıktan uzak tutumu ön seçim konusunda bize önemli bir şey söylüyor. Sonuçta ön seçimi sadece ilçe başkanı ya da delegeler gibi orta düzeyli yöneticilerin katılımıyla yapmanız durumunda ideolojik saplantılar daha ön planda olabilir. Ama bir milyondan fazla insanın katılımına açık bir şekilde yapılan bir ön seçimde doğal olarak bu daha ılımlı, daha makul, radikallikten uzak ve temel motivasyonu kazanmak olan bir tercih için ortaya çıkacaktır. Yani üyelerle yapılan ön seçimde oy kullananlar için temel öncelik genel seçimlerde Cumhurbaşkanı seçilecek adayı seçmek olacaktır.
Bir siyasi yarışta birden fazla aday ve anlaşmazlık var ise ve bu anlaşmazlığın bir oylama ile çözümlenmesi en yüksek şeffaflık ve en yüksek meşruiyet kaynağıdır. Çünkü Türkiye gibi farklı toplumsal katmanların, farklı fikir ve yaklaşımların olduğu bir ülkede tek bir adayın ön seçime girmesi düşünülmez. Birden fazla aday söz konusu olacaktır. Bu kapsamda tek bir adayın üzerinde uzlaşmanın mümkün olmadığı bir ortamda adaylar arasındaki çekişmenin bir kavgaya dönmesinin önüne geçmek için bu anlaşmazlığı bir seçimle sonuçlandırmak en makul yoldur. Demokratik karar almanın tek koşulu olmasa da en önemli koşulu anlaşmazlıkların oylama yolu ile çözülmesine dayanır.
Ön seçim bakımından bir önemli konu da meşruiyetle ilgilidir. Günümüz Türkiye’si gibi iktidarın sadece güçle tanımlandığı ve cumhurbaşkanının tüm devlet gücünü kendi uhdesinde bulundurarak ve bu gücü siyasi amaçlarla kullanarak iktidarını tahkim ettiği bir ortamda meşruiyet sorununu eleştirel bir bakışla ele almak gerekiyor. Erdoğan’ın karşısına çıkan adayın sadece kendisini ya da üyesi olduğu partiyi temsilen değil de ön seçimle belirlenmiş bir şekilde ve milyonlarca insanın katkısı ile aday olması ciddi bir meşruiyet dayanağı olacaktır. Bir adaylık sürecinde demokrasinin teşvik edilmesi, farklı siyasi rakipler arasında bir çatışma olmaması ama en önemlisi parti ile toplum arasında, parti ile aday arasında güçlü bir bağ kurulması meşruiyeti güçlendiren önemli etmenlerdir. Cumhurbaşkanlığı kampanya süreci öncesinde adayın toplumun karşısına çıkması, toplumu bilgilendirmesi, ne yapacağını, hedeflerinin ne olduğunu, nasıl bir ülke tahayyül ettiğini toplumla paylaşması güçlü bağlar kurmasını beraberinde getirecektir.
Türkiye gibi güçlü otoriter bir yönetimin olduğu bir ülkede onunla baş edebilmek, etkili bir meydan okuma ortaya koyabilmek ancak güçlü bir halk desteğini arkasına almakla mümkün olabilir. Güçlü halk desteğinin organize olmasında da ön seçimler önemli bir işlev yüklenebilir.
Ön seçime karşı itirazlar da söz konusudur. Bu itirazlar ön seçim sonucunda en iyi ve en doğru aday çıkmayabilir tezine dayanıyor. ‘İç çekişmeler olabilir’ diyerek ve bu çekişmelerden kaynaklı ön seçim yapılmaması savunulduğunda diğer yöntemlerin iç çekişmeler yaratıp yaratmayacağının da ele alınması gerekir. Sonuç olarak ön seçimi sınırları belirlenmiş bir centilmenlik anlayışı ile tahkim etmek gerekir. Ön seçime katılacak adayların daha başlangıçta belli kuralları kabul etmesi bir zorunluluktur. Yapılacak harcamaların sınırından tutun da ön seçim sonuçlarına saygı gösterileceği, ön seçim sonuçları ortaya çıktıktan sonra adayın ve partinin başarısı için aynı kararlılıkla çalışmaların yürütüleceği konusunda bir taahhüt almak gerekir. Bu centilmenlik anlaşmasının kapsamı, içeriği ve bu yarışın yönteminin nasıl olacağı üzerine bir uzlaşma bulunmalıdır.
Sonuç olarak dünya örnekleri düşünüldüğünde icracı bir cumhurbaşkanı seçilen bir ülkede hem devlet başkanlığı hem hükümet başkanlığı görevlerini uhdesinde bulunduracak bir cumhurbaşkanının halk oylaması ile seçildiği bir ülkede en etkili aday tespit yönteminin ön seçim olduğu konusunun tartışmalı bir konu olduğunu sanmıyorum. Uluslararası deneyimler bize bunu göstermektedir.
Ayrıca Türkiye’de başlangıçta ifade ettiğim demokratik gerileme koşulları ve demokratik gerilemenin ancak halkın güçlü katılımı ile aşılabileceği gerçeği ön seçimin doğru ve Türkiye’nin önünü açacak bir tercih olduğunu göstermektedir. Ama sadece ön seçimin varlığı başarı için yeterli değildir. Doğru kurallara bağlı olması ve centilmenlik anlayışının herkes tarafından kabul ediliyor olması önemli bir şarttır. Halkın harekete geçmesi için ön seçim bir son değil etkili bir başlangıç olabilir. Halk harekete geçtikten sonra da onun karşısında durabilecek bir güç yoktur.
*CHP İstanbul Milletvekili