Demokratik yollar nasıl açılacak?
Türkiye’de hemen herkes bir yandan “bu kadar şey olurken” siyasette hiçbir şeyin değişmediğine, kimsenin hesap sormadığına, kimsenin hesap vermediğine şaşırıyor. Bir yandan da hesap sormamaya ve ses çıkarmamaya devam ediyor. Bunun cesaret ya da korku gibi duygu ya da karakter özellikleri ile ilgisi olduğunu düşünmüyorum.
Bundan 8 yıl önce bugünlerde Türkiye’de temsil sorununu, doğrudan demokrasi araçlarını, park forumlarını tartışıyorduk. Siyasal katılım araçları olarak siyasal partiler ve sınıf örgütlerinin yapısının da demokratik araçların önünde engel teşkil ettiği ve toplumsal hareketlerle bağlantı kurmalarına olanak bulunmadığı tespitlerini tartışıyorduk. Gezi direnişinin öğrettiği temel mesele, temsil edilmeyenlerin mevcut temsil araçlarını aşacak zeminler arayışının; bizzat toplanma özgürlüğünün paradoksal doğasında olan egemenlik ilişkisinin demokratik olanağıydı. Başka bir ifadeyle, temsili kurumlarda var olmayan “halk” toplanarak kendini var kılabiliyordu. Milyonlarca kişinin bir yerinde parçası olduğu Gezi eylemleri, bu anlamıyla siyasal katılım açısından temsil ilişkisini bir sınıra taşıdı. Muhalefet örgütleri Gezi direnişinde ortaya çıkan pratiğin parçası olamadılar; sonrasında bu direnişin kendilerine yönelen taleplerini temsil ilişkilerini değiştirmek, siyasal katılım olanaklarını dönüştürmek, yeni örgütlenme modelleri kurmak, toplumsal hareketlerle ilişkiler kurabilecek zeminler yaratmak için önlerine koymadılar. Siyasal iktidar, bu sınırı aşmak için temsil ilişkisini tamamen kapatacak bir özdeşliğe doğru yol aldı. Lider ve parti arasında kurulan özdeşlik millete taşındı; AKP’nin milletinin fazlası, temsil ilişkilerinin tamamen dışına atıldı ve demokratik kanalların kapatılması süreci buradan başlatıldı. Bu zaman zarfında, ana muhalefetin süreci anlayabilecek bir örgüt yapısının dahi olmaması, 2013 Haziranı’nın demokratik potansiyelini ezmek istercesine anlaşılmaz bir temsil siyasetine kapanması oldu.
2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP-MHP adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun aday gösterilmesi böyle bir siyasetin sonucuydu. Seçmenle kurulan tek ilişki ittifak hesaplarının parçası yapılınca, siyasal olanaklar bizzat ana muhalefet tarafından tüketilmiş oluyordu. Bu süreçte parlamentoda yer alan partiler arasında yalnızca Demirtaş’ın siyasi liderliği ve diğer partilerden farklı temsil ilişkileri yaratma çabasıyla HDP muhalefeti bir etki yaratma imkânı buldu; 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ‘Seni Başkan Yaptırmayacağız’ hiç kimsenin tahmin etmediği bir oy oranına ulaştı. Fakat siyasal zemin 2013’te gelinen sınırın sürekli olarak gerisine taşındı. Türkiye’nin en önemli sorunlarının çözülüyormuş gibi yapıldığı dönemde halk, hatta klasik temsili organ olarak halkın iradesinin yansıdığı varsayımıyla oluşan parlamento dahi süreçlerin dışında atıldı. Kapanma sürecinin sonu OHAL, yeni rejimin anayasası ve politikacıların tasfiyesiyle geldi. Muhalefetin etkili kanadı HDP vekilleri eş başkanları dahil olmak üzere cezaevine atıldı, bu süreçte ana muhalefet sahte bir temsil tuzağının içinde politikasız kaldı, hatta parlamentonun tasfiyesine katkı sağladı. Tüm bu süreçler içinde elbette ‘Seni Başkan Yaptırmayacağız’ın ardından gelen 7 Haziran 2015 kampanyası, 2017’deki hayır kampanyası gibi, Kılıçdaroğlu’nun başlattığı Adalet Yürüyüşü gibi mevcut kapalılığı aşacak imkanlar yaratılmaya çalışılsa da kadın hareketinin sürekli varlığı ve kıvılcım gibi parlayan emek, doğa, köylü, üniversite direnişlerinin yarattığı umut dışında bir şey yok. Bunların da mevcut temsil siyasetinin kasvetinde nasıl boğulduğunu görmek hayal kırıcı.
Dolayısıyla 2013’te gelinen demokratik sınır, 2015’te yapılanlar aracılığıyla despotik bir rejimin kurulmasıyla tamamen tersine çevrildi ve Gezi’nin eleştirisinin parçası olan hemen her kurum; medya, partiler, okullar, aileler konsolide olmuş biçimde üzerimize çökmekle kalmıyor artık. Klasik siyasi temsili de ortadan kaldıran, çeteleşme ilişkileriyle iç içe geçen bir çökme aygıtının toprağına, suyuna, insanına gözünü diktiği bir rejimin boyunduruğu altındayız. AKP’nin milleti artık dar bir çete-çıkar birliği. Geride kalanlar ise Erdoğan’ın tabiriyle bu çıkar çetesine düşman olan muhalifler. Rejim, bizzat reisi tarafından, muhalif olmayı hainlik ile eş tutuyor.
Türkiye’de hemen herkes bir yandan “bu kadar şey olurken” siyasette hiçbir şeyin değişmediğine, kimsenin hesap sormadığına, kimsenin hesap vermediğine şaşırıyor. Bir yandan da hesap sormamaya ve ses çıkarmamaya devam ediyor. Bunun cesaret ya da korku gibi duygu ya da karakter özellikleri ile ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Elbette bildiğimiz siyasal katılım araçlarının ortadan kaldırılması ve baskılanmasının etkisi büyük. Toplanma hakkı kullandırılmıyor, demokratik protestolar, hatta belgelemeye dahi izin verilmiyor. Fakat durum sadece bununla da ilgili değil.
2013’te geldiğimiz sınırı yeniden düşünerek başlamak, bu hareketsizliğin nedenini anlamamız için imkân yaratacak diye düşünüyorum. Birbirini besleyen bir ilişki var. Toplumsal talepler, emeğin, gençliğin, kadının, LGBT+ların, insan hakları savunucularının talepleri kendi başına kalıyor; çünkü hareketlerle siyasi bağları kurabilecek parti yapılarının inşa edilmesini bırakın, muhalefet partilerinin iyice kapandığı bir ortam var. Toplumsal sınıf ve kesimler ise taleplerinin politikleşeceği bir zemin görmüyorlar. Talepler hesap sormaya dönüşmüyor, öfke politikleşemiyor.
Bu iki şeyi yapabilecek siyasal yapıları kurmadan siyasal kanallar açılmayacak. Bu kanallar sadece siyasal partiler ya da sadece toplumsal hareketler tarafından açılmayacak. Ve bu kanallar açıldığında hiçbir mafya örgütü demokratik arzunun önünde duramayacak. İlk seçimde değil, ancak böyle gidecekler bu iyi tarafı, ancak bunun tersi de doğru. Bugüne kadar yaşanan deneyim bu kanallar açılmadığında ilk seçimler çok büyük bir anlam ifade etmeyecek.