Deniz Baykal’ın sırları
Baykal’ın siyasi hayatı ilk bakışta verdiği bürokratik-otoriter izlenimin aksine oldukça ilginçtir; bu ülkede siyaset mesleğinin niteliğini göstermesi hasebiyle de ders olarak okutulmaya layıktır. Baykal tam bir profesyonel siyasetçi. Cemal Süreya’nın deyişiyle “Düşünceden, ideallerden değil, güç dengelerinden çıkış arar.” Deniz Baykal deyince CHP ya da ortanın solu çizgisinin yüz yıllık siyasal kimlik arayışının bütün varyantlarının vücut bulduğu bir şahsiyetten söz edildiği unutulmamalı.
Milletçe birlik ve beraberliğe dolayısıyla da omurgasız ‘sosyal demokrasiye’ en fazla ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde Deniz Baykal’ın ölümü en çok cumhurbaşkanı Erdoğan’ı sarsmış olmalı. Merhumun rolünü Bülent Arınç’a ihale etmek durumunda kaldı ama görünen o ki Baykal’ın yeri kolay doldurulamıyor. Deprem felaketinin korkunç tablosu gün be gün belirginleşirken seçim vakti de yaklaştıkça ‘Deniz Abi’ formülüyle yıkımı örtbas etme, anayasayı askıya alma ve çürük zemin üzerinde TOKİ inşaatçılarına fırsat yaratma arzuları meşrulaştırılabilir, kitabına uydurulabilirdi. ‘Bülent Abi’ yetersiz kalıyor.
Baykal’ın siyasi hayatı ilk bakışta verdiği bürokratik-otoriter izlenimin aksine oldukça ilginçtir; bu ülkede siyaset mesleğinin niteliğini göstermesi hasebiyle de ders olarak okutulmaya layıktır. Meraklıları, vefatının ardından BBC Türkçe sitesinde yayınlanan biyografiden ve Zeki Coşkun’un merhumun sağlığında Duvar’da yayınlanmış iki analitik biyografi yazısından bilgilenebilirler. Hayata daha poetik bakanlar içinse Cemal Süreya’nın 1987 tarihli ‘Deniz Baykal’ portresi biçilmiş kaftandır. Süreya, Baykal’ı üniversite yıllarından bilirdi ve 99 Yüz adlı kitabında resmettiği Baykal, sonraki biyografik araştırmaların da başlıca referansıdır. Cemal Süreya’nın anlatısındaki zenginlik yalnızca eski tanış olmaktan kaynaklanmıyor; Baykal gibi karakterleri anlaşılır kılmak için edebiyatçı bakışı şart görünüyor. Vaktiyle Balzac’ın Fouché ile ilgilenmiş olması misali.
Hayat hikayesinden anlaşıldığı kadarıyla Baykal tam bir profesyonel siyasetçi. Siyaseti; ülkenin, toplumun ya da belli bir sosyal sınıfın menfaatleri doğrultusunda belli ideallerin gerçekleşmesi, fikirlerin hayata geçmesi, siyasi, ekonomik ve teknolojik engellerle mücadele edilmesi olarak değil, bir meslek icrasından ve mesleğin fıtratı icabı olabildiğince güç ve iktidar sahibi olmaktan ibaret gören bir zihniyete sahip. Cemal Süreya’nın deyişiyle “Düşünceden, ideallerden değil, güç dengelerinden çıkış arar.” ABD’de derslerine girdiği C. Wright Mills’in İktidar Seçkinleri eleştirisini tersinden okuyarak siyasi elitin en üst katmanına kadar yükselmeyi daha gençliğinde kafaya koymuş. Başarılı olduğu görülüyor.
Merhumun, Erdoğan’ın “ne özeli yahu; genel bu genel!” vecizesinde işaret ettiği üzere oldukça iyi bilinen hayat hikayesini tekrarlamak ne kadar gereksizse bu hikayenin gerek Türkiye solu gerekse de ülke ve toplum üzerinde yarattığı etkiyi (birçok yorumcuya göre hasarı) ele almak da o derece önemli. Baykal’ın siyasi hayatının çoğu CHP’nin (bir ara SHP’nin) başkanı olma mücadelesiyle geçti. Genç yaşından itibaren aldığı bakanlık görevlerinin yanında, partinin genel sekreter yardımcılığı ve daha sonra genel sekreterliği makamlarını da işgal etti. CHP içindeki hizipçiliği, rakibi Bülent Ecevit’te mide ülserine neden olacak raddede etkiliydi. 12 Eylül sonrası DSP’yi kurarak SHP ve CHP’den farklı bir çizgi tutturmasındaki ana saikin Baykal’dan uzak durma çabası olduğu rivayeti yaygındır. Deniz Baykal, 1990’lı yılların başında SHP lideri Erdal İnönü’yü de siyasetten bezdiren faktörlerden biriydi. Erdal beyin karşısında üç kez başkan adayı oldu ve hepsinde kaybetti. Nihayetinde yeniden açılan CHP’nin başına geçerek SHP ile birleşme operasyonunu yönetecek ve parti başkanlığını dört kez kaybedip yeniden kazanacaktı. Partisini taşıdığı 1999 seçim hezimetini takiben 2002 itibarıyla nihayet ana muhalefet lideri olmayı başardı. Müzmin muhalif karakteri hasebiyle olabileceği en yüksek makama erişmişti artık ve belki de bu nedenle Erdoğan’a karşı performansı Ecevit ve Erdal İnönü karşısında gösterdiğinden oldukça düşük oldu. Sonunda o menfur kaset komplosunun kurbanı olarak koltuğunu Kılıçdaroğlu’na devretmesi, Türk siyasal hayatında Korkmaz Karaca ve Savcı Sayan gibi yakın kadrolarını iktidar partisinin kollarına savuracak şiddette bir sarsıntı yarattı.
Parti içi melodram böyle seyretmekle birlikte Deniz Baykal deyince CHP ya da ortanın solu çizgisinin yüz yıllık siyasal kimlik arayışının bütün varyantlarının vücut bulduğu bir şahsiyetten söz edildiği akıldan çıkarılmamalı. Baykal, vaktiyle Adalet Partisi (AP) çizgisine yakın bir muhafazakâr, yerine göre ortanın solcusu olabilen; hem Kürt raporunu yazan bir demokrat hem de Kürt siyasetçilerin partiden ve Meclis'ten ihracına önayak olan bir üniter milliyetçi; yıllarca militarist laikçi Kemalizm'in fedaisiyken bir gün ansızın kara çarşaflı tarikat mensuplarına dualar eşliğinde parti rozeti takan bir mütedeyyine dönüşebilen esnek bir omurgaya sahipti. Fıtratında eksik olan tek şey belki de sosyalizmin alamet-i farikası, Zülfü Livaneli’nin kelimeleriyle, yoksullara ve toplumun dezavantajlı kesimlerine yönelik empatiydi.
Ortanın solunu memlekete İsmet İnönü getirdi. 1960’lı yıllarda bağımsız sendikalaşma ve emek eksenli partileşme hamlelerinin (DİSK ve TİP) önünü kesecek anti-komünist bir resmi tedbir olarak bu yola girdiği üzerine kanıtlar mevcuttur. CHP’de 1930’larda şekillenen ve 1946’ya kadar süren resmi ruh, bol miktarda Alman Nazizmi, az Bolşevizm, pek az da Avrupa liberalizmi içeriyordu. 1950’li yıllarda yerleştirilen iki partili siyasal mimari ise belli ki ABD modeli Demokratlar (DP) ve Cumhuriyetçiler (CHP) olarak tasarlanmıştı. Ama muhalefete düşen CHP, 1951’den itibaren işçi hakları ve sendikalaşma süreçleriyle ilgilenmeye başladı (Bkz. Sungur Savran, CHP ve Sosyal Demokrasi, 11inci Tez, 1986.) ve 1960’lı yıllara gelindiğinde Avrupa’daki siyasal kümeleşmelerden azade Atlantik-ötesi bir modelin sürdürülemeyeceği belli oldu. Türk Cumhuriyetçileri böylelikle sosyal demokrasiye meylederken Demokratlar olarak tasarlanan kesim de sağ muhafazakâr koltuğu kaptı. Ortanın solu yönelimi kendi özgün liderini de yaratacaktı: Bülent Ecevit, İnönü’yü devirip parti başkanı olurken yakın destekçilerinden biri de Deniz Baykal’dı. 1970’li yıllar boyunca CHP’nin, hangi niyetle olursa olsun, örgütlenen ve sendikalaşan kitlelerle yakın temas içine girerek bir sosyal demokrat hareket niteliği kazanma yolunda adım attığı söylenebilir.
Emek mücadelesinin artan gücü, 1980’de bir anti-komünist darbeyle kırıldığında CHP çizgisi de iki kola ayrıştı. Bir tarafta Erdal İnönü önderliğinde SHP sol potansiyelin çoğunluğunu darbe-sonrası demokratikleşme talebiyle yeniden politize ederken diğer yanda siyasete geri dönen Ecevit’in DSP’si ‘ulusalcı’ bir neo-Kemalist söylemle güç topluyordu. Sonunda Baykal önderliğinde gerçekleşen CHP-SHP birleşmesi, demokratikleşme yöneliminin de sonunu getirdi. SHP’den devraldığı demokrat seçmen kitlesini cebine koyan Baykal yönetimi, yer yer MHP’ye taş çıkartacak reddede üniter devletçi, milliyetçi ve İslamofobi derecesinde laikçi bir retorikle Ecevit’ten rol ve seçmen çalma yarışına girişti. 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren Kürt karşıtı milliyetçilik ve resmiyetçi sekülarizm anaakım sola damgasını vurdu. Anayasal hak ve özgürlüklerin yeniden tesisi, örgütlü toplumun yeniden inşası gibi demokratikleşme başlığı altına düşen maddeler, bu milli/laikçi histeri içinde ‘teferruat’ muamelesi görüyordu. KESK’in kuruluşu, KİT’lerin tasfiyesine karşı emek eksenli mücadele ve madenciler grevi gibi çığır açıcı eylemlerle yükselen emek ve sendikalaşma mücadelesinin sözcülüğü ise Baykalist ‘yeni CHP’nin işi olamazdı.
Kısacası Baykal, 1990’ların hastalıklı ruhunun anaakım solu kendi rengine boyaması sürecinin tek müsebbibi değilse de birincil faillerinden biridir. O kadar ki, 2008 yılına gelindiğinde dünya üzerindeki reformist/ılımlı solcuların ortak örgütü olarak bilinen Sosyalist Enternasyonal bile "CHP'nin izlediği politikalar sosyalist politikalara uygun değil" açıklamasını yaparak parti yönetimini uyarmış, bunun üzerine Baykal da Enternasyonal kongresine katılmamıştı. CHP ve ılımlı Türkiye solu açısından Baykal kaynaklı ‘hasar tespiti’ özetle bundan ibarettir. Bu hasarın ve Baykal’ın bazı kritik hamlelerinin ülke siyasetinde yarattığı sonuçlar da ele alındığında siyaset sosyolojisi perspektifinden bütüne yakın bir Deniz Baykal portresi ortaya çıkacaktır.
Kritik hamlelerden ilki, 2002 yılında Tayyip Erdoğan’ın siyasi yasağının kaldırılması kararıdır. Demokratik bakış ile o momentte yapılması gereken doğru bir müdahaledir ama Baykal’ın gerek o güne kadarki bürokratik-otoriter sicili gerekse de “Ergenekon’un avukatıyım” beyanında cisimleşen sonraki icraatı, bu bir anlık liberalleşme atağının kaynağı üzerine haklı soru işaretleri doğurmaktadır. Hülasa, yirmi küsur senelik Tayyip Erdoğan sultasının kapısı, bizzat Deniz Baykal tarafından açılmıştır. İkinci hamle, Baykal’ın artık CHP başkanı olmadığı ama belli ki devlet işlerinde ağırlığını bir şekilde sürdürdüğü 2015 7 Haziran seçimlerinden sonra gerçekleşti. Meclis çoğunluğunu kaybeden Erdoğan ile ilk görüşen siyasetçi Baykal oldu. Anlaşılan o ki ‘Deniz abi formülü’, CHP ya da HDP’ye ya da her ikisine siyasal iktidara katılma yolunu tıkayarak seçim yenileme ve MHP’nin dışarıdan desteğini sağlama olarak özetlenebilecek bir yol haritası içermekteydi. Baykal neden ya da kim adına Erdoğan’a ikinci kez el uzatıp düştüğü yerden kaldırdı bilinmez ama bu iki kritik vaka birlikte okunduğunda bazı sonuçlar çıkarılabilir. Yaşar Büyükanıt, 2007 Dolmabahçe görüşmesinin sırlarıyla birlikte gömülmüştü; Baykal da adeta Tayyip Erdoğan olgusu kendiyle birlikte ebedi bir bilinmezliğe gömülsün diye vefat etmiş bulunuyor.
Cenaze namazına yetişen Erdoğan etrafa omuz atarak kendine ön safta yer açar. Sadece Muharrem İnce’yle tokalaşır. Sahne kararır…