Deniz Poyraz’ın katledilmesi ve hakikat
7 Haziran’ın yıldönümünde İzmir HDP’ye yapılan saldırı ve Deniz Poyraz’ın katledilmesi, tüm kesimlerin hakikatle yüzleşmesini zorunlu kılıyor.
Hasan Hayri Ateş
Deniz Poyraz İzmir’de HDP İl Başkanlığı’na yapılan saldırı sonucu katledildi. Saldırı sonrası yapılan açıklamalar, hakikati ortaya koymak ve buna uygun tutum almak yerine, yasak savma babında bilindik klişeden öteye geçmedi:
“Demokrasiye ve barışa yönelik bir saldırıdır. Provokasyondur” vs.
Bilindik klişeleri ağızlarına pelesenk yapanlara sormak gerekiyor: Bilmediğimiz hangi demokrasi ve barışı ortamı hedefleniyor?
Saldırıya maruz kalan Deniz Poyraz’ın Kürt kimliği ve mekân olarak HDP’nin seçilmiş olması, olan bir demokrasinin ve olan bir barış ortamının hedeflenmesi değildir; aksine demokrasinin ve toplumsal barışın yokluğunun göstergesidir. Biliyoruz ki sağır ve dilsiz bir kültürün ortasında dayatılan biattır, bahsi edilen demokrasi. Ötekilerin derin bir sessizlik içinde kendileri olmaktan vazgeçtikleri, hâkim pota içinde erimeyi kabullendikleri bir ortamdır, sözü edilen barış ortamı. Kısacası demokrasi ve barış adına ebedi biat ve ebedi suskunluktur vaazedilen.
Bu duruma biat etmeyenlerin maruz kaldıkları ise 'kırk katır mı, kırk satır mı?' politikasıdır.
Recep Tayyip Erdoğan cephesinden HDP, 7 Haziran’dan itibaren vatan ve millet düşmanı ilan edildi. Bu söylem, dozu her gün arttırılarak sürdürüldü. Dolayısıyla Deniz Poyraz’ın katledilmesi ile 2015 seçimlerinde HDP’nin uğradığı ve ardı kesilmeyen saldırılar, Suruç ve Ankara Gar katliamı devam eden bu sürecin sonucudur. Diğerlerinde olduğu gibi bu son saldırının azmettiricisi de bizzat Saray ve İktidar Bloku’dur.
Diğer yandan iktidarı elinde tutanların ırkçı, milliyetçi dili, daha dolaylı biçimde de olsa karşı siyasi cenahta da gerekli karşılığı buldu, buluyor. Dolayısıyla İYİ Parti ve CHP de yerine göre HDP’nin ve Kürtlerin adını ağzına almayarak ve daha dolaylı söylemleriyle iktidarın destekçisi, tamamlayıcısı oldu. Böylece millilik ve yerlilik adına yer yer ırkçı bir sosla bezenen milliyetçi söylem, oluşturduğu hegemonya ile siyaseti daha ağır bir kuşatmaya aldı. Milliyetçilik zemini, buradan daha fazla yer kapma adına bir rekabet alanına dönüştürüldü.
Hal böyleyken ırkçı, milliyetçi söylemle toplumun zehirlenmesinin sorumluluğu, bir dönemle, ya da salt iktidarla sınırlandırılabilir mi?
Bu hakikatle açık yüreklilikle yüzleşmeden, klişe sözlerle hakikate kör kalarak gerçekleri cevaplamaktan kaçınmak, huzura erişmenin yollarına dikenli tel döşemekten başka bir şeye yaramaz.
Sorunlara çözüm üretmesi gereken siyaset, farklılıkların bir araya gelip söz söyleyebilmesine, eşitler arası bir ilişkinin gerçekleşmesine imkân sağlamak durumunda. Bunu yapamayan bir siyasi anlayış kendini nasıl tarif ederse etsin temel meselelerde hâkim zihniyetle aynı kulvarda yol yürüdüğü sürece demokratik olamayacağı gibi, bir çözüm de üretemez. Hâkim siyaset yüz yıldır rejimin devamlılığını, toplumun içine kötülük tohumları ekerek bir çatışma ve gerilim alanı oluşturmakla başarmıştır. Her dönem savaşılması gereken düşmanlar yaratılmış ve toplumun önemli kesimi buna inandırılmıştır. Düzen dışı muhalif güçler haricinde bu duruma bir itiraz gelişmemiştir.
Öteki görülenlerin kimlikleri sürekli hâkim kültürün ağır kuşatmasına alınmış, kendilerini ifade etme yolları bütünüyle kapatılmış, bu yönlü talepleri yıkıcılık ve bölücülük olarak mimlenmiştir. Bu durumu aşmak, çoğulcu bir demokrasiye ulaşabilmenin Gordion düğümüdür. Aynı zamanda muhalif olmanın da turnusol kağıdıdır.
Sistematik olarak saldırılara maruz kalanların, hangi nedenlerle bunları yaşadıklarıyla yüzleşemeyen bir siyasi güç, hangi ölçütlere göre muhalif olarak nitelenebilir? Türkiye’de muhalif olmanın kriteri, ancak ötekilere karşı politikalarıyla belirlenebilir. Ötekilerin dil, kimlik, kültür inanç haklarını tanımayan, bunların yasal ve anayasal güvenceye alınmasını savunmayan bir siyasi anlayış nasıl muhalif olacak, neye muhalefet edecek?
Neredeyse her dakika insanların öldüğü bu topraklarda, yürürlükteki sistemin değişmesi için meselelere çözüm üretebilmek, sistemin yarattığı yüz yıllık zihin dünyasından köklü bir kopuşu gerektirir. Sistemin varlığı ve devamı vatanla özdeşleştirildikçe, buna itiraz edenler rejim düşmanı hain, ya da dış mihrakların maşası ilan edildikçe, bir değişim yaşanabileceğini kimse söyleyemez. Kaldı ki yüz yıllık süreç, bunu anlayabilmek için önemli bir deneyimdir. Farklı olanın farklı olma ve onu yaşama hakkı tanınmadığı sürece, yaşam bulacak olan kin ve nefret kültürü olmaktadır.
Biliyoruz ki hiçbir şey anın ürünü değildir, bir anda olup bitmez. Önce düşüncede olgunlaşır, sonra eylem gelir. Her şeyin, içinde mayalandığı bir geçmiş zaman vardır. Ne var ki dün dediğimiz de, zaman erişip, tamama erdiğinde bugün olur. Bir şeyler değişmemişse, bir şeyler dün dediğimiz günde terk edilmemişse, kendini her şafak vakti yinelenen yeni güne taşır, yaşatır. Dolayısıyla dün de kalmaz, bugün de yaşar.
Irkçı milliyetçi kinin, nefretin ve düşmanlığın sonucu gerçekleşen Deniz Poyraz saldırısı da, kendisini büyüterek her yeni güne taşıyan dünün, geçmişin meyvesidir. Hakim kimlikten, kültürden, inanıştan farklı olanın, ötekinin düşman görülmesinin sonucudur. Bu düşman görme, düşmanlaştırma, ötekileştirme, dışlama hali orta yerde duruyorken, muktedirlerin dillerine doladığı bir diğer klişe de, “bizim birlik ve beraberliğimiz” klişesidir.
Peki, Türkiye dediğimiz ve “bizim” dediğimiz bu ülke hangi “biz”den oluşuyor? Dilinden, inancından, kültüründen ötürü her türden dışlanmaya, ayrımcılığa, tahayyül edilemez zulme maruz kalanların farklılıkları bu “biz” denilen kategori içinde sayılmadığı sürece kim, nasıl huzur bulabilir? Hangi demokrasiden bahsedilebilir, hangi toplumsal barış sağlanabilir?
Salt hâkim olandan farklı oldukları için, kimilerinin sistematik olarak cehennem azabı yaşadığı bu ülke, bu mezbaha, bu tımarhane Tanrı’nın değil, O’nun, ya da tekçi, inkârcı ideolojiler adına buyruk verenlerin, racon kesenlerin eseridir. Madem öyle bu kıyamet halini tersine çevirmek de insanların elinde.
7 Haziran’ın yıldönümünde İzmir HDP’ye yapılan saldırı ve Deniz Poyraz’ın katledilmesi, tüm kesimlerin hakikatle yüzleşmesini zorunlu kılıyor.