Deprem bölgesinde kentsel dönüşüm: 'Bugün hayal ettim, yarın kurdum biçiminde yapılamaz'
Maraş merkezli depremlerin üzerinden aylar geçti ama yıkıma uğrayan kentlerde sorunlar devam ediyor. Diyarbakır ŞPO Eşbaşkanı Çekdar Taşkıran kentsel dönüşümün ranta dönüşme tehlikesine dikkat çekti
Pınar Can
DUVAR - 6 Şubat'ta meydana gelen Maraş merkezli depremlerden etkilenen şehirlerden biri de Diyarbakır'dı. Diyarbakır kent merkezi ve ilçelerinde çöken 1’i boş, 7 binanın enkazında arama kurtarma çalışmaları 13'üncü günde sonlandırılmış ve deprem nedeniyle 409 kişinin hayatını kaybettiği açıklanmıştı. Ancak Diyarbakır'da hasarlı binalar da vardı.
Diyarbakır Kent Dayanışma Platformu, Diyarbakır'da 3 bin 252 adet binanın ağır hasarlı olduğunu tespit etmişti. Bu binaların yıkımına başlandı. Ancak ağır hasarlı binalar şehirde başka sorunların gündeme gelmesine neden oldu.
Depremlerden hemen sonra gündeme gelen yeniden inşa meselelerini, kentsel dönüşümü ve bu sürecin bir ranta dönüşme riskini Diyarbakır Şehir Plancıları Odası Eşbaşkanı Çekdar Taşkıran’la konuştuk.
Taşkıran "2000 yılı öncesinde inşa edilen yapılar değil, yeni deprem yönetmeliğinden sonra, meslek odalarını pasifleştirip yapı denetim şirketlerini daha çok işine sokup süreci yerel yönetimlerin kararına bıraktıktan sonra inşa edilen binalar çöktü" diyor.
'İMAR BARIŞI DEĞİL, SEÇİM ÇALIŞMASI'
Diyarbakır Kent Dayanışma Platformu'nun açıkladığı sayıya göre 3 bin 252 adet binanın ağır hasarlı olduğunu ve yıkılmaya başlandığını biliyoruz. Şu an için yıkılacak binalarla kentsel dönüşüm alanları çakışıyor mu? Sizce yeni bir rant meselesi gündemde mi?
Çok kısa sürede bir inşaat çalışmasına başlanacağı söyleniyor. Kent planlamaları 'Bugün hayal ettim, yarın kurdum' biçiminde yapılamaz. Uzun erimli bir süreç gözetilmelidir. Bir planlama hiyerarşisi vardır. Önce problemler, tehditler, potansiyellere dair analizler yapılır. Daha sonra büyük ölçekte modeller ve stratejiler belirlenir. Bu bağlamda çevre düzeni planları yapılır. Daha sonrasında nazım imar planları yapılır. Son olarak da uygulama imar planları çizilir. Bu hiyerarşinin herhangi bir yeri bozulursa birbiriyle konuşmayan planlama ilkeleri çıkar karşımıza. Ve sonrasında adı deprem olmaz, adı bizim için katliam olan, imar barışı denilen uygulamalar yapılır. Veya adı imar barışı olmaz, adı seçim çalışması olur.
Aslında, böylesine bir yıkım yaşandığı zaman ilk etapta bakmamız gereken durum konut stoğu ve nüfus ilişkisi. Çünkü depremden Türkiye nüfusunun yüzde on altısının etkilendiğini biliyoruz. On üç milyona yakın insandan bahsediyoruz.
Yıkımın yaşandığı alanların deprem bölgesi olduğunu artık unutmadan yer bilimsel çalışmaların yapılması, diri fay üzerinde ve yakınında yeni yerleşim yerlerinin olmamasına dikkat edilmesi gerekiyor. Diri fay belirlenen alanlarda fay sakınım bandı uygulamasına geçilmeli. Zaten yer bilimsel çalışmalar yapılmadan herhangi bir inşaat sürecine geçilirse bugün yaşadığımız senaryoyu başka bir afette tekrar yaşarız. Yeni bir yerleşim bölgesi belirlenecekse de kesinen bir risk alanı olmaması gerektiğini ve bu alanların ormanlar, mera, çayır alanları, tarım alanlarından oluşmaması gerektiğini söylüyoruz.
Bugün kentsel dönüşüm dediğimiz meselenin yanlış planlama, yanlış yerleşimler sonucu ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu sadece köyden kente göç eden nüfusun kendi başına kurguladığı bir düzen değil. Sistemin o insanları kabul etmemesi sonucu o insanların çözüm arama modelidir. Cezalandırma yöntemine gidilmemesi gerekiyor. O nedenle 'siz kaçak yapılaştınız, kötü yapılaştınız, bundan dolayı depremi hak ettiniz' denilemez. Bu işin sorumlusu tek başına bu insanlar değil. Bu insanlar orada yaşam alanlarını kurduktan sonra kurumlar tarafından elektrik hizmeti, su hizmeti veriliyor. Bu insanlar o yapıların konut vergilerini ödüyor.
'İNSANLARIN SOSYOEKONOMİK KOŞULLARI UNUTULMAMALI'
Diyarbakır’daki kentsel dönüşüm çalışmaları Sur’daki çatışma sürecinden sonra başladı. Sonrasında silsile halinde devam etti. Bağlar Kaynartepe’de, Fis Kaya’da, Benusen Mahallesi’nde yapıldı. O bölgede yaşayan insanlar sağlıksız çevre koşullarında yaşıyor, doğru. Kullandıkları yapılar mimarlık mühendislik faaliyetlerine uygun yapılar değil. Böyle bir gerçeklik var. Ama bu insanların kentsel dönüşümden sonra benzer bir koşula itilmemesi için o bölge için tasarlanacak olan bir modelle o bölgede tutulması gerektiğini savunuyoruz. O insanların mevcut sosyoekonomik koşullarının unutulmaması gerekiyor.
Kendi ailem üzerinden örnek vereyim. Yıllarca Suriçi’nde yaşadılar, son birkaç yıldır apartman-site hayatının içindeler. Apartmana geçene kadar aidat parası, kapıcı parası, doğalgaz faturası ödememişlerdi. O sosyoekonomik düzeydeki insanlar için bunların hepsi yeni maliyetler. Bir süre sonra bu maliyetleri kaldıramayan bir kitle ortaya çıkabilir. Nitekim Sulukule'de bu durum ortaya çıktı. Sosyal konut projesi adı altında yeni bir alan öneriliyor insanlara. Sulukule'den on bir kilometre uzaklıkta. Sonrasında o bölgeye giden insanlar gelirlerine uygun olmadığından dolayı doğalgaz faturalarını ya da aidat paralarını ödeyemediler. Kapıcı parasını veremediler. Çıkmak zorunda kaldılar o alanlardan. Siz insanları bir yerden bir yere taşıyınca sadece o insanları taşımıyorsunuz, yaşamlarını da taşıyorsunuz. O insanların kent içinde sürdürmek zorunda oldukları ekonomik alışkanlıklar var. Çalışmak zorunda oldukları iş yerleri var. Kentsel dönüşümün tam da bu bağlamda değerlendirilmesi gerekiyor. Bu nedenle insanları yerinden etmeden bir model kurgulanması gerekiyor.
İkincisi kentsel dönüşüm alanlarına istihdam da sağlanmalı. O bölgede yaşayan insanların eğitim seviyelerinin, mesleklerinin ne olduğu çok önemlidir. Yaşamlarını idame ettirebilecekleri alanları sadece barınma alanları olarak düşünmemek gerekiyor. Kültürel alışkanlıklarımız var. O yüzden kimsenin yerinden edilmemesi gerekiyor. Maalesef bizim kentsel dönüşüm modellerimiz yık yerine yenisini yap oluyor. Her bölgenin kendine ait bir kültürel dokusu vardır. Bu kültürel doku mekâna da işler. İnsanlar mekânları tasarlarken kendi sosyoekonomik koşullarına ve kültürlerine göre tasarlarlar. Şimdi bir yeri baştan aşağıya yıkıp yeniden inşa ettiğiniz zaman kültürü, sokak dokusunu, yapılaşma modelini de yok etmiş oluyorsunuz. İyileştirmiyorsunuz. Öldürüp yeniden diriltecekmişsiniz gibi yaklaşıyorsunuz. Biz bunlara karşıyız. Kentsel dönüşüme karşı değiliz.
'DEZAVANTAJLI GRUPLAR BU KÜLFETİN ALTINA GİREMEYECEK'
Hem Sulukule örneğinde gördüğümüz hem Suriçi’nde gördüğümüz ve şimdi de depremzedeler için biz şu kadar konut yapacağız dedikleri şey, aslında o insanları borçlandırıp onlara yeni konutlar satmak. Hasarlı binaları tespit ettikten sonra bazı anlaşma modelleri getirecekler. İşte bu anlaşma modellerinden en bildiğimiz örnek şu: Sizin eviniz yüz metrekareydi, otuz yıllık bir binanız vardı. Yüz metrekarenin birim metrekare bedeli bir lira mesela. E, bir de yıpranmış, otuz yıl boyunca kullanılmış. Oradan da düştük. Yeni yapacağımız yapıların ise birim metrekare bedeli de üç lira. Diyelim ki eviniz kentsel dönüşümle yıkıldı. Yeni alacağınız ev için değil eski eviniz, eski evinizden en az üç tanenin parasını ödeyip alabiliyorsunuz. Sosyoekonomik açıdan dezavantajlı gruplar zaten bu külfetin altına giremeyecektir. Bu sebepten çoğu insan örnek kamulaştırma modeliyle sadece yıkılan evinin parasını talep edecek. Ve o evin yıpranma payı düşüldükten sonra ücreti alıp kendine başka bir alan bulmaya çalışacaktır. Ya da birçok insana o yeni inşa edilen alandan yer verilemeyecektir. Şimdi böyle bir senaryoyla karşılaştığımızda yeni kentsel dönüşüm alanlarının ortaya çıkmasına kapı açıyoruz.
İdealde olması gereken şudur: Kira ve fatura bedellerinin bir hanenin gelirinin yüzde otuzundan daha fazla olmayacak şekilde olması gerekir. Hane gelirinin 8 bin 500 lira -asgari ücret- olduğunu düşünelim. Bunun yüzde otuzu 2 bin 800 lira. Bugün Diyarbakır'da baraka tutamazsınız bu fiyata hele ki depremden sonra. Böyle bir gerçeklik varken bu insanlar diyelim ki kentsel dönüşümden sonra yerine de dönemedi, peki nereye gidecek? Maalesef insanlara seçim şansı bırakmamış oluyoruz. Barınabilecekleri alanları yaratması için insanların kendi çabasını beklemiş oluyoruz. Yöntem olarak doğru bir kentsel dönüşüm modeliyle bütün sorunların üstesinden gelinebilir.
'EKİPMANI OLMAYAN AFAD ELEMANINDAN BİR ŞEY BEKLEYEMEZSİNİZ'
Diyarbakır’daki TMMOB bileşenlerinin depremden etkilenen çevre illere de destek olduğunu biliyoruz. En çok da Adıyaman’a destek olunmaya çalışıldı. Devlet kurumlarının insani yardım ve enkaz kaldırma çalışmalarında büyük bir başarısızlık sergilediğini gördük. Diğer yandan depremin meydana geldiği bölgede farklı inanç ve etnik grupların yaşadığını biliyoruz. Bu süreçte sizin duyduğunuz veya gözlemlediğiniz kadarıyla özellikle bu gruplara farklı şekilde davranıldı mı? Yardımların yetersizliğinin sebebi bu coğrafyada yaşayan insanların farklı etnik ve inanç gruplarından mı olmasıydı?
Adıyaman nüfusunun büyük çoğunluğu Kürt. Hatay, Maraş, Elbistan’da yoğun bir Alevi nüfusunun olduğunu biliyoruz. Enkaz altında kalan insanların ilk gün kurtulma oranı yüzde doksan beşmiş. Fakat AFAD bu şehirlere üçüncü gün gitmiş. Biz giden kurtarma ekiplerinin hangi ekipmanlara sahip olduğunu da biliyoruz. Mesela ilk gün Diyarbakır’daki Galeria binası için gelen AFAD çalışanlarıyla görüştük. Bırakın hiltiyi, iş makinesini, vinci, fenerleri dahi yoktu. Eldivenleri yoktu. Biz kurmuş olduğumuz koordinasyonla temin etmeye çalıştık bu gereçleri. Kendi arkadaşlarımız vinç göndermeye çalıştı. Adıyaman'a ilk günden 15-20 iş makinesi yola çıkartmaya çalıştık. Bulabildiğimiz ne kadar hilti varsa alanlara getirmeye çalıştık. Temelinde kullanılması gereken malzemeler olmayınca o donatıları kesmek mümkün değil. Demir kesmek için kullanılan makaslar gerekiyor, yok. Beton kırmak için hilti gerekiyor, yok. Beton tabliyeleri kaldırmak için iş makinesi gerekiyor, yok. Bu ekipmanlar olmadığı sürece AFAD çalışanından bir şey bekleyemezsiniz ki. Ayrıca birçok alana eğitimli köpekler de gitmedi. Birçok alanda ısı taraması yapılmadı. Maalesef bilhassa Adıyaman'da arama kurtarma çalışmaları insanların tamamı çıkarılmadan bitirildi. Böyle bir gerçeklik var. Umarım bu durum etnik kökenden dolayı yapılan bir muamele değildir ama biz bunlarla ilk defa da karşılaşmıyoruz.
'EN İYİ BİLDİĞİMİZ ŞEY, 'HADİ İNŞAAT YAPALIM''
Tüm bu arama-kurtarma, enkaz ve yardım sürecine bakıp şunu sormak istiyorum. Sizce devlet kurumları yardım etmedi mi, edemedi mi yoksa çuvalladı mı?
Daha önce Türkiye'de 13 milyon insanın başına gelen bir afet yaşanmamıştı. Yirmi yıldır ekonomik temeli inşaat üzerine olan bir ülkeden bahsediyoruz. Gelinen noktada aslında ülkenin en büyük çarkı olan inşaat sektörünün ne kadar başarısız yapıldığını gösteren bir tablo var önümüzde. İlk açıklamalara göre yıkılan yapıların hepsi doksan öncesi, 2000 yılı öncesi yapılardı. Oysa ki öyle değil. Maalesef yeni deprem yönetmeliğinden sonra, meslek odalarını pasifleştirdikten sonra, yapı denetim şirketlerini daha çok işine sokup daha çok yerel yönetimlerin kararına bıraktıktan sonra inşa edilen binalar çöktü aslında. Çuvallanan kısmın iki boyutu var. İlki deprem olmadan önce afetlere karşı dirençli kentler yaratmamışız. Bırakın afetlere karşı dirençli kentler yaratmayı, bu depremin büyüklüğü bu olmasaydı, daha küçük bir deprem olsaydı sonuç ne olurdu? Ya da bu depremden daha büyük bir deprem geçirseydik sonuç ne olurdu? Bunların muhakemesini yapamıyoruz. Çünkü ne yapı kalitemizi ne de zemin kalitemizi biliyoruz.
İkincisi ise şu: Ortada bir enkaz kaldırma krizi var. Temelde yapılması gereken, ilk etapta enkazda kalan insanların çıkarılması, çıkarılan insanların yaşamlarına devam edebilecek barınma ve temel ihtiyaçların karşılanmasıydı. Sonraki süreçte bu insanlara artık kalıcı konutların üretilmesi gibi bir eylem sıralaması olmalıydı. Biz tam anlamıyla enkazdan insan çıkaramadık, insanlara barınma alanları sunamadık. Hala çadır isteyen çok sayıda insan var. Ama yapılan açıklama ‘’bina yapımına başlıyoruz’’ oldu. Yirmi yıldır en iyi bildiğimiz şey 'hadi inşaat yapalım', 'hadi daha fazla yapılaşalım'.
Süreç çok daha farklı kurgulanabilirdi. Bilhassa bizler, yani sivil toplum kuruluşları bu yardım örgütlenmesinin içinde olabilirdik. Keşke sürece dahil edilseydik, AFAD'la daha farklı bir koordinasyon içine girebilseydik. AFAD'ın çok daha farklı ölçekte olduğunu zannediyorduk ama öyle değilmiş. Öyle olsaydı sonuç belki bizim için bu kadar yıkıcı olmayacaktı.
Geçmişteki kontrol mekanizmalarından biri olan meslek örgütleri pasifize edildikten sonra bağımsız bir kontrol mekanizması kalmadı. Meslek odalarının bağımsızlık ilkesi çok daha etik çalışmaların çıkmasını sağlıyordu. Şimdi gelinen süreçte işte birçok müteahhidin, birçok yerel yöneticinin birçok yapı denetim şirketinin yargılanmasından bahsediyoruz. Üstüne bir de "Bu yıkım, bu felaket TMMOB’un eseridir" diye açıklamalar duyuyoruz. Çok geçmişe gitmeye gerek yok. TMMOB'u komple pasifize eden koskoca Mimarlar Odası’na artık projeciliği bıraktırtan kanunlar çıkarttılar. Yani kontrol süreçlerinin içinde olmamamız için inanın çok çaba sarf edildi.
'BATI İLLERİNE EŞYAYMIŞ GİBİ GÖNDERİLDİLER'
Son olarak az önce de konuştuğumuz gibi deprem farklı etnik kökenlerin ve inanç gruplarının yaşadığı bir coğrafyada meydana geldi. Bir şekilde bu dezavantajlı gruplara yeterince yardım ulaşamadı veya ulaştırılmadı. Bu da birçok insanın yaşadığı şehri bırakıp gitmesine sebep oldu. İnsanlar bir nevi göçe zorlandı. Sizce bu bölge için uzun vadede bir demografi değişimi mi planlanıyor?
Bu soru yaşanılan bu afetin sonrasında herkesin sorması gereken bir soru. Depremden on il etkilendi. Bu illerde yaşayan insanların Batı illerine sanki bir eşyaymış gibi alınıp götürülmesi söz konusu. Birçok açıklama da bu yönde yapıldı. Hatta o süreçte çocuk çalmaya gelen insanları, evlerinin yağmalanması gibi olayları duyduk.
Mekânı var eden sadece yapısal ölçekteki malzemeler değildir. Mekânı var eden duygulardır, kültürdür, ekonomidir. Bu süreci tek bir boyutla düşünmemek gerekiyor. Deprem büyük bir trajedidir. Travmaların, psikolojik sorunların ortaya çıktığı bir süreç yaşadı zaten bu insanlar.
Şimdi böyle travmatik bir süreçten sonra insanların kültürlerine uygun olmayan, sosyoekonomik açıdan yaşadığı coğrafyaya uygun olmayan bambaşka yerlere götürdüğünüzde yarın çok farklı sorunlarla karşılaşırsınız. Göç edilen bölgenin dokusu değişir, gönderilen insanların sosyokültürel yapısı değişir. Böyle bir toplum mühendisliğine soyunmaya gerek yok. Diyarbakır da depremden etkilenen bölgelerden biri ama gelinen noktada kent yaşamı devam ediyor. Mardin'de veya bölge içerisinde alanlar tasarlanıp geçici süreliğine insanları o bölgelerde barındırabilirsiniz. Yöntem olarak Batı illerinin seçiliyor olmasının sebebini iyi sorgulamak gerekiyor o yüzden.
Öte yandan çok ciddi kalıcı problemler ortaya çıkacak. Giden insanların kendi alışkanlıklarına göre bir çalışma alanı, bir yaşama alanı bulamadığı zaman gettolaşma dediğimiz kavram ortaya çıkıyor. Yaşam standartlarının daha düşük olduğu alanlar yaratmaya başlıyor o insanlar. Çalışma koşullarının daha zor olduğu bir ortama itiliyorlar. Süreç böyleyken bu insan artık kendine kendi ölçütleri doğrultusunda çizdiği yeni yaşantısından çok farklı bir kültürle karşılaştıktan sonra o insanı psikolojik olarak ayakta tutmakta çok zor oluyor.
Şimdi demografik değişim demek sadece işte on kişi vardı, bu on kişi oraya gitti demek değil. Bu insanların dilleri, kültürleri, yaşama alışkanlıkları var. Otuz yıldır, kırk yıldır aynı sokağı işe giderken, gelirken kullanan insanlar var. Öyle bir hafızayı, böyle bir toplum mühendisliğiyle yok etmek çok yanlış. Bu insanları, yaşadıkları bölgelere yakın, ait hissettikleri yerden uzak olmayan alanlara, geçici süreli barınma alanları oluşturarak yerleştirmek gerekiyordu.