YAZARLAR

Deprem tümülüsleri

Depremden dersler çıkarmak, aynı hataları tekrarlamamak, kaybedilen canları ve yaşanan yıkımın korkunçluğunu unutmamak istiyorsak, gömülecek enkazı halının altına süpürür gibi değil, görünür kılacak anma mekânları olarak düşünmek daha doğru geliyor bana. Yitirilen canlar için sembolik, ama onların kaybına yol açan kentlerin ve kentleşme süreçlerinin enkazı için gerçek mezarlar.

Önceki yazılarımda afet kentleşmesinin bir döngüsellik içinde durmadan afetler karşısında kırılganlık ürettiğinden bahsetmiştim. Rant (ve kâr) odaklı, denetim mekanizmaları büyük ölçüde devre dışı bırakılmış bir kentleşme dinamiği afetlerin yıkıcılığını artırıyor; afet sonrası inşa süreci de hızlı toparlanma gerekçesiyle aynı mantığa teslim oluyor ve yeni afetleri çağırıyor. Bu döngünün önemli boyutlarından bir tanesi deprem sonrası enkaz tasfiyesi. Plansız ve olabildiğince hızlı biçimde kotarılmaya çalışılan bu süreç de afet kentleşmesinin bir parçası, zira ekolojik yıkım riski tamamen göz ardı edilerek sürdürülmekte. Seçim sürecinde iktidar açısından güç göstermenin ve güven inşa etmenin bir yöntemi olarak umursamazca yürütülen ve ekolojik dengeleri hiçe sayan enkaz tasfiye sürecinin şimdi daha rasyonel sürdürüleceğine dair iyimser olmak için elimizde sebep yok. Bunun ancak kamuoyu baskısı sonucu gerçekleşebileceği açık ve bunun için de akılcı çözümleri tartışmak ve talepleri ifade etmek gerekiyor.

Her şeyden önce konunun ölçeğini ve hayatiyetini vurgulamak üzere bazı sayıları ortaya koymak gerek. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı raporuna göre deprem bölgesinde yıkılan bina sayısı 35.355, acilen yıkılması gereken bina sayısı 17.491 ve ağır hasarlı olduğu tespit edilen bina sayısı da 179.786. Burada şunu belirtmekte fayda var; çeşitli devlet kurumlarının hazırladıkları raporlarda yer alan rakamlarla hükümet yetkililerinin açıklamalarında ifade ettikleri rakamlar birbirleriyle tutarlı değil. Bu tutarsızlığın seçim süreci içinde kamuoyunu manipüle etmek amaçlı olduğunu tahmin etmek zor değil. (Örneğin, İçişleri Bakanı 13 Nisan tarihinde, deprem bölgesi genelindeki toplam yıkık ve acil yıkılacak bina sayısını 56.956 olarak verirken, bundan üç gün önce yayınladığı Deprem Durum Çizelgesinde Malatya Valiliği, yalnızca Malatya’daki yıkık, acil yıkılacak, ağır hasarlı bina sayısının 43.000 olduğunu açıklamıştı).[1]

Tasfiye edilmesi gereken enkazın büyüklüğü açısından da aynı bilgi kirliliği geçerli. Yukarıda andığım 13 Nisan tarihli açıklamasında İçişleri Bakanı deprem bölgesindeki yıkık ve acil yıkılacak binaların yüzde 70’inin enkazının kaldırıldığını söyledi. Oysa, Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı raporuna göre toplam enkaz ve yıkıntı miktarı 100-120 milyon metreküp olarak hesaplanmakta, İçişleri Bakanlığı açıklamasında kaldırılan enkaz miktarı (bunun ancak yüzde 10’una tekabül eden) 11 buçuk milyon metreküp olarak açıklanmaktaydı. Bugün gelinen noktada, deprem bölgesindeki tüm kentlerde aynı düzeyde olmamakla birlikte, ancak yıkık binaların enkazının büyük ölçüde kaldırılmış olduğunu söylemek mümkün. Enkaz tasfiyesinin, malzemeye duyarlı olmayan, yani enkazın tamamına moloz muamelesi yapılan (ve bu yüzden tehlikeli kimyasalların, asbestin ve benzeri unsurların yayılmasını engelleyici önlem alınmayan) bir biçimde sürdürüldüğü gözlenmekte. Döküm alanlarının seçiminde verimli tarım alanları tercih ediliyor, bu da doğal çevreyi ve su kaynaklarını tehdit ediyor.

Peki ne yapmalı?

Kentleri ciddi yıkım koşullarında büyük ölçekli enkazlarla başa çıkmak zorunda bırakan en çarpıcı olay kuşkusuz İkinci Dünya Savaşıydı. Kentlerin ağır bombardıman altında tarumar olduğu, savaş sonrasında bir yandan toplumların yaraları sarılırken bir yandan da kentlerin yeniden inşa edildiği Avrupa’da enkaz konusunda en ciddi problemle karşı karşıya kalan Almanya oldu. Almanların enkaz tasfiyesi için kullandığı yöntem ise, (bizim döküm alanlarında yaptığımız enkaz artıklarını geniş yüzeylere yayma yönteminin tam tersi olan) tepeler yaratmak olmuş.[2] Bugün Almancada bu enkaz tepelerine Trümmerberge deniyor; düz çevirisiyle enkaz (veya moloz) dağları.[3] Bunların da en çarpıcı olanları Berlin’de. Bunun tek sebebi Berlin’in Müttefik bombardımanı ile dümdüz edilmiş olması değil, daha sonraki süreçte Sovyet blokajı başladığında enkazı şehir dışına taşımanın iyice zorlaşmış olması. Berlin’deki enkaz tepelerinin en büyüğü ise Teufelsberg; 120 metrelik rakımıyla bugün kentin en yüksek noktası. 20 yılda tamamlanmış, 25 milyon metreküp molozun, bir başka ifadeyle 15 bin binanın mezarı. Dahası, bu enkaz, tam da yok edilmek istenen bir yapının, Hitler’in mimarı Albert Speer tarafından tasarlanan ve bitirilemeyen Askeri-Teknik Akademinin üzerine yığılmış. Kentin belleğinin unutulmak istenen katmanları üst üste yani. İronik bir biçimde, Soğuk Savaş döneminde de bu hâkim tepe Amerikalılar tarafından -bir başka tarihsel katman olarak- Doğu Berlin’i dinlemek üzere kurulan dinleme istasyonuna ev sahipliği yapmış.

 Berlin'de enkaz tepesi Teufelsberg

Teufelsberg ile birlikte toplam yedi enkaz tepesine sahip olan Berlin, bu insan yapısı peyzaj elemanları sayesinde düz bir kent olmaktan çıkmış durumda. Her birisi daha sonraki yıllarda yaya dostu parklar biçiminde tasarlanmış bu tepeler kente yeni bakış noktaları da kazandırmış bulunuyor. Münih’teki enkaz tepesi, örneğin, 1972 Olimpiyatlarına ev sahipliği yaptı. Fakat, Alman enkaz tepelerini, enkaz tasfiyesi konusunda akıllıca bir peyzaj çözümüne indirgememek gerekiyor. Bu insan yapısı peyzajlar kent, bellek, travma, hatırlama ve unutma üzerine de birçok katman barındırıyor. Toplumsal yaşantının katmanlarının bellek katmanları biçimini alıp höyükleştiği Teufelsberg, bir inşa olarak mı düşünülmeli bir anti-inşa mı? Bu bir bina mimarisi midir, yoksa peyzaj mı? Bu tepeler unutmaya mı hizmet eder, hatırlamaya mı?

Münih'te enkaz tepesi etrafında tasarlanan Olimpiyat Parkı

Alman enkaz tepelerinden Şubat depremlerine dönelim. Hâlâ çok büyük bir kısmı tasfiye edilmeyi bekleyen, yıllarca uğraşmamız gerekecek bir enkaz söz konusu. Akılcı bir çözüm olmanın yanında, kentsel ekolojiye bakış ölçeğimizi ve müdahale biçimlerimizi ileri taşıyacak bir fikir olabilir enkazı tepeler haline getirmek. Zira, kentleri, yapılı çevrenin (binaların, yolların, vb.) ötesine uzanan ekolojik birimler olarak düşünmemiz gerekiyor. Bu bakış açısı, özellikle de bugün deprem bölgesindeki kentlerin çeperinde yaratılan enkaz döküm alanlarını ele alırken elzem. Çünkü bunlar kentin dışında gömüp unutacağımız şeyler/ yerler değil, aksine bu kentsel ekolojilerin parçası. Yani döküm alanlarının ortaya çıkışını da kentleşme müdahaleleri olarak görmek, kentleri bu yeni ölçekleriyle ele alıp düşünmek gerekiyor. Depreme dayanıklı kentleşme açısından mikro-bölgeleme gibi kavramlar alt ölçekte hassasiyet gerekliliğini vurgularken, aynı saikle makro ölçekte kentlerin geçirdiği bu dönüşümü de (peyzaj planlaması çerçevesinde) düşünmek gerekiyor. Böyle bakıldığında da enkazı döküm alanlarına döküp tesviye etmek (düzlemek) değil, aksine tepeler haline getirmek daha anlamlı.

Gordion'da (Polatlı) tümülüs grubu

Orta vadede kentsel peyzajın parçası haline gelecek bu tepeler, yine Berlin örneğinde vurguladığım gibi, sadece pratik çözümler olmanın da ötesinde bellek mekânları olarak düşünülmeli. Ve bana kalırsa bu tepeleri birer tümülüs olarak düşünmek gerekiyor: Deprem tümülüsleri. Yukarıda Teufelsberg için bir höyük benzetmesi yapmıştım. Arkeolojik olarak höyük yerleşim katmanlarının üst üste birikerek oluşturduğu bir tepeyi anlatırken, tümülüs ise bilinçli olarak yükseltilmiş anıt mezarlara verilen isim. Yani ilkinde yüzyıllar içinde aynı yerde birbirinin üzerine yerleşen toplumların tortusu birikirken ikincisinde insan eliyle yaratılan ve altındaki mezarı anıtsallaştırmayı amaçlayan -Anadolu coğrafyasının oldukça aşina olduğu- tepeler söz konusu.[4] Eğer depremden dersler çıkarmak, aynı hataları tekrarlamamak, kaybedilen canları ve yaşanan yıkımın korkunçluğunu unutmamak istiyorsak, gömülecek enkazı halının altına süpürür gibi değil, görünür kılacak anma mekânları olarak düşünmek daha doğru geliyor bana. Yitirilen canlar için sembolik, ama onların kaybına yol açan kentlerin ve kentleşme süreçlerinin enkazı için gerçek mezarlar.

NOTLAR:

[1] Yazı boyunca kullandığım veriler için Mimarlar Odası’nın 2 Mayıs 2023’te yayınladığı kapsamlı ikinci rapordan faydalandım. Bkz. Mimarlar Odası, 6 Şubat 2023 Depremleri Raporu -2: Tespitler, Değerlendirmeler, Öneriler

[2] Bu yapılara dikkatimi çeken ve deprem bölgesinde benzer bir stratejinin uygulanmasını öneren duayen arkeolog Mehmet Özdoğan’a teşekkür ederim.

[3] Bileşik kelime üretmeye yatkınlığı ile Almanca, Alman kolektif belleğinin de hem bir aracı hem de ürünü. Savaş enkazı bu kolektif belleğe çeşitli kelimelerle izini bırakmış; geçici rayların üzerinde enkazın taşındığı vagonlar (Trümmerbahnen), bunları elleriyle iten iki büklüm kadınlar (Trümmerfrauen)… bunların hepsinin Almancada bir adı var.

[4] Enkaz tepelerini höyük olarak mı, yoksa tümülüs olarak mı düşünmek gerektiği üzerine yaptığımız tartışma ve zihin açıcı yorumları için Müge Durusu Tanrıöver’e teşekkür ederim.


Bülent Batuman Kimdir?

Adana’da doğdu, Ankara’da yaşıyor. ODTÜ Mimarlık Bölümü’nden lisans ve yüksek lisans derecelerini aldı, doktorasını New York Eyalet Üniversitesi-Binghamton’da tamamladı. Bir süre Mersin Üniversitesi’nde görev yaptı; halen Bilkent Üniversitesi’nde Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarlığı ile Mimarlık Bölümlerinde öğretim üyesi. Kentsel tasarım ve modern şehirciliğin kültürel politikaları üstüne dersler veriyor. Araştırma konuları arasında yapılı çevrenin toplumsal üretimi, modern mimarlık ve şehircilik kuram ve tarihi, kentsel siyaset bulunuyor. Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nde ve Avrupa Mimarlar Konseyi’nde yönetim kurulu üyeliği yaptı. Journal of Urban History ve Praksis dergilerinin yayın kurulu üyesi. Yayınlanmış kitapları şunlar: The Politics of Public Space (2009), Mimarlığın ABC’si (2012), New Islamist Architecture and Urbanism (2018; Milletin Mimarisi başlığı ile Türkçeleştirildi, 2019), Kentin Suretleri (2019), Cities and Islamisms (derleme, 2021).