YAZARLAR

Deprem ve yıkım: Bir kez daha

İlk gözlemler şunu gösteriyor, yirmi yıllık “kentsel dönüşüm” maceramız -ya da AKP iktidarının kentsel dönüşüm rejimi- depreme dayanıksız yapı stoğunu dönüştürmediği gibi, yeni ürettiği yapıların depreme dayanıklılığını da sağlayamamış. Üstelik, kâr hırsıyla yapı ölçeğinde büyütülen riskler (örneğin yapı yüksekliklerinin artırılışı), rant hırsıyla planlama ölçeğinde de katliam niteliğinde kararlarla çoğaltılmış.

99 Depremi sırasında belli bir yaşın üzerinde olanların ortak hissiyatıydı sanırım; yaşanan felaketin büyüklüğü ders çıkarmamızı sağlamış görünüyordu, bir daha deprem konusunda eskisi gibi davranmamız mümkün değilmiş gibiydi. Ama işte boğucu bir gerçeklikle karşı karşıyayız, geçen yirmi küsur yılda yine eskisi gibi davranmışız, yeni bir felaketin karşısında yine çaresizlik içinde çırpınıyoruz. Kuşkusuz bu basit bir tekerrür meselesi değil; süreklilikler ve dönüşümlerin iç içe geçtiği, anlamamız ve gerçekten ders çıkarmamız gereken bir süreç. Birçok açıdan detaylı analizler yapmak için veriye ve bilgiye ihtiyacımız var; ancak şimdiye kadar sahada yapılan ve aktarılan gözlemlerden bazı çıkarımlar yapmak da mümkün.

Öncelikle şunu söylemek gerek; yaşanan çifte deprem gerçekten de sıra dışı şiddette ve boyutta. Çok fazla kent merkezini, hem de hava koşullarının bu denli olumsuz olduğu şartlarda vuran bu afet muhtemelen bundan sonrası için (teknik anlamda) deprem bilgimizi ve mevzuatımızı gözden geçirip bir miktar güncellememizi bile gerektirecek. Ancak gerçekleşen afetin, hükümetin sığınma eğilimi içinde göründüğü bu niteliği, yaşanan felaketin boyutlarını açıklamak için çok çok minimal bir unsur. Uzmanların söyleye söyleye dillerinde tüy bittiği gibi, Türkiye bir deprem ülkesi; depremlerin yaşandığı fay sistemi de özellikle deprem beklenen bir bölgeydi. Yani beklenen bir depremin doğal bir afet olarak gelip, beşerî (hatta teknolojik) bir felakete dönüştüğünü inkâr etmek olanaksız. Beşerî ve teknolojik bir felaket, zira -yine hep söylendiği gibi- insanları binalar öldürüyor. Bu noktaya aşağıda geri geleceğim.

Her depremde öncelikli konu afet anında yaşanan kurtarma ve acil ihtiyaçları örgütleme sürecidir. Bu açıdan baktığımızda ilk depremin yaşandığı Pazartesi sabahından itibaren geçtiğimiz üç günde yaşananları 99 Depremi ile karşılaştırmak mümkün. Her şeyden önce meslek kuruluşlarının ve sivil toplum örgütlerinin geçen sürede hem acil müdahale becerilerini hem de halkla örgütlenme kapasitelerini ciddi biçimde artırdığını görmek mümkün. Herhalde insana umut veren tek gözlem de bu. Devletin refleks gösterme kapasitesinin ise hiç değişmediğini, hâlâ sıfır düzeyinde olduğunu görüyoruz. Daha da beteri, tek adam rejiminin, bürokrasinin karakteristik özelliği olan inisiyatifsizlik eğilimini mutlaklaştırmış olması. Zaten üstünden emir almadan işe koyulmayan bürokrasi, en tepeden emir bekledikçe en kıymetli müdahale süresi heba edildi. Bunun üzerine, devletin hükümet (yani doğrudan AKP) ile özdeşleşmesi, yardım faaliyetinin bile partizan saiklerle akamete uğra(tıl)masına yol açtı. CHP’li belediyelerin önünün kesilmeye çalışılması, yardımların depremzedelere ulaştırılmasının AFAD darboğazında tıkanması gibi örnekler etik problemler olmanın ötesine geçip açık cinayet niteliği taşıyor. Afet anlarında koordinasyonun merkezileşmesi için kurulan AFAD, bu depremde kendisi bir engel haline gelmiş görünüyor.

Doğal afetin beşerî/ teknolojik felakete dönüşmesine gelirsek, asıl problem -çözemediğimiz gibi giderek de büyüttüğümüz problem- burada gibi görünüyor. 99 Depremi sonrasında geliştirilen önlemlere bakacak olursak, üç temel şey göze çarpar. Bunlardan ilki yeni deprem yönetmeliği idi. Bu yönetmeliğin teknik anlamda yeterli olduğunu söylemek mümkün. Ancak son yirmi yılda yapılan binaların bazılarının da yıkılmış olması, kâğıt üstündeki mevzuatın yeterli olmadığını acı biçimde gösteriyor.

İkinci önlem yapı denetimi sistemiydi. Bu sistem başından itibaren iki temel noktada eleştirildi özellikle mimarlar ve inşaat mühendisleri tarafından. Bunlardan ilki tanımladığı istisnalardı -kamu yapıları ve TOKİ gibi kurumlarca kamu eliyle veya gözetiminde üretilen yapılar sistemin dışında tutulmuştu. Yıkılan kamu binaları -en çok da hastaneler- bu istisnaları sorgulamamız gerektiğini ürpertici bir çıplaklıkla ortaya koymuş durumda. İkinci eleştiri ise özel sektör eliyle yapılacak denetimin tavsayacağı uyarısıydı. Yapı denetim firmasını bulmanın müteahhite bırakıldığı, yani ciğerin kediye emanet edildiği koşullarda çok düşük ücretlere, bazen proje bedelinin, bazense başka teknik sorumlulukların içinde paket olarak fiyatlandırılan yapı denetimi gerçekten de giderek tavsadı. Bugün yaşanan yıkım içinde yapı denetiminin yetersizliğinin rolü ne kadardır sorusu, cevaplanmaya muhtaç. Buradan devamla şunu da söylemeli; bölgeden gelen ilk teknik gözlemler, yani binaların nasıl (dolayısıyla neden) yıkıldığına dair izlenimler inşaatlarda ciddi imalat ve işçilik sorunları olduğunu gösteriyor. Bunlar bize denetimin sadece polisiye bir tedbir değil, ekonomi politik boyutları olan sistematik bir konu olduğunu gösteriyor ve bu konuyu önümüzdeki günlerde daha detaylı tartışmak gerekecek.

99 Depreminden sonra alınan üçüncü önlem ise mevcut yapı stoğuna -depreme dayanıksız olduğunu hepimizin bildiği, 99 öncesinde üretilmiş binalara- ilişkindi. Eğer gerçekten bir anlamı olacaksa “kentsel dönüşüm” denen şeyin hedeflemesi gereken mevcut yapıların yenilenmesine yönelik, kamuoyunca bilinen tabirle deprem vergisi. Ama bu vergilerin de, hükümet yetkililerince yakın zamanda pişkince ifade edildiği gibi, “duble yol yapımına harcandığını” biliyoruz.

Öyleyse ilk gözlemler şunu gösteriyor, yirmi yıllık “kentsel dönüşüm” maceramız -ya da AKP iktidarının kentsel dönüşüm rejimi- depreme dayanıksız yapı stoğunu dönüştürmediği gibi, yeni ürettiği yapıların depreme dayanıklılığını da sağlayamamış. Üstelik, kâr hırsıyla yapı ölçeğinde büyütülen riskler (örneğin yapı yüksekliklerinin artırılışı), rant hırsıyla planlama ölçeğinde de katliam niteliğinde kararlarla çoğaltılmış. Hatırlamak gerekir ki, AKP’nin kentsel dönüşüm rejiminin geliştirilip yaygınlaştırılmasında 2011 Van Depremi araçsallaştırılmış, hemen ardından yeni bir yasa (6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun) çıkarılmıştı. Her olayda elini biraz daha rahatlatan iktidar, bu serbestiyi her seferinde daha da kontrolsüzleşen rant şehvetini beslemek için kullandı. Yer seçimlerinde ısrarla bilim dışı ve rant odaklı tercihler yapılması, meslek örgütlerinin uyarılarının vatan hainliğine varan suçlamalarla susturulmaya çalışılması en çarpıcı örneğini Hatay Havaalanında verdi. Hem fay hattında bulunan hem de kurutulmuş (zemin açısından problemli) Amik Gölü içine inşa edilen havaalanının pisti depremde zarar gördü. Kente yardım taşıyacak en stratejik noktalardan biri halen kullanılamıyor. Bu acı örneği yazarken insanın içi sızlıyor, öfkesi kabarıyor.

AKP’nin kentsel dönüşüm rejimi, bugün yaşanan felaketin boyutları açısından birinci sorumlu; bu çok açık. Ancak çuvaldızı iktidara batırırken iğneyi de sakınmamak gerekiyor. Kentsel dönüşümden sağlanan ranttan pay almak uğruna, yapı üretirken ucuza mal etme derdinde olan müteahhit, bu üretim sürecinde teknik eleman olarak görev yapan mimar ve mühendisler, tüketici olarak talep yaratıp “imar affı” lafını duyar duymaz gözleri parlayan orta sınıflar da bu rejimin suç ortağı. Bu tespit şu nedenle kritik önemde. Bu yıkım kaçınılmaz olarak yeni bir kentsel dönüşüm rejiminin önünü açacak, açmalı da. İş ki, bu yeni rejim rant odaklı değil, bilim ve ekoloji temelli olabilsin.


Bülent Batuman Kimdir?

Adana’da doğdu, Ankara’da yaşıyor. ODTÜ Mimarlık Bölümü’nden lisans ve yüksek lisans derecelerini aldı, doktorasını New York Eyalet Üniversitesi-Binghamton’da tamamladı. Bir süre Mersin Üniversitesi’nde görev yaptı; halen Bilkent Üniversitesi’nde Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarlığı ile Mimarlık Bölümlerinde öğretim üyesi. Kentsel tasarım ve modern şehirciliğin kültürel politikaları üstüne dersler veriyor. Araştırma konuları arasında yapılı çevrenin toplumsal üretimi, modern mimarlık ve şehircilik kuram ve tarihi, kentsel siyaset bulunuyor. Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nde ve Avrupa Mimarlar Konseyi’nde yönetim kurulu üyeliği yaptı. Journal of Urban History ve Praksis dergilerinin yayın kurulu üyesi. Yayınlanmış kitapları şunlar: The Politics of Public Space (2009), Mimarlığın ABC’si (2012), New Islamist Architecture and Urbanism (2018; Milletin Mimarisi başlığı ile Türkçeleştirildi, 2019), Kentin Suretleri (2019), Cities and Islamisms (derleme, 2021).