Deprem, yas ve eşik
Yas ve ikame süreçlerinde elbette, kaybın mutenalaştırılması, güzelleştirilmesi, onun estetize edilmesi kaybın kaybının içselleştirilmesini kolaylaştırır. Sanat, edebiyat, ağıtlar, türküler, yastan sonraki nekahat devresinde oldukça önemli bir işleve sahiptir. Ama yastan sonra. Dolayısıyla, sanatçılar, edebiyatçılar, siyasetçiler, deprem bölgesindeki eşikteliği görmek ve ona seslenmek yerine, orada bir yas varmış gibi davranmaya devam ederlerse, linçe de uğramaya devam edecekler.
“İşte, diyorlar ki, iyi kalpli Kreon’un sana ve bana -bilhassa bana- açıkça bildirdiği bu imiş.
Meseleyi icabettiği şekilde kavramıyanlara iyice anlatmak için bizzat kendisi de geliyormuş;
ve bu emre aykırı hareket edilmesini küçümsemiyecekmiş:
bunu yapana alenen taşlanarak öldürmek cezası konmuş. İşte başımıza gelenler.
Şimdi asil bir soyun asil çocuğu musun, yoksa soysuz musun, bunu göstereceksin”
Sophokles/Antigone
Maraş merkezli 6 Şubat depremi olalı 50 günü geçti.
Pek çok sorun yaşadık. Arama kurtarmanın hakkıyla yapılamaması, yaşayanlar için gündeliğin kurulamaması, ölenler için mezar, yaralılar için hastane bulunamaması, devletin bütün sorumluluğu talancı ve müteahhitlere atarak işin içinden sıyrılmaya çalışması ve tabii bizzat talancılık yapmış olan devlet görevlileri. En son Hatay merkezli temel (atma Ziya) törenleri. Rezaletlerden rezalet beğen.
Tüm bu telaş içerisinde, deprem sonrası yaşanan acıları estetize etmeye çalışanlar oldu ve bu insanlar çok net bir şekilde sosyal medya linçine maruz kaldılar.
İlki depremin henüz ilk günlerinde, Oksijen Gazetesi’nin, ikonik denilebilecek resimleri, edebiyatçılar aracılığıyla konuşturmaya yeltenmesiydi. Ortaya çıkan büyük tepki sonucunda, gazete yönetimi ve yazarlar kamuoyundan özür diledi. Gene tüm bu telaş içerisinde, Bianet, afetlerde edebiyat yapmanın ya da yapmaktan kaçınmanın gerekçeleri üzerine bir tartışmaya ev sahipliği yaptı.
Oksijen infialinden birkaç gün sonra, Hatay’da bir anaokulu enkazına, depremde hayatını kaybeden çocukların anısına balonlar şişirilip asıldı. Bu anma girişimine karşı da Oksijen’e gösterilen kadar olmasa da, gene hatırı sayılır bir yurttaş tepkisi oldu.
Sonra Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın, deprem bölgesindeki ‘faaliyetlerini’ gösteren bir video (Show) yayınlandı. Bu video da, depremde olmayan Sağlık Bakanlığı'nın, afetlere ayırması gereken bütçe ile Koca’nın PR’nı yaptığı gerekçesiyle linçe uğradı ve birkaç gün içinde, Koca da özür dileyerek videoyu yayından kaldırdı.
Son olarak geçtiğimiz hafta sonu, Yılmaz Erdoğan yazmış olduğu üç parçalık AH şiirini, ekoyla şişirilmiş kederli ses tonu ve ağdalı-hüzünlü müzikler eşliğinde sanatlı görüntülerin üzerine okudu ve sesler için ayrı, gereksiz keder için ayrı, görüntüler için ayrı ve şiirin niteliği üzerinden ayrı linçe uğradı.
Peki, Türkiye halkı birdenbire sanat ve edebiyat düşmanı mı oldu? Ya da tersinden halkımız sanatsever bir tutkuyla, şiirlerin, metinlerin ve balon enstelasyonunun depremi estetize etme düzeyini mi beğenmedi?
Keşke mesele, estetik ile vulgerlik arasındaki kadim gerilimden ibaret olmuş olsaydı.
Şiirlerin ve edebi metinlerin çalakalemliğini bir kenara bıraksak bile asıl mesele, sanatçıların özel olarak Türkiye toplumundan genel olarak da toplum bilimden haberdar olmamaları, ki Sennet buna bir uzmanlaşma sonucu gelen bakış açısı darlığı olarak karakter aşınması diyor. Bu bihaberliğin sonucunda, depremi estetize ederek onunla bir şey (iyi niyetle yaraları sarmaya ya da ranta çevirmeye çalışmak) yapmaya çalışanlar, depremle ortaya çıkan boşluğun farkında değiller. (Ki bir gözaltında kayıp yakını olarak Yılmaz Erdoğan’dan bu konuda biraz daha hassas davranmasını beklemek herhalde hakkımız.)
LİMİNALİTE/EŞİKTELİK*
Bireysel bir acı ya da toplumsal bir felaket yaşandığında, ilk şok dalgası, gene bireysel ve toplumsal birtakım mekanizmalar ile atlatılır, ilk şok dalgasını kaybın içselleştirilmesi olarak yas takip eder ve sonra kaybın yerine bir başka ‘şey’in koyulması ile hayat ‘normale’ döner.
Yani yas ve sonrasında gelen süreçler, bir kaybın içselleştirilmesi ve onu bir başka şey ile ikame etmekle ilgili bireysel ya da toplumsal mekanizmalardır. Ki toplum dediğimiz toplam işte bu mekanizmalardan oluşan ritüellerden oluşur. Ölü gömme, yas tutma, hayır yapma vb… Bununla birlikte her toplumsal yapının kendisine has ölüm ritüeli vardır. Bazıları gömer, bazıları yakar, bazıları parçalar, bazıları nehirlere/sulara atar. Ölünün arkasından da, bu bireysel yas ve ikame süreçlerini tamamlayacak olan başka ritüeller yapılır, hayır yemekleri ve belirli gün duaları bunların en bilinenleridir.
Fakat bunların yapılabilmesi için, her şeyden önce, ortada bir ölü bedeninin olması ve bu ölünün göreneklere göre geçiş ritüellerinin gerçekleştirilmiş olması gerekir. Hatta pek çok durumda, ortada bir ölü olması yetmez, bu ölünün geçiş ritüellerine göre gönderilmiş olması da gerekir. Ki, insanlığın en eski metinlerinden birisi olan Sophokles’in Antigone’si işte ölünün geçiş ritüelinin göreneğe göre yapılmamasının yarattığı tanrısal lanet(lenme) üzerinedir.
Peki, Antigone’nin hikayesinde olduğu gibi ölü hakkıyla gömülemez ve murdarlaştırılıp leş muamelesi görürse ya da Türkiye’de, Arjantin’de, Kolombiya’da ya da dünyanın pek çok yerinde, özellikle devlet şiddeti sonucu, ekseriyetle gözaltında ya da paramiliter çeteler marifetiyle, canlı olarak alınan ama bir daha asla kendilerinden haber alınamayan insanların durumu ne olur? Bu insanlar muhtemelen ölmüştür, ama ölü beden ortada olmadığı ve geçiş ritüelleri göreneklere uygun olarak yapılmadığı için, bu insanlar aynı zamanda ölü de sayılamamaktadır.
Arnold Van Gennep’e** göre, işte bu aşama liminalite/eşitlik aşamasıdır. Sonrasında özellikle devlet şiddeti, savaşlar, işkence ve ölüm literatüründe çokça kullanılacak olan liminal/eşiktelik, yani ne ölü ne de ölü olmama, aşaması William Turner tarafından geliştirilecek ve ölü bedeninin ortada olmayışı üzerinden askıya alınan ölüm gerçekliğinin, toplumun bütün diğer sağaltıcı mekanizmalarını askıya aldığı anlatılmaya çalışılacaktır.
Özellikle, kırsal toplumlarda, ölüyü yıkayarak, belini kırarak ya da yakarak onun geçiş ritüellerine eşlik etmek, oldukça hiyerarşik bir statü meselesidir (ki Anadolu’da profesyonel gassallar değil ama geleneksel/gönüllü ölü yıkayanlar neredeyse evliya kabilinden görülürler). Geçiş ritüelini takip edecek olan diğer ritüeller, yani dua, anma, hayır yemekleri, mezar(lık), mezar taşı vb. başka öğeler de başka hiyerarşik statüler ile ilişkili mekanizmalardır ve yas sürecine eşlik ederler ya da kaybın ikamesini kolaylaştırırlar ya da hayatta kalanların kayıplarını neyle ikame edecekleri konusunda esin verirler.
Burada tekrar Maraş merkezli depreme dönersek, spesifik olarak bölge halkı ama genel olarak Türkiye halkı, afet bölgesinde karşılaştığı ölüm ile yüzleşme fırsatı bulamadı. Bunun üç sebebi var, birincisi onbinlerce kayıp var ve bu kayıpların bir kısmı hala enkazların altında ya da hafriyat olarak şuraya buraya döküldüler; ikincisi insanlar, sülale ya da aile bazlı kırıma uğradıkları için pek çok cenazeyi teşhis etmek bile mümkün olmadı ve yüzlerce insan toplu mezarlara gömüldü; üçüncüsü de insanlar bir gecede yalnızca hayatlarını ve yakınlarını değil kentlerini ve hatıralarını da kaybettiler, (yani aslında yalnızca onbinlerce insan değil, 11 şehir ve yüz civarında köy/kasaba/ilçenin de fiziki olarak cenazesinin kaldırılması gerekiyor) ve günün birinde yas tutmaya başlasalar bile ikame edecekleri şeyi koyabilecekleri, zaman ve mekan düzlemi de harap olmuş durumda.
Tüm bu yas ve ikame süreçlerinde elbette, kaybın mutenalaştırılması, güzelleştirilmesi, onun estetize edilmesi kaybın kaybının içselleştirilmesini kolaylaştırır. İşte sanat, edebiyat, ağıtlar, türküler, yastan sonraki nekahat devresinde oldukça önemli bir işleve sahiptir. Ama altını çizmeye çalıştığım üzere, yastan sonra.
Deprem sonrası öldüğü düşünülen ama emin olunamayan, yaşaması umut edilen ama öldüğü hissedilen, hepsinden önemlisi ölü ya da diri ortada bedenleri bulunmayan, bulunduğu durumlarda bile göreneklere göre değil, hıfzı sıhha protokollerine göre gömülen insanlar, tıpkı Polyneikes’in bütün antik dünyayı lanetlediği ya da içinden çıkılmaz bir boşluğa sürüklediği gibi, deprem bölgesinde yaşayan insanları ve elbette bu afetin acısını hisseden yurttaşları eşikte bırakıyor.
Dolayısıyla, sanatçılar, edebiyatçılar, siyasetçiler, deprem bölgesindeki eşikteliği görmek ve ona seslenmek yerine, orada bir yas varmış gibi davranmaya devam ederlerse, linçe de uğramaya devam edecekler. Zira, bölgenin yasını temel atma şovları, oyuncak hastane maketleri ile hızlandırıp nekahate sürüklemeye çalışan siyaset erbabı ile bölge halkını yasa davet eden, yasına ortak olmayı vaad eden sanatçı arasında teknik bir fark olmadığı gibi her iki zümre de aynı körlüğü paylaşıyorlar.
*Liminalite kavramını şu anda tutuklu olan gazeteci dostum, Deniz Nazlım’ın yayınlanmamış şu yüksek lisans tezinden öğrenmiştim.
**Ayrıntılı okuma için bkz. Arnold Van Gennep, Geçiş Ritleri. Nora Kitap