YAZARLAR

Depremin etno/jeo-politiği

Ölçeği biraz daha büyütüp bölgenin etno/jeopolitiğine daha yakından baktığımızda, yine herkesin bildiği ancak sadece acısını feryada dönüştürenlerin ifade ettiği gibi, deprem sonrası yardımlar her noktaya aynı şekilde ulaşmadı. Arama-kurtarma faaliyetlerinden yardım malzemesi edinmeye, geçici barınma olanaklarına erişmekten kalıcı konut projelerinin yer seçimine kadar her şey bu dillendirilmeyen etno-coğrafya bağlamında gerçekleşti, gerçekleşiyor. 

2003’te doktora öğrencisi olarak yurt dışındaydım. O yılın 1 Mayıs’ının sabahında, çoğunluğunu benim gibi Türkiyeli doktora öğrencilerinin oluşturduğu bir grup olarak kampüste gerçekleştireceğimiz kutlamaya hazırlanıyorduk. Aynı gün -saat farkıyla biz güne başlamadan önce- Bingöl’de 6.4 şiddetinde bir deprem olmuştu. 1999 Depreminin anısı hepimizde tazeydi; dolayısıyla bu depremin “çok da yıkıcı olmadığını” düşünmüştük sanırım. Dahası, ben, şiddeti aşağı yukarı aynı olan ve sonuçlarını yakından gözlediğim 1998 Adana-Ceyhan depremine kıyasla, daha küçük bir yerleşimde gerçekleşen aynı büyüklükteki bir depremin etkilerinin görece küçük kalacağını düşündüğümü hatırlıyorum. Hazırlanan pankartları ellerimize alıp, kampüsün merkezi noktası olan havuz başında toplandık ve kutlamaya başladık. İşte orada, yalnızca birkaç yıl sonra çok çok vakitsiz bir şekilde aramızdan ayrılacak olan güzel insan Sevilay’ın (Kaygalak) bir kenarda keyifsiz bir yüz ifadesiyle oturduğunu gördüm. Sevilay Bingöllüydü. Ailesinden haber almıştı, herkes iyiydi. Yine de, deprem haberinin etkisiyle kutlama havasında olmadığını, biraz da mahcup bir şekilde söyleyip ayrıldı. Tepkisini “biraz duygusal” bulduğumu ama kendimce “anlayışla” karşıladığımı çok net hatırlıyorum (yıllar içinde bu anıyı her seferinde biraz daha utanarak hatırlıyorum). Ben olaya matematiksel olarak bakıyordum; deprem “tabii ki” kötü bir şeydi; ama insanın yakın çevresine değmemişse ve ölü sayısı büyük değilse, “çok da” üzülmeye gerek yoktu. Oysa Sevilay, bir Kürt olarak sezgileriyle biliyordu ki deprem de, yarattığı yıkım da, o yıkımın ne kadar çabuk iyileştirileceği (ya da iyileştirilip iyileştirilemeyeceği) de her coğrafyada aynı şekilde yaşanmıyordu. Yüzündeki keyifsizliğin bir sebebi Bingöl’e üzülüyor olmasıysa, muhtemeldir ki bir sebebi de bize bu sezgisel bilgiyi iletemeyecek olduğunu hissetmesiydi.

1999 Depreminin önemli boyutlarından birisi, 20. yüzyıl boyunca gerçekleşen diğer büyük depremlerden farklılığıydı. Ondan önceki yıkıcı depremlerin büyük çoğunluğu “Doğu”da gerçekleşmişti. Merkezden uzak, yerleşim yoğunluğunun görece düşük olduğu yerlerde gerçekleşen, sanayinin ve dolayısıyla ülke ekonomisinin az etkilendiği bu depremler geri kalmışlıkla bir şekilde ilişkiliydi. Bu “azgelişmişlik” koşullarında Kızılay çadırlarının hızla “yöreye” ulaşması neredeyse depreme verilecek tepkiyi başarılı addetmek için yeterliydi. Devlet, buradaki edilgen yurttaşlarına “yardım elini” hızlı ve yeterli biçimde ulaştırıp “yaraları sarardı”. Yaraları sarılan yer gerçekten eski haline gelir miydi? Sevilay’ın sezdiği gibi bu sorunun cevabı -depremin şiddetinden bağımsız olarak- olumsuzdu. Ama “azgelişmişlik” koşullarında herhalde bu beklenti bir lüks olurdu. Zaten “orası” öyle uzaktı ki, kimse bu soruyu sormazdı; sorsa da duyulmazdı. İşte bu 20. yüzyıl, Marmara’yı vuran depremle sona ermiş oldu. Artık deprem “yakındaydı”; dahası, yaklaştığını hatırlattığı İstanbul depreminin yaratacağı ekonomik tahribat “ülkeyi dizlerinin üstüne çöktürecek” düzeyde olabilirdi. Ancak bu olaydan sonra depreme yönelik politikalar gündeme gelebildi.

6 Şubat Kahramanmaraş depremlerinin çarpıcı yanlarından biri ise, geniş bir alana yayılan deprem bölgesinin Türkiye’nin etnik-dinsel farklılıklarının en yoğun temas yüzeylerinden biri olması. “Toplumsal fay hatları” sıkça başvurulan bir mecaz. Biraz soğuk ve fazlaca mekanik olduğu için bu mecaz bana pek kullanışlı gelmiyor. Ancak bu deprem özelinde düşündüğümüzde bu mecazın bu kez düz anlamıyla geçerliliği olduğunu fark etmek mümkün. Zira, buradaki fay hattı uzun tarihsel dönemler açısından da coğrafi bir eşiğe -toplumsal dinamikleri devindiren bir eşiğe- tekabül ediyor. Bölgedeki tarihi yerleşimlerin çokluğu ve nüfusun çeşitliliği (son yüz yılda azalmış olsa da) bunun göstergeleri. Ama dikkat etmek gerekir ki eşik kavramı (mesela sınır kavramına kıyasla) hareketliliği ve geçişkenliği ima eder. Yani buradaki çeşitliliği statik bir çokluk olarak değil, dinamik ve sürekli bir kaynaşma ve buluşma hali olarak kavramak gerek. Kuzeydoğu-güneybatı yönünde Akdeniz’e inen fay hattı, hem bu eşiği dikine aşan (Antakya’nın kavşak noktası olduğu) binlerce yıllık Avrupa-Asya-Afrika bağlantısını işaretliyor, hem de özellikle 20. yüzyılda hat boyunca aşağı doğru Çukurova ve Amik Ovasının bereketli topraklarına akan göç hareketlerini.

Ölçeği biraz daha büyütüp bölgenin etno/jeopolitiğine daha yakından baktığımızda, yine herkesin bildiği ancak sadece acısını feryada dönüştürenlerin ifade ettiği gibi, deprem sonrası yardımlar her noktaya aynı şekilde ulaşmadı. Arama-kurtarma faaliyetlerinden yardım malzemesi edinmeye, geçici barınma olanaklarına erişmekten kalıcı konut projelerinin yer seçimine kadar her şey bu dillendirilmeyen etno-coğrafya bağlamında gerçekleşti, gerçekleşiyor. 

Depremi iller bağlamında mekânsallaştırmak (“depremden etkilenen iller” ifadesi) bu etno-coğrafyayı gözden kaçırmaya yarıyor. İl tabanlı mekânsallaştırma, il sınırlarını ve il merkezini temel alan, bir il merkezinden, ondan dallanan yollarla erişilen ilçe merkezlerinden ve daha küçük yerleşimlerden oluşan hiyerarşik bir ağı ifade ediyor. Oysa il sınırlarını göz ardı ettiğimizde bölgenin beşerî coğrafyasını farklı ölçeklerdeki yerleşimlerin bölgesel ağı olarak düşünebiliriz. Mesela böyle baktığımızda Kahramanmaraş, Malatya, Adıyaman illerinin her birinin çeperlerinde kalmış ihmal edilebilir Alevi köyleri öbekler olarak görünmeye başlar. Güneye doğru Antakya’ya inen fay hattı örneğin, Erdoğan’ın Reyhanlı’daki terör saldırısında hayatını kaybeden yurttaşların Sünni olduğuna vurgu yaptığı 2013 yılından beri bölgede oluşan Alevi-Sünni gerilimini işaretler.

Pazarcık’ta Hasankoca Cemevinde depremzedelere yardım amacıyla kurulan toplama ve dağıtma merkezine kayyum atanması, Adıyaman’da Karapınar Cemevine yönelik benzer bir girişimde bulunulması, Nurhak Belediye Başkanının devletin yardım getirmeyişine sitemi, enkaz altındaki Suriyelilerin kimlikleri belli olursa kurtarılmayacakları endişesiyle konuşmaktan imtina etmeleri, ve benzeri bir sürü örnek, eğer deprem bölgesine bu etno-coğrafyanın farkında olmadan bakarsak münferit olaylar olarak görünecektir.

Benzersiz bir yıkım sonucu toplumsal ve mekânsal dokunun yok olması depremzedeler için (en azından bugün) geri dönmeyi imkânsız hissettiriyor. Malatya’da konuştuğumuz genç mimar da gözleri uzaklara dalarak “artık bu kentte kalmanın imkânsızlığından” söz etmişti, Antakya’nın çok kültürlü mekânlarını sanal ortamda canlandırma önerisine karşı hem kızgın hem kederli bir ifadeyle ve sesinin sertliğini kontrol etmeye çalışarak, “ben çocuğumun yüzüne bakamıyorum” diyen Antakyalı depremzede de.

Kalmaya veya dönmeye dair tereddüt, kimlikleri tekrar referans haline getiriyor. Bugün bölgedeki etnik çoğulluk, depremin tetiklediği hareketlilik koşullarında özellikle Suriyeli göçmenlerle ilişkili olarak ve acımasız bir ırkçılıkla ele alınıyor. İç savaştan kaçıp bir de üstüne deprem felaketiyle karşı karşıya kalan göçmenler bu kez de, kentlerinden ayrılmak zorunda kalan depremzedelerin mallarına konup demografik yapıyı değiştirecek bir tehdit unsuru olarak kodlanıyor. Oysa etnik hareketlilik bu bölgenin tarihine damga vuran bir nitelik

19. yüzyıl sonlarında inşa edilen ve 1980’lerde Kurtuluş Camii haline getirilen Surp Asdvadzadzin Kilisesi, Gaziantep’in Tepebağ Mahallesinde yer alıyor. Deprem bölgesinde yaptığımız incelemelerde yapının gördüğü hasarı incelemek için mahalleye gittiğimizde, bize rehberlik eden mühendislerden biri, cadde boyunca kurdukları derme çatma çadırlarda bulunan Suriyeli göçmenleri işaret ederek kentin işgal altında olduğundan yakındı; deprem sebebiyle tetiklenen göçlerin sonucunda “buraların” Suriyelilere kalma riskinden bahsetti. İronik olan, bu konuşmayı, camiye dönüştürülen bir Ermeni kilisesinin gölgesinde, içinde hiç Ermeni kalmamış bir Ermeni mahallesi hakkında yapıyor olmamızdı.

Tarihsel olarak bu dinamik coğrafya, yer değiştirmelerin, karşılaşmaların ve etkileşimlerin mekânı oldu hep. Bu durum, şimdi yaşanan ve yaşanacak olan zorunlu hareketliliklerin kabullenilmesi gerektiği anlamına gelmiyor kuşkusuz. Zira hiçbir zorunlu hareket güç ilişkilerinden bağımsız değil; ve bu hareketlilikler daima eşitsiz. Yapmamız gereken, coğrafyaya içkin bu güç ilişkilerinin ayırdına varmak ve vatandaşlık ilişkisinden bağımsız olarak herkesin yerleşme (kalma ya da göçme) hakkını savunmak.


Bülent Batuman Kimdir?

Adana’da doğdu, Ankara’da yaşıyor. ODTÜ Mimarlık Bölümü’nden lisans ve yüksek lisans derecelerini aldı, doktorasını New York Eyalet Üniversitesi-Binghamton’da tamamladı. Bir süre Mersin Üniversitesi’nde görev yaptı; halen Bilkent Üniversitesi’nde Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarlığı ile Mimarlık Bölümlerinde öğretim üyesi. Kentsel tasarım ve modern şehirciliğin kültürel politikaları üstüne dersler veriyor. Araştırma konuları arasında yapılı çevrenin toplumsal üretimi, modern mimarlık ve şehircilik kuram ve tarihi, kentsel siyaset bulunuyor. Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nde ve Avrupa Mimarlar Konseyi’nde yönetim kurulu üyeliği yaptı. Journal of Urban History ve Praksis dergilerinin yayın kurulu üyesi. Yayınlanmış kitapları şunlar: The Politics of Public Space (2009), Mimarlığın ABC’si (2012), New Islamist Architecture and Urbanism (2018; Milletin Mimarisi başlığı ile Türkçeleştirildi, 2019), Kentin Suretleri (2019), Cities and Islamisms (derleme, 2021).