Depremin kolektif hafızası: Duvar yazıları
Sesini biraz yükseltenin yüzünden çekilen mikrofonlar, derdinin gerçekliğini anlatmaya çalışandan uzaklaşan muhabirler bir yana dursun halkın duvarları vardı: “Dünyaya rağmen iyi kalın.”
İlay Bilgili
Avrupa ülkelerinden ve Sovyetler Birliği’nden derlenmiş duvar yazılarından oluşan, dönemin hafızasını tutan, çizgileri Firuz Kutal’a, derlemesi Gülay Kutal’a ait olan Biz Duvar Yazısıyız[1] isimli kitap, babamın bana hediye ettiği ilk kitaptı. İçindeki duvar yazıları o kadar etkileyiciydi ki, kitabı o kadar çok okumuştum ki birçoğu ezberimde duruyor hâlâ.
Kitabın tanıtım bülteninde, “duvarlar yaşadığımız dünyanın en sansürsüz diliyle konuşuyor,” diyor. Duvar yazıları sadece sansürsüz olmakla kalmıyor, dönemin bir fotoğrafını da çekiyor. Duvarlar; sesi duyulmayan, baskılanan, susturulan, unutulan, kendisine yer verilmeyen herkesin ortak sesini dünyaya duyurmak için belki de en güzel yerler. “Ben de varım,” demenin en alternatif yollarından birisi duvara yazmak.
Duvara yazmanın bir kâğıda yazmaktan en büyük farkı duvarların bulunduğu mekânla iç içe ve bulunduğu yerle ilintili olması. Duvar, mekânın çok önemli bir parçası. Duvarın bağlı olduğu mekân duvara yazılan yazıyı da belirliyor. Bu sebeple belki aynı şehrin farklı semtlerinde, sokaklarında gezdiğinizde cümlelerin, isyanın başka şeyler anlattığını görürsünüz. Duvar aslında mekânın dolayısıyla da mekânda yaşayan insanın bir yansıması. Çantanıza atıp götüremeyeceğiniz, çoğaltamayacağınız, yırtıp atamayacağınız, önünden gelip geçen herkesi muhatabı alacak kadar güçlü ve provokatif.
Maurice Halbwachs, Kolektif Hafıza isimli kitabında kolektif belleği etkileyen en önemli unsurlardan birisinin mekân olduğunu söylüyor. “Kolektif Hafıza ve Uzam” bölümü hafızayı etkileyen unsurların en önemlilerinden biri zaman ise diğeri de mekândır diyor. “Patolojik vakaların haricinde bile herhangi bir olay bizi yeni bir fiziksel çevreye girmeye zorladığında, ona uyum sağlamadan önce, kişiliğimizi bütünüyle geride bırakmışçasına bir belirsizlik sürecinden geçeriz. Dış dünyanın olağan imgelerinin benliğimizden ayrılmaz olduğu gerçektir.”[2] Mekânsal imgelerin önemli olduğu vurgusunu yapan Halbwachs, ‘hatırlamak’ için mekân olgusunun zamandan bile önemli olduğunun altını çiziyor. Eğer mekânda bir değişim meydana gelirse, benlikte de bir değişim gelir ve bu kolektif bellekte de bir değişim yaratır.
On bir şehri etkileyen Maraş merkezli depremin üzerinden neredeyse iki ay geçti. İlk üç dört gün neredeyse hiç kimsenin ulaşmadığı şehirlerde hayatta kalan insanların içinde büyük bir öfke var. Mekânın yıkımı ve kaybıyla eş zamanlı olarak sevdiklerinin seslerini duya duya, çaresizlikle ve yalnızlıkla sınanan insanlar yaşadıkları bu travmayı nasıl atlatırlar bilinmez ama insan yaşamaya devam etmeye programlı. Enkazlar kaldırılmaya, kayıplar bulunmaya, gidenler toprağa verilmeye başladıkça tutulmamış yas, ötelenen acı şehirde hâlâ bir şekilde ayakta kalan duvarlara yansımaya ilk günlerden itibaren başladı.
Deprem bölgesinden gelen ilk duvar yazısında, “Umudunu yitirme, geri dönecez. Hatay.” yazıyordu. Tek bir duvar, sadece dört kelime hepimizi silkeledi. İnsanlar mekânlarını, yıkımı, her şeylerini kaybedişlerini kabullenmediklerini; yerlerini, yurtlarını bırakmayacaklarını, kısa süreliğine gitseler bile geri döneceklerini, acı pornosuna inat bizzat olayı yaşayanlar olarak umutlu olduklarını söylemişlerdi. Bizlere, uzaktan izleyenlere… Ve aslında bu cümle örtülü anlamda şunu da söylüyordu: Bize acımayın, biz geri dönmek istiyoruz, bunu başarabilmemiz için bize yardım elinizi uzatın.
“Şehir yıkılsa da umut yüreğimizde.” yazıyordu bir başka duvarda. Umudu elden bırakmamak lazımdı. Ya bu duvarlara yazılan cümlelerin muhatabı kimdi? “Bu şehrin her sokağı bizim acımız.” diyordu bir diğer duvar yazısı, hemen ardından, “Peki ya umut?” yazan bir başkası. Belli ki bunca terk edilmişliğin ortasında aradıkları umudun yeniden yaşama dönüşebilmesi için bize sesleniyorlardı.
Depremzedeler günler geçtikçe unutulmaktan korkmaya başladılar. Haklılardı da. İlk günden beri duvarlara bu yüzden yazıyorlardı. Buradayız demek için. Sade, kısa, vurucu cümleleri ile kendilerini hatırlatıyorlardı. Bir kâğıda, bir deftere değil, yıkılmış, yok olmuş şehirlerinin hâlâ ayakta bir şekilde kalmış duvarları ile hafızayı canlı tutuyorlardı. Kolektif bir acı kolektif bir hafızaya dönüştü ve bizi de duvarlarıyla çevreledi. Terk edilmişliğin üzerine sel, sert hava koşulları, fırtına ve ardı arkası kesilmez artçılar da eklenince insan olma sınavını en üst seviyede yaşayan halk yine duvarlara sığındı. Sesini biraz yükseltenin yüzünden çekilen mikrofonlar, derdinin gerçekliğini anlatmaya çalışandan uzaklaşan muhabirler bir yana dursun halkın duvarları vardı. Başka yerin duvarı da değildi hem, yazdıkları kendi evlerinin, kendi yurtlarının duvarlarıydı. Yine yazdılar.
“Dünyaya rağmen iyi kalın.”
Cenazelerini bulamayanlar, evlatlarını kendi elleriyle yıkayıp kefen bulduğuna sevinenler, depremden değil yalnızlıktan, soğuktan, delirerek ölenler, ölülerini yıkayamayanlar, ölüsünü bulduğuna hatta tek parça bulduğuna şükredenler, hâlâ cenazesini bulamayıp enkazdan aldığı bir kutu toprağı temsili mezar yapanların arasından yükseldi o ses. Yine bir duvarda. Duvarlar, sesi duyulmayan insanların kolektif dili oldu.
“Eksik anlatmışlar, fazlasını yaşadık.”
Bir masadan bir odaya, bir odadan bir eve, evlerden mahallelere, köylere, sokaklara, sokaklardan yere yurda… İnsanlar memleketlerini, anılarını, görsel hafızalarını kaybettiler. Ölümü, kayıplarını kabullenen çok insan gördük yıkıntıların önünde. Bir eşya, bir hatıra arıyorlardı sevdiklerine dair. Unutmamak için. “Hatıra, çok büyük ölçüde, şimdiki zamandan alınan veriler yardımıyla yapılan, geçmişin bir yeniden inşasıdır.”[3] Birçoğu en ufacık bir eşya bile bulamadı molozların arasında. Fakat aynı sokakların insanları olarak böyle büyük bir acıyı aynı anda yaşamak yine kolektif bir dayanma gücü yarattı. Kalanlar, acıları paylaşmak ve yaşamı yeniden inşa edebilmek, geçmişi yeniden inşa edebilmek için birbirlerine sarıldılar. Ve yıkılmamış bir duvara şöyle yazdılar…
“Sarılırsak geçer.”
İnsanlar gitmek istemediler. Gurbet elde sırtım pek olacağına, memleketimde aç kalırım dediler. Gidenler de geri döndü. Can güvenliği olmasa da, binalar hasar almış olsa da fırınlarda ateşler yakıldı yine, sokağı tanıdık bir simit, bildik bir ekmek kokusu sardı. Mekâna ait bir koku, ev kokusu. Bireysel acı ve direniş bir sıcak ekmek kokusuyla sokakları dolandı. Benim, bana ait olan, bizim denileni ardında bırakmamak ve devam etmekti yapılan. Onulmaz bir yalnızlığın ve çaresizliğin içinde boş sokaklarda hayaletler dolaşıyor çok şehirde. Bir hayalet bir duvara şöyle yazıyor…
“Yerim yurdum falan vardı.”
Günlerce ulaşılamayan enkazlar apar topar kaldırılmaya başlayınca bir kez daha yıkıldı insanlar. Çalışmaları durdurmak isteyenlerin, yalvaranların, kendisini siper edenlerin arasında yine duvarlar yetişti imdatlarına. Enkazı bırakıp ölüsünü gömmek zorunda olanlar vardı örneğin… Yine yazdılar… Ölülerini emanet ettikleri duvarlar onlar orada yokken sesleri olsun diye…
“Bu enkazda ölü var.”
Acı acıyla çarpıştı. Kalanlar ölenlere sevinir oldu çünkü on bir şehri vuran bu büyük yıkımda cehennemi bizzat yaşayanlar kalanlardı. Yalnız bırakıldılar, terk edildiler, duyulmadılar, bir bardak suya muhtaç kaldılar, insanlık dışı ortamlarda yaşam mücadelesi verdiler, ölülerini kefensiz gömdüler, cesetleri sırtlarında taşıdılar, sert hava koşullarıyla boğuştular. Yine de kalanlar bizzat umuda dönüşmek zorunda olduklarının farkındalardı, bir duvarda şöyle yazıyordu…
“Yaşam olduğu sürece umut vardır.”
Gönüllülerce yapılan dayanışmalar, yardımlar da olmasa belki hepimizin gördüğü en büyük terk edilmişliği yaşayan halk, bizim halkımız, bizim insanımız nerdeyse iki ay olmasına rağmen maalesef en temel ihtiyaçlar olan barınma, su, hijyen malzemesi, erzak, terlik, iç çamaşırı sıkıntısı çekiyor. İnsan, kendine ait olmayanı daha çabuk unutmaya meyilli. Hepimiz, içimizde bir yerlerde bir insan olarak, birey olarak çekilen acının anlatılamaz, açıklanamaz, tarif edilemez, karşıya aktarılamaz bir şey olduğunu biliriz. İnsan yanımız bununla savaşmak için donatılmıştır fakat yalnız olmak istemeyiz. Bir nasılsın, bir aklımdasın bile iyi gelir insana. Bunca duvarı kelimelerle bezeyen halk aslında en çok unutulmamak istiyor. Her duvar yazısının altında aslında ‘unutmayın’ yazıyor. Acımızı anlatmak zaten tarifsiz, bizi bu acıyla yapayalnız bırakmayın diyor aslında insanlar. Son gördüğüm duvar yazılarından birinde şöyle yazıyordu…
“Bizi unutma, Hatay. Yeni başlıyoruz.”
Depremin ilk günlerinden beri oradaki acının kolektif dili olan duvar yazıları kronolojik olarak sıralandığında ortaya acının umut ile çarpıştığı güçlü bir hikâye çıkıyor. Dönemin siyasi duruşunun, politik körlüğün ve beceriksizliğin fotoğrafını çekiyor duvar yazıları. Depremi yaşayan on bir şehirde geride kalanların evlatlarına, torunlarına bırakacakları çok fazla eşyası, hatırası kalmasa da onların yapmaya çalıştığı şey aslında çok daha büyük. Onlar geçmişlerini unutturmamaya çalışarak, acıyı ve terk edilmişliği hepimizin hafızalarına kazımaya çalışarak geleceğe bir miras bırakmak istiyorlar. Aidiyetin, evin, memleketin önemini, direnişini, acısını; alanı terk etmeden, öfkeye, inada bezeyerek duvarlara yazıp duruyorlar. Bir mezara üç, dört can sığmışken ne acımızı, ne memleketimizi terk ederiz ne de unutur, unuttururuz, diyorlar. Bu direnişi çocukluğumda bana hediye edilen ilk kitaptaki duvar yazılarını nasıl unutmadıysam öyle hatırlayacağım.
Yıkılmış duvarlar, ayakta kalan duvarlar ama duvarlar…
Hayaletler geziyor gece sokaklarda. Biri duvara şöyle yazmış…
“Gitmedik ki dönelim.”
[1] Gülay Kutal, Biz Duvar Yazısıyız, Metis Yayınları, İstanbul, 1993
[2] Maurice Halbwachs, Kolektif Hafıza, (çev. Banu Barış) Heretik Yayınları, 2017, s. 139
[3] A.g.e., s. 66