YAZARLAR

Depresyona karşı el kılavuzu

Bir televizyon kanalı Venezuela’ya gitmem için para yatıracaktı. Çok büyük bir kanaldı ve ünlü bir program. Fakat para bir türlü yatmıyordu. Sokağın sol tarafını anlattığım için benim onlara para vermemi bekliyorlardı sanırım. Önce kızıyordum. Sonra nehir kenarında yürüyünce iyi geliyordu.

Neredeyse bütün gün karanlık oluyordu. Londra güneşi, zayıf, solgun, gri. Bir depresyon için gerekli her şeyi sunuyordu insana. Pek depresyona girmeye alışık değildim. Lüks geliyordu biraz bana. Beceremiyorum pek.

Sanki düzenli bir işim varmış gibi çıkıp, British Museum’a gidiyordum. Marx gidip, orada ‘Kapital’ yazdığı için filan değil, ne haddime. Bedavaydı, yağmur yağmıyordu mesela. Bir termos kahven de varsa, dışarısı gri ya da siyah olsun pek fark etmiyordu.

Arkadaşların evlerinde kalıyordum. Kimseyi pek sıkmadan, üç ya da dört gün. Aranan bir misafir olmak iyi bir şeydi. Yatağı topluyor, bulaşık yıkıyordum ve anlatıyordum. Walter Benjamin anlatıcıları gibi yapıyordum.

Ve daha önemlisi dinliyordum. Bir sürü ayrıntı vardı anlattıklarında. Şeytanlar yazılara böyle sızıyordu, güzel, çekici ve baştan çıkarıcı.

Sonra dönerken bir internet kafede beklediğim mail gelmiş mi ona bakıyordum. Bir televizyon kanalı Venezuela’ya gitmem için para yatıracaktı. Çok büyük bir kanaldı ve ünlü bir program. Fakat para bir türlü yatmıyordu. Sokağın sol tarafını anlattığım için benim onlara para vermemi bekliyorlardı sanırım. Önce kızıyordum. Sonra nehir kenarında yürüyünce iyi geliyordu. Belki de yağmurda ıslanınca böyle oluyordu. Yağmur olmazsa sis oluyordu. Romantik bile sayılabilirdi, eğer kahve kaldıysa termosta.

British Museum’da bir şeyler yazdığım da oluyordu. Gezi yazılarıydı bunlar. Her ‘vuruş’ başına para ödüyordu dergi. 3 bin vuruş olsa, 30 bin sent. 300 marktı yani. İyi paraydı. Virgül koydukça keyif alıyordum. Dergi aylıktı ama.

Sıkılınca müzede yer değiştiriyordum. Yazı tıkanınca bazen. Halikarnas Tapınağı'nın olduğu salondan çıkıp, Mısır medeniyetlerine gidiyordum. Mumyalar, bir şey anlatır diye umduğum oluyordu. Gözlerimiz karşılaşınca gülümsemek zorunda hisseden turist Avrupalılar, boyunlarında mutlaka fotoğraf makineleriyle Japonlar ve bazen de ‘Bu mezarlardaki altınları ne yaptılar acaba’ diyen Türkiyeliler oluyordu.  

-Peru’da bize rehberlik yapmak isteyen bir Türkiyeli gelmişti yanımıza. En son Saadettin Teksoy’la birlikte mumyaları çektiklerini söylemişti. Mumya, iyi ışık almayınca, çekim için yerini değiştirdik demişti.-

O gün kalacağım eve dönüyordum. Bir şarap kapıyordum, Sainsbury’nin ucuz şarap reyonundan, o gün hangisi denk gelirse. Şili şarabı oluyordu daha çok. Eve girip, dolapta ne varsa, ondan bir yemek yapıyordum. Bu ne yemeği derlerse, uzak bir ülke adı koyuyordum. ‘Surinam usulü tavuk’ mesela. İspanyolca adı daha lezzetli geliyordu herkese. Yanında Şili şarabı çok güzel gider diyordum.

Sonra anlatıyordum, dinliyordum.

Depresyon mu? Sanırım yok ucuzluk reyonunda…


Metin Yeğin Kimdir?

Yazar, belgeselci, sinemacı, gazeteci, avukat, seyyah... CNN-Türk, NTV, Kanal Türk, Al Jazeera, Telesur televizyonlarına 200'e yakın belgesel ve kurmaca filmler yaptı. Türkiye'de Cumhuriyet, Radikal, Birgün, Gündem; dünyada Il manifesto, Rebellion gazetelerine köşe yazıları yazdı. Dünyanın sokaklarını anlattığı 10'dan fazla kitaba sahip. Dünyanın farklı yerlerinde yoksullarla birlikte evler inşa etti, bir sürü farklı işte çalışarak yazılar yazdı, filmler çekti. Birçok ülkede kolektif çalışmalara katıldı, kooperatif örgütlenmelerine öncü oldu. Ekolojik direnişlere katıldı, isyanlara tanıklık etti. Türkiye ve birçok ülkede öğretim üyeliği yaptı... Ve dünyayı değiştirmeye çalışmaya devam ediyor hâlâ...