Derinin altında hayat veya bedende kaybolmak
Eva Baltasar’ın, Can Yayınları tarafından, Emrah İmre çevirisiyle basılan 'Permafrost' adlı romanı, daha çok şair kimliğiyle tanınan yazarın ilk romanı. Metnin hikayesini kısaca ifade etmek gerekirse, bedeninin ve kendi benliğinin içinde kaybolmak isteyen ancak yaşamın, toplumsal kodların bireye yüklediği sorumluluklar nedeniyle bu çabası aksayan böylece, sıkışan, hayatta kalmak için sürekli strateji geliştirmek zorunda kalan, yabancılaşan bir kadın hikayesiyle karşılaştığımızı söyleyebiliriz.
Bireyin toplum içinde varlık gösterebilmesi için katıldığı gruba uyum sağlaması, sağlayamadığında da parçalanmış bir benlikle varlık çabası vermesi gerekir. Bu nedenle uyumsuz kişi, hayatta kalmak için farklı stratejiler geliştirmek zorunda kalır. Çünkü özne bir şekilde onaylanmak, kendisini bulunduğu yere ait hissetmek ister. Bunu başaramadığında, olduğu şey ile dayatılan arasındaki gerilim, sıkıntılı bir varlık durumu ortaya çıkarır bu da kişiyi içine dönük bir yaşama itebilir.
Eva Baltasar’ın 'Permafrost' adlı metni de bize bu bahsettiklerimizi karakteri üzerinden düşündürüyor. Metin boyunca toplumla kendisi arasında kalan bu nedenle de bedeninin içinde kaybolmaya çalışan bir anlatıcıyla karşılaşıyoruz.
PERMAFROST
Permafrost, sürekli donmuş halde bulunan toprak yüzeyi olarak tanımlanıyor. Baltasar’ın metnini okurken anlatıcıyla bu başlık arasındaki bağlantının anlamını düşündüm çünkü metinde bu kelimeyi çağrıştıran cümleler, bana kalırsa başlığı, kitabın anlatıcısının bedeniyle kurduğu ilişkiyle birlikte düşünmeye izin veriyor. Kitapta, bedeninin sınırlarını sürekli zorlayan, derisinin altında başka bir yaşam tahayyül eden, iş, aile, evlilik gibi toplumsalın alanıyla kesişen durumlarla sorunlu bu nedenle de isyankâr bir karakterle karşılaşıyoruz. Tüm bunlar anlatıcıyı kendisini en rahat hissettiği yer olarak gördüğü bedeninin içinde bir yaşama hapsediyor. Bu durumu permafrost kelimesinin anlamıyla birlikte düşünürsek burada bedeni, onu dışarının neminden, güneşinden koruyan bir yüzey olarak hayal edebiliriz. Ayrıca, anlatıcı açısından onu dünyanın kaygılarına karşı gözeten bir kap gibi tahayyül edilebilir bu çünkü onun için beden, korunaklı bir sığınak.
Şöyle söylüyor; "İşte huzurunuzda ben, herkesin tanıdığı yabancı; kısa ve sık ot katmanının altında sahte gibi görünen kadın. Dış kaplamam sağlam, tıpkı teknelerinki gibi su geçirmez ama sahte değil: Katı buz tabakasının altında yaşama elverişli olsa da uyku halinde bir dünya var."
Bu cümlelerde yine karakterin bedenini permafrost kelimesiyle kesiştiren bir yan olduğu gibi "herkesin tanıdığı yabancı" kısmı da önemli. Bahsettiğimiz gibi onun için bedeni dışarıya karşı örülmüş bir duvar gibi iş görüyor ve bu durum onu "gönüllü bir yabancılık" içine sokuyor. Çünkü toplumsal yaşamda kendi benliğiyle varolamayışı anlatıcıyı, dışarıya karşı sahte bir profille görüntü vermeye itiyor, dışarıya "sahte" görünüyor ama kendisine dürüst çünkü başka türlü yaşama katlanamayacağını her an çekip gidebileceğinin farkında. Bu nedenle karakterin asıl benliğiyle iç döküm anlarında karşılaşıyoruz. Kendisini dış dünyaya tam olarak açmayan, neredeyse tüm kurumlara başkaldıran aynı zamanda lezbiyen bir kadın o, ancak Baltasar bana kalırsa anlatısını karakterinin cinsel kimliğini öne çıkararak kurmamış. Onun varoluş meselesinde cinsel kimliği başkasının derdi olacak bir alan olarak vurgulanmıyor, doğal bir şekilde metinde yer ediyor bu nedenle farktan kaynaklı sıkıntı çok hissedilmiyor. Kitabın bu yanı önemli fikrimce çünkü böylece kimliği karaktere yapışık bir durum olarak düşünmemizin önüne geçiliyor, kimlik görünmezleştirilmiyor ama kişinin tek varlık sebebi haline de getirilmiyor.
YABANCILIK
Kitabın anlatıcısının bahsettiğimiz "gönüllü yabancı"lığı, toplumsal kodlarla ilişkili olması ve anlatıcının varlık sorgulamasını yaşamının bir parçası haline getirmesinden dolayı Wilson’ın "varoluşçu yabancı" kavramını da hatırlatıyor. Böylesi bir varoluş sorgulaması içinde olan kişi için, toplumsal alandan gelen sorunlar kişinin kendi varlık sorunuyla kesiştiğinde soru, "ben kimimi aşarak dünyada ben kimime dönüşüyor."(1) Kişinin kendisinin dışına taşan varlık sorusu onun dünyayla sorunlu ilişkisini de ortaya çıkarıyor ve bununla baş edemeyince kendi içine dönük, kapalı bir kutuya dönüşüyor, yabancılaşıyor.
'Permafrost'un karakteri için de benzer bir durumdan söz edilebilir ancak onun durumunda farklılaşan bu sorgulamanın varoluşçu bir boyutu olduğu kadar her daim isyana dönük bir yanı olması. Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, kendisi neredeyse tüm kurumlara başkaldıran bir karakter. Mesela evlenme konusunu gündeme getirecek kadar ciddileşen bir ilişkisi hakkında konuşurken evlilik kurumdan şöyle bahsediyor: "Eşcinsel evliliğin yasal hale gelmesi büyük bir olay, bunu reddetmiyorum, ama ben önceki halinden de memnundum. Evlilik kurumu, tıpkı mercan yılanı gibi, illa zehirli olmayabilir ama yine de her ihtimale karşı uzak durmak sağlıklıdır. Aslında zehirli olmayan mercan yılanına yalancı mercan yılanı denir ve bu her şeyi açıklar." Burada "zehirli olmayan yalancı mercan yılanı" vurgusu da karakteri anlamak açısından önemli çünkü onun için yalan söylemek -daha önce bahsettiğimiz sahtelik durumunu da hatırlarsak- yine bedeninin kabında kalabilmek, gönüllü yalnızlığını sürdürmek ve sosyal yaşamda varlık gösterebilmek için bir strateji. Bundan şöyle bahsediyor: "Bütün kalpler zincire vurulmuş halde doğar. Kalbin gözüyle bakmak, eğer ki insan özgürlüğüne inanıyorsa bir hatadır çünkü özgürlük diyarının hâkimi yalandır… Yalan söylemek direnmenin bir biçimidir, benim gibi sosyal açıdan pek girişken olmayan bireyler için kamuflaj stratejisidir."
Bu durum aslında karakterin toplumla kurduğu ilişkilerde açığa çıkan "yabancılık"la da ilişkileniyor bana kalırsa. Çünkü onu sarıp sarmalayan bir yüzey olarak deri onun deyimiyle, "dış kaplama" onu gerektiği zaman dünyaya kapatan bir sınır olarak karşımıza çıkıyor. Bu içte süren yaşam, kendiyle giriştiği mücadele ve sorgulamalardan haz aldığı bir çeşit konfor alanına dönüşüyor, başkasıyla ilişkilenmesini zorlaştırıyor ve tekil bir varlık olarak hayatta kalmanın yolunu bulmaya çalışırken yabancılık kaçınılmaz oluyor.
KURUMLAR ELEŞTİRİSİNİN AİLE BOYUTU
Kitabın kurumlarla ilişkilenen eleştirel tarafından devam edersek, bu konuda özellikle ailenin öne çıktığını söyleyebiliriz. Bu eleştirel bakışın, kendi ailesinden genel olarak aileye uzanan geniş bir yelpazesi olduğundan söz edilebilir. Şu cümleler söylediğimizi ifade ediyor: "Aile kurumu nasıl da her şeyi sulandırır! Aile yanındayken merkeze yerleşmek imkansızdır. Bazı bireyler yalnızca aileden kopunca kendileri olabilirler. Annemle babamı düşünüyorum da, onlar ahtapotun başıydı, kız kardeşimle bense ahtapotun kolları pembeli morlu dokunaçları. Kız kardeşim gerçekten hasta foyası ortaya çıkmasın diye bir erkekle eşleşmek zorunda olan ektoparazitik bir organizma." Burada aileden kopuşu kendi olmakla ve özgürleşmekle eşdeğer tutan bir tutumla karşılaşıyoruz. Kız kardeşini ailesinin derisinde yaşayan bir parazit olarak tahayyül etmesi de bana kalırsa kendisiyle ilişkileniyor. Çünkü o özellikle annesinden hiçbir şekilde onay alamayan bir karakter, kız kardeşi ise evlenme, çocuk sahibi olma gibi toplumsal onayın gereklerini yerine getiren bir kişi ve ondan farklı. Bu nedenle metinde yer yer kız kardeşiyle ilgili eleştirel tona rastlayabiliyoruz.
Ama her şeye, tüm isyanına ve başkaldırılarına rağmen, bu onay alamama mevzusunu çok önemsemediğini düşündürmeye çalışsa da, onun için bu konunun önemli olduğu seziliyor. Belki de çocukluktan itibaren aile onayını -özellikle düzenli bir iş sahibi olma ve kurumlarla ilişkisi açısından- alamamak onun dışarıyla arasına mesafe koymasında, bir maskeyle sosyal yaşamda varolabilmesinde, kardeşiyle genellikle şikayet tonu hissedilen ilişkisinde belirleyici bir role sahip. Şu cümlelere bu açıdan bakabiliriz:
"Annemin asıl önem verdiğiyse ‘neyle meşgul olduğumuz’ konusudur. Kastettiğim mesleklerimiz değil, bütün yaptıklarımız diğer bir deyişle sınıflandırılmaya uygun bütün uğraşlarımız tıpkı bir Doğa Tarih Müzesi arşivi gibi. Örneğin, kız kardeşim hem eczacılık hem de fizyoterapi mezunu. Dolayısıyla iki diploması var. Annemin değer skalasında bu çok ama çok iyi bir şey. Ayrıca kız kardeşim evli, birinin karısı ve kocası mühendis yani övgüyü hak ediyor. Bir kızı var bir oğlan ya da kız da yolda dolayısıyla birinin annesi…"
Bu uzunca alıntının da gösterdiği gibi, Baltasar’ın anlatıcısının aile kurumu eleştirisinin daha çok ailesiyle ilişkisinden beslenen öznel bir yanı olduğu söylenebilir. En başta aileden aktarılan rollere, sonrasında tüm topluma hatta ikili ilişkilerine yansıyan uyumsuzluğun ve bunun getirdiği sıkıntının kaynağı belki de aile içinde onaylanmamasıyla ilişkili. Bu da onu, bedeninin içinde sadece kendisine ait "o donuk halde bulunan toprak katmanında", genellikle kitaplarla başka bir yer bulmaya itiyor.
YAŞAM VE ÖLÜM ARASINDA
Kitap, birinci şahıs anlatısıyla örüldüğü için metinden bahsederken genellikle karakter üzerinden Baltasar’ın meselesini tahayyül edebiliyoruz. Bu nedenle yine anlatıcıyla devam edersek, onunla ilgili bahsetmememiz gereken bir yan da intihar fikriyle yaşaması. Onun açısından ölüm bir çeşit hayatta kalma stratejisi ve metnin bu yanını da bedenle ilişkilendirebiliyoruz bana kalırsa çünkü burada ölümle ilişkili olarak beden, dünyada kontrolünü elinde tutabildiği bir şey olarak düşünülebilir. Karakter dış dünyayla barışık biri değil, o nedenle intihar fikri belki de onun için istediği zaman çekip gitme özgürlüğü anlamına geliyor ki onun gitme fikrini, metinde başka başka yerlerde kendine yeni hayat kurma çabasında da görüyoruz. Bu nedenle kitapta intihar fikrinin işlenişini bir vazgeçişten çok kaçış fikri olarak tahayyül ediliyor denebilir. Anlatıcının sürekli kendi ölümünü tasarlaması, onun için bedeninin yönetiminin kendinde olduğunu hatırlama ve gerektiğinde dünyadan gidebilme özgürlüğünü elinde tuttuğunu bilerek rahatlama anlamına geliyor. Mesela, bu tasarılardan biri şöyle: "5 Ocak gecesi saat on biri çeyrek geçiyor. Biraz önce kararımı verdim… Tek seferde evin balkonundan atlayacağım. Aşağıda küçük bir park var ama kış ortasında masum birinin üstüne düşme riskim yok, üstelik orası modern bir semt olduğundan etrafta başıboş kediler de yok. Yere nasıl çarpacağımı gözümde canlandırıyorum, hızlı ve şiddetli bir iniş olacak…"
Eva Baltasar’ın, Can Yayınları tarafından, Emrah İmre çevirisiyle basılan 'Permafrost' adlı romanı, daha çok şair kimliğiyle tanınan yazarın ilk romanı. Kitapta yer yer düzyazı şiir üslubunu da görebiliyoruz fikrimce. Yazı boyunca bahsettiğimiz gibi, metin anlatıcının etrafında örülmüş, birinci şahıs anlatısıyla iç-döküm hissi güçlendirilmiş. Metnin hikayesini kısaca ifade etmek gerekirse, bedeninin ve kendi benliğinin içinde kaybolmak isteyen ancak yaşamın, toplumsal kodların, kurumların, cinsiyet rollerinin bireye yüklediği sorumluluklar nedeniyle bu çabası aksayan böylece, sıkışan, hayatta kalmak için sürekli strateji geliştirmek zorunda kalan, yabancılaşan bir kadın hikayesiyle karşılaştığımızı söyleyebiliriz.
1) Wilson, C., (2018), “Yabancı”, (Çev. Cihan Barış Özkan), İstanbul: Notos Kitap.
Emek Erez Kimdir?
Çeşitli gazete, dergi ve online sitelerde, kültür-sanat alanında on beş yıldır yazılar yazıyor.
Platonov yazıları: Umutlu zamanlar, edebiyat, emek ve trajedi 24 Mayıs 2024
Güç bir kişide toplanırsa 17 Mayıs 2024
‘Umutsuz Karakterler’: Sınıfsal hezeyanlar, ayrıcalık kaybı endişesi 03 Mayıs 2024
Hayvanlarla ilişkiyi yeniden düşünmek için mitoslar 26 Nisan 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI