Derken karanfil elden ele
Başka bir ülkenin toprakları üzerinde siyasi-ekonomik-stratejik amaçlar gütmeyen, kadını bedeni üzerinden araçsallaştırmayan aktörlerin -özellikle de uluslararası düzeyde sivil toplum kuruluşlarının oluşturduğu ağların ve sorumlu devletlerin- bu süreçte sorunun asıl kaynakları üzerinde baskı kurarak net, hak-temelli, tutarlı ve normatif bir duruş sergilemeleri ve yaptırım gücü oluşturmaları gerekiyor. İşte o zaman karanfil elden ele aktarılacak.
Afganistan'da kadınlar, geçtiğimiz günlerde “Ekmek, İş, Özgürlük” sloganlarıyla ve ellerinde “15 Ağustos kara bir gündür” pankartlarıyla Taliban yönetimini protesto ettiler. Bu itirazlarına polis şiddetiyle yanıt verilse de yılmıyorlar. Çünkü biliyorlar ki dünyadaki en uzak mesafe, birbirini anlamayan, birbirini dışlayan ve ötekileştiren beyinler ve kalpler arasındaki mesafedir.
İsteseler de istemeseler de, kadın mücadelesi, tıpkı bir kaleydoskop misali, sonsuz çeşitlilikte büyüleyici renk ve şekillerin serbest hareket ettiği, ama özünde ortak bir hedef ve özgürleşme hayalinin yerleştiği ve içinden rengarenk yıldızların döküldüğü bir çiçek dürbününe dönüşüyor.
Derken karanfil elden ele…
Birlikte bir şeyler başarabilmenin, birbirini tamamlamanın, bir şeyleri birlikte zorlayabilmenin, kabullenmemenin, vazgeçmemenin gücünü gösteriyorlar.
Sloganlar dökülüyor ağızlardan ve kendilerine evrensel insan hakları düzleminde patikalar, köprüler, geçitler açıyorlar. Sanki onlara, “Kendi yaşamının efendisi sensin. Hiç kimseye kendi yaşamını emanet etme,” diye fısıldıyor Avusturyalı-Amerikalı psikanalist Wilhelm Reich.
Çünkü Afgan kadınlara “ahlak” diye dayatılan şey, onlar için “normal”in ne olduğunu tanımlayan şey, özgürlüğü ve bireyselliklerini fark etmelerinde onları dizginleyen şey, aslında eril hegemonyanın dik alası.
Kişinin yaptıkları, onun bireysel tarihidir; kadınların örgütlü olarak yaptıkları da Afganistan’da kadınların tarihini yazacak.
Dertler, sancılar, kısıtlılık halleri kaplıyor Kabil caddelerini. Oradan da dünyadaki diğer kadınların kalplerine doluyor, en azından dolması gerekiyor.
Çünkü tüm kadınlar aynı dili konuşurlar özgürleşmek isterken. Çünkü “cehennem hep başkalarıdır”.
Cehennem, kendi jeopolitik amaçlarını gerçekleştirmek, askeri projelerini hayata geçirmek, yeni üretilen dronları test etmek, özünde kadın düşmanı güçleri silahlarla donatmak için kadını araçsallaştıran, kırsalda güçlenen kadın düşmanlığını görmezden gelen, tüm bunları da kadını sözümona özgürleştirici ideallerle, “ideal şehirler” kurarak yapanlardır.
Cehennem, o idealize edilen model şehirlerin, göstermelik okulların, elit hastanelerin oluşturduğu ideal mekanların çeperlerinde Taliban’dan önce de sonra da yaşanan dramları, kadın tecavüzlerini, açlığı yok sayanların içindedir.
Çünkü onlar “Afgan kadınını”, Emanullah Han’ın eşi Kraliçe Süreyya’nın ilk kız okulunu açtığı, Atatürk’ün reformları örnek alınarak kadınlara daha fazla hak verildiği, kadınların 1919 yılında -yani ABD’den bir yıl önce- seçme hakkını kazandığı bir ülkenin mirasçısı olarak görmüyorlar.
Tıpkı Britanya’nın 1929’da, tam üç yıl önce kendisini Afgan Kralı ilan eden Emanullah Han’a ve onun reform hareketine karşı ayaklanmaları için aşiret liderleri ve din adamlarını teşvik ettiği, 1933’te Zahir Şah’ın kral olmasıyla birlikte ülkenin 40 yıl boyunca monarşiyle yönetildiği, arkasından da 1980’li yıllarda Sovyetlere karşı mücadele etmeleri için ABD destekli mücahitlerin Stinger füzeleri ve parasal destekle güç kazanmasıyla birlikte kadın vücutlarının adeta siyasileştirildiği günlerin uzantısı misali bir süreçten geçiyoruz.
Kadınlar Afgan coğrafyasında uzun yıllardır hep bir siyasi-ekonomik koz haline getirildiler ve Afganistan’daki 15 milyonu aşkın Afgan kadının, Batılılar tarafından kurtarılacak bir “kurban” olması gerektiği ileri sürüldü.
“Biz gelişmiş dünya, biz medeni dünya, size yardıma geldik, sizi kendi istediğimiz şekilde kurtaracağız. İstemediğimizde de üç maymunu oynayacağız,” derler.
Afgan kadınlarına yardım eli uzatırken, onların “sefaletlerini” vurgulamaktan da geri durmazlar.
Kadını adeta bir kutucuğa hapsederler. “Sıkıysa bu kutucuktan dışarı bizim iznimiz olmadan çık da görelim,” deyip kıs kıs gülerler.
Cehennem, emperyalizm ile köktendincilik arasına sıkıştırılan, kendilerine başka seçenek bırakılmayan kadınlara böyle bir hayatı reva görenler, kadını güya özgürleştirme anlatılarıyla yıllarca Taliban’ı güçlendiren ve/veya güçlenmesine seyirci kalanlar, şimdi de Taliban’ın kadınları kısıtlayıcı bir çerçeveye indirgeyenlere sessiz kalanlardır.
Cehennem, kadını özne olarak kabul etmek yerine inadına “kurban” ve “nesne” olarak mimleyenlerin zihnindedir.
Geçtiğimiz günlerde, Afgan kütüphaneci Wahida Amiri’nin BBC’den Sodaba Haidare’ye gözaltına alınma ve ülkesini terk etme sürecini anlattığı röportaj ve ardından Afgan haber spikeri Shabhnam Dawran’ın yine BBC’yle yaptığı söyleşi, son olarak da Türkiye’ye gelen Afgan sığınmacı kadınların BBC Türkçe’ye demeçleri, Afgan kadınlarının mücadelesini ve biricik hayallerini bir kez daha uluslararası kamuoyuna yansıttı.
“En mutlu olduğum yer” diye tanımladığı, Kabil’in tam orta yerindeki kütüphanesini 33 yaşında hukuk mezunu bir kadın. 15 Ağustos 2021’de Taliban Kabil’e girene kadar büyük bir aşkla yönetmiş. 1996 yılında, tam okuma çağında Taliban’ın kız çocuklarını okula gitmekten men etmesinden dolayı Pakistan’a göçmen zorunda kalan, 15 yaşında ülkesine dönüp Talibansız bir özgürlük ortamında yaşamaya başlayan biri. 20 yaşında öğrendiği okumaya bir can simidi gibi sarılan, okudukça gücünün ayrımına varan bir kadın Wahida.
Başucu kitabı, Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sı… Bu kitap, dünyanın dört bir yanında özgürlüklerine düşkün kadınların, birbirine görünmez çelik iplerle bağlı örgütlü kadın hareketinin bir tür manifestosu zaten. Çünkü bir kadının kendine ait bir mekanının ve boş bir zaman diliminin olması, eril kodların dışına çıkıp “ben buradayım!” demesi temel bir varoluşsal gereksinim. "Kadınlık korunmaya muhtaç bir varoluş olmaktan çıkınca her şey olabilir,” der Woolf bu kitapta.
Her şey, Taliban’ın yeniden ülkenin üzerine bir kabus gibi çökmesiyle yeni bir boyut kazandı. Wahida, feminist okumalarının da verdiği güçle, çevresindeki kadınları örgütleyip Afganistan’ın Mücadeleci Kadınları Hareketi’ni oluşturup, göz yaşartıcı gazlar, havaya açılan ateşler ve polis dayağına rağmen bir süre sokak yürüyüşleri başlatmış; ardından gözaltına alınmış.
Serbest bırakıldıktan sonra yeniden tutuklanma korkusuyla, içine Kendine Ait Bir Oda, birkaç giysi ve hüznünü koyduğu valiziyle birlikte ülkesine ikinci kez veda etmiş. Wahida şu anda Pakistan’da, Afgan lokantalarında yediği yemeklerle bile bastıramadığı bir ülke özlemiyle yaşıyor. “Dünyadaki bütün kadınların Afgan kadınlarının teslim olmadığını, mücadele ettiklerini, susturulduklarında yeniden ayağa kalkıp başka biçimlerde direnmeyi sürdürdüklerini bilmelerini istiyorum,” diyor söyleşide.
Benzer şekilde, 24 yaşında TV ekranlarının yükselen bir yıldızı olan, o ekrana çıktığında tüm Afgan halkını hem güzelliği hem de belagatiyle kendisine kilitleyen Shabhnam da, Taliban’ın yeniden dümene geçmesiyle birlikte, girmesine izin verilmediği stüdyodaki emektar koltuğunu bir gecede beyaz sarıklı, sakallı bir Taliban üyesine bırakmak zorunda kalmış.
Bu hem ülke hem de kendisi için bir çağın bitimi olmuş. Ufak bir çanta ve yanında iki kardeşiyle ülkeyi terk etmiş. Birçok kişinin “cinsiyet apartheidi” olarak nitelendirdiği dramı yaşamış.
Şimdi Londra’da diğer binlerce Afgan mülteciyle birlikte yeni bir hayata başlayan Shabhnam’ın memleket özlemini, günün belirli saatlerinde içtiği “chai sabz” (Afganlara özgü kakuleli yeşil çay) yudumlamak biraz olsun dindirse de, aklı ülkesindeki kadınların en başa dönen özgürlük mücadelesinde…
Kadın olmak, dünyanın tüm coğrafyalarında zor. Ancak Afgan kadınların verdiği bu mücadelenin, yanında erkek refakatçi olmadan sokağa çıkamayan, tesettürün zorunluğu olduğu, kız çocuklarının ortaokula gidemediği, kadının önceki gün bir polis memuruyken bir günde işini gücünü kaybedip sokaklarda dilenmek zorunda kaldığı ve kadınların çalışma hayatından dışlandığı bir ülkede yapılması ise başlı başına daha da zorlu bir uğraş. Çünkü Taliban öncesinde de sonrasında da siyasetin merkezine yerleştirilip, bedenleri üzerinden araçsallaştırılan, bir koz olarak algılanan kadınlar onlar…
BBC Türkçe’ye konuşan ve Kabil’de Taliban’dan gizli bir yaşam süren gazeteci Sina’nın “Biz kadınlar artık özgür insanlar değiliz; evlerimizden dışarı çıkamayan, erkeklerimize hizmet edip çocuklarımızı büyütmek zorunda kalan köleleriz” sözü başlı başına çok anlamlı.
Bir yandan, Filistin asıllı Amerikalı antropolog Lila Abu-Lugod’un başucu kitabı niteliğindeki “Müslüman Kadının Kurtarılmaya İhtiyacı Var mı?” (Do Muslim Women Need Saving?) başlıklı eserindeki değerli tespitleri var.
Abu-Lugod özet olarak şunu söylüyor: Müslüman kadınların mağduriyetlerini açıklarken “İslam kültürünün dayattığı ataerkilliği” biricik söylem olarak kullanmak yeterli değil; aslında burada küreselleşmenin getirdiği eşitsizlikler belirleyici. Zira bu küreselleşme, zaten söz konusu ülkelerde bu kadınların yönetimi altında yaşadığı İslamcı hükümetlerin yapısını, politikalarını, ekonomik yaklaşımı belirliyor. Ayrıca İslami ülkelere yapılan askeri müdahalelerde Müslüman kadınların tektipleştirilerek kurtarılması üzerinden bu eylemlerin meşrulaştırılması, “insani bir kılıfa sokulması”nı eleştiriyor.
Dolayısıyla, Abu-Lugod, “ABD’nin askeri zaferi sayesinde Afgan kadınları haklarına kavuştu” söylemine tamamen karşı çıkıyor; Müslüman kadınların özgürleşme çabalarını basit bir giyim konusuna indirgenmesini istemiyor.
Bu konuda görüştüğüm Özyeğin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Prof. Evren Balta, Afgan işgalini meşrulaştırması için kullanılan kadınların özgürleştirilmesi söyleminin kadınların özgürlüğünü araçsallaştırdığını ve emperyalist müdahale ve kadın özgürlüğü söylemini üst üste getirerek zehirli bir etki yarattığını söylüyor.
“Herhangi bir işgalci gücün, kadının kurtuluşunu kendi jeopolitik hedefleri için araçsallaştırması orta ve uzun vadede tam tersi sonucu doğuruyor. ABD, Afganistan’a kadınların özgürleşmesi için müdahale etmedi, ama kadınların özgürleşmesini bu müdahalenin küresel meşrulaştırıcı söylemi olarak kullandı. Üstelik kadınların özgürleşmesi, ABD’nin Afganistan’daki askeri varlığı devam ettiğinde bile çok sınırlı olarak gerçekleşti. ABD çekildiğinde, Taliban baskısı altındaki kadınların özgürlüklerinin korkunç bir biçimde gerilediğini biliyoruz. Ancak işgalci güçten kurtulma ve kadın özgürlüğü hedeflerinden birini seçmek zorunda kalmak, seçimlerin bunun arasına sıkışmış olması her durumda kadınların aleyhine sonuçlanan, kadınların hiçbir zaman kazanan olmadığı bir durum” diyor Prof. Balta.
Peki, kadınların devlet kurumları ve özel sektördeki işlerinden çıkarıldığı, ortaokul ve lise kademelerindeki devlet okullarına gitmelerine izin verilmediği, üniversitelerde sınıfların cinsiyete göre ayrıldığı, Save the Children verilerine göre kız çocuklarının yüzde 45’inin okula gidemediği bir ülke için çözüm nedir?
Kadın İşleri Bakanlığı’nın lağvedilip yerine İyiliğe Davet ve Kötülüğü Önleme Bakanlığı getirilerek bu Bakanlığın derhal kadınlara örtünme zorunluğu getirdiği, ülkedeki insan haklarını yıllardır inceleyen Afganistan Bağımsız İnsan Hakları Komisyonu’nun feshedildiği bir ülke için çözüm nedir?
Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu başkanı Canan Güllü’yle bu konuda yaptığım söyleşide; “Afganistan’da yaşanan manzara, aslında kadınlar olarak laikliğe ne kadar ihtiyacımız olduğunun resmidir” diyor ve ekliyor:
“Çok uzun zamandır baskı altında eşitlikten uzak, adına din diyemediğimiz bir inanış biçiminin erkekler tarafından baskı ve zulmü ile karşı karşıya kalmışlardı. Taliban’ın başa gelmesiyle birlikte yaşanan rejim değişikliği ile alınan son kararlar ile kadınların ülkede ikincil vatandaşlığa mahkûm edilmesi ve eğitimden istihdamdan uzaklaştırılmasına göz yummak bu çağda hepimizin ayıbı.”
Güllü, Türkiye dahil tüm dünyadaki kadın STK’ların birbirleriyle haberleşmeye ve bu süreçte yan yana durmaya devam ettiklerini belirtiyor. Güllü’ye göre tüm ülkeler bu durumu değerlendirirken, müzakere masasında ve diplomatik temaslarda, “kadın hakları yoksa işbirliği de yok” şiarı üzerinden Taliban rejimini yalnızlaştırmalılar ve kadınlara temel insan haklarının geri verilmesi adına bir şeyler yapmaya onu mecbur bırakmalılar.
Uluslararası toplumu oluşturan tüm bileşenlerin de bu mücadeleye katılmaları gerekiyor. Bu açıdan uluslararası kadın hareketi de dahil olmak üzere küresel düzeyde sivil toplum kuruluşlarının, devletlerin Taliban’a yaklaşımı üzerinden manivela gücü olduğunu ve olması gerektiğini belirtmek gerek.
Bu yüzden, mayıs ayı sonunda, Uluslararası Af Örgütü’nden, İnsan Hakları İzleme Örgütü’ne, Malala Fonu’ndan Forum-Asia’ya dek birçok uluslararası sivil toplum kuruluşunun, Afganistan’daki kadın haklarının durumu özelinde BM İnsan Hakları Konseyi’ne yazdığı açık mektup, devamı gelmesi gereken bir başlangıç. “Birleşmiş Milletler gidişattan endişeli”, “kaygı verici bir durum”, “şoke edici”, “Afgan kadınlar için karanlık bir gelecek” gibi hamasi laflar ise, incir çekirdeğini doldurmuyor.
Öte yandan, Washington Enstitüsü verilerine göre, Taliban yönetimiyle, Ağustos 2021-Ağustos 2022 arasında, en çok temas kuran ülke Çin (71 toplantı), ardından Türkiye (54 toplantı) geliyor.
Dolayısıyla, Türkiye’nin de, zamanında kadınların özgürleşmesi açısından Afganistan’a model bir ülke olduğu düşünüldüğünde, Taliban’la temaslarında kadın hakları konusunda net, bağlayıcı ve sorun çözen bir yaptırım mekanizması uygulamasının zamanı geldi. Gerekirse havuç-sopa politikası, gerekirse yumuşak diplomasi… Ama bu konunun asla sümenaltı edilmemesi ve gündemin hep birinci sırasında yer alması gerekiyor. Ancak o zaman Taliban’la bu denli toplantı yapılması bir anlam kazanır. Ancak o zaman Türkiye gerçekten bölgesinde dönüştürücü, sorun-çözücü, çağdaş bir ülke imajı tesis eder. Çünkü tüm kadınlar biliyor ki, Taliban’ın yaptıklarının, kadın hareketinin baltalanmasında bölge açısından “yeni normal” olmaması gerekiyor.
Edip Cansever’in Yer Çekimli Karanfil’ini anarcasına adalet arayan özgür ruhlu cesur kadınlar bir karanfile eğilimli, alıp birbirlerine veriyorlar. “O başkası yok mu bir yanındakine veriyor. Derken karanfil elden ele.”
Başka bir ülkenin toprakları üzerinde siyasi-ekonomik-stratejik amaçlar gütmeyen, kadını bedeni üzerinden araçsallaştırmayan aktörlerin -özellikle de uluslararası düzeyde sivil toplum kuruluşlarının oluşturduğu ağların ve sorumlu devletlerin- bu süreçte sorunun asıl kaynakları üzerinde baskı kurarak net, hak-temelli, tutarlı ve normatif bir duruş sergilemeleri ve yaptırım gücü oluşturmaları gerekiyor.
İşte o zaman karanfil elden ele aktarılacak.