YAZARLAR

Derya Arbaş: Kederdeki güzellik, güzellikteki keder

İlk bakışta insanın yüzüne tokat gibi vuran güzelliklerdendi Derya’nınki. Hiçbir kırılganlığı olmayan, kunt, sadece sağlık çağrıştıran, bir dergi kapağında soyunduğunda en fazla bir ressama modellik yapıyormuş gibi, seksten, seksilikten bu denli uzak yani, zarafete hiç ihtiyacı olmayan, dikine, estetiğin dikine, durduğu yerde akan kıvrım kıvrım bir ırmak, insanın onu bir yerlere sığdıramayacağını anlayınca ürküp, korkup da kaçacağı kadar…

İnsan güzelliği neden en çok kedere yakışır, mutsuzluğa? Ya da şöyle sorayım, insan güzelliği neden mutlulukla, mutlulukta tekinsiz bir hal alır? Mutluluk, insan güzelliğinden daha mı çok, daha mı fazla parladığından onu perdeler, soldurur; yoksa mutluluk kaçıcılığı ve geçiciliğiyle güzelliği de güvensiz ve güvenilmez kılar da, ondan mı? Güzel insan, bilir mi bunu, bunları, üstelik de? Ve gül, bülbülün göğsüne dikenini bu yüzden mi saplar? Bülbülün vuslat şarkısının bahçeye yayacağı mutluluktan mı korkmaktadır aslında? Şarkının, onun güzelliğini gölgeleyeceğinden mi? Bu kadar mı düşkündür kendi güzelliğine, güzel olan? Gül de, bir tür, bir açıdan nergis midir yani (aslında)?

Güzellikle mutsuzluk diye çok uyumlu bir şey var insanda, hep, güzellikle keder diye. Her yerde. Her kültürde. Herkes güzelliği mutsuzlukla beraber, yan yana arzu ediyor. Kimse güzele, güzel mutluysa eğer, “güzel” demiyor, diyemiyor. Mutsuzluğun tevazusu, kırılganlığı, hastalığı yakıştırılıyor bakanlarca, güzelliğe, genç güzelliğe. Mutluluk mudur bakanın elinden kaçıran, kaçıracak olan gençliği, güzelliği? Mutluluğun özgüveni, kendine yetmesi, yaşama sevinci mi?

İnsanın mutluluk istenci, iradesi midir, ondaki gençliği ve güzelliği tekinsiz kılan, sevdalıyı korkutan?

Derya’nın, Derya Arbaş’ın yüzüne baktığımda bunları sayıklıyorum şimdi, yine. Neden güzellik kederle hatırlanır?

Arbaş ailesi, nicedir, güzellik (sanatta ve hayatta) ve kederle (hayatta) iştigal ediyordu. Öyle yaşıyordu.

Onun hayatı ise hepsininkinden ve bütün filmlerinden daha hazin, bütün rollerinden daha kederli görünüyor şimdi, evet…

Demek bütün o sağlıklı ve mutlu görünümüne, ilk bakıştaki ürkütücü ve zapt edici güzelliğine, gençliğine rağmen, o da bir femme fragile (kırılgan kadın) imiş. En az bir yüzyıl öncenin imgelerinden, roman kahramanlarından işte, edebiyat tipolojisinden…

Öldüğünde 35 yaşındaydı.

Şimdi Roland Barthes’ın, Thomas Mann’ın Büyülü Dağ romanına gönderme yaptığı bir alıntı ile devam edeyim, yol açayım kendime:

“Geçen gün Thomas Mann'ın Büyülü Dağ adlı romanını okudum. Bu kitap benim çok iyi bildiğim bir hastalığı, veremi sahneye koyar; okurken, bu hastalığın üç an'ı topluca bilincimdeydi: 1914 savaşından önce geçen öykünün an'ı, benim 1942 dolaylarındaki kendi hastalığımın an'ı ve kemoterapiyle yenilmiş olan bu hastalığın artık eski zamandaki görünümünden apayrı olan şimdiki an'ı. Oysa benim yaşadığım verem aşağı yukarı Büyülü Dağ'daki verem: Benim şimdiki zamanımdan eşit uzaklıkta olan iki an birbirine karışıyordu. O zaman şaşkınlıkla (yalnızca gerçeklik şaşırtabilir insanı) benim kendi bedenimin tarihsel olduğunu fark ettim. Bir bakıma benim bedenim Büyülü Dağ'ın kahramanı Hans Castorp'un çağdaşıdır; o zamanlar henüz doğmamış olan bedenim, daha 1907'de, Hans'ın ‘yukarki ülkeye’ girip yerleştiği yılda yirmi yaşındaydı, bedenim benden çok daha yaşlıydı; sanki yaşamın rastlantıları sonucu karşılaştığımız toplumsal korkuların yaşını hep korurmuşuz gibi. Demek ki eğer yaşamak istiyorsam bedenimin tarihsel olduğunu unutmalıyım. Artık geçmişte kalmış kendi bedenimin değil de şu anki genç bedenIerin çağdaşı olduğum hayaline kapılmalıyım, kısacası dönem dönem, yeniden doğmalıyım, kendimi olduğumdan daha genç kılmalıyım.” (Roland Barthes’ın Türkçe’de Eiffel Kulesi ve Açılış Dersi adıyla yayımlanan kitabından, çev: Mehmet Rifat – Sema Rifat)

Derya Arbaş, annesi Zerrin Arbaş, Babası Dehl Berti 

Derya’nın anneannesi Zerrin Arbaş; annesinin adı verilen annesi Zerrin Arbaş’ı doğururken, Derya’nın öldüğü yaşta ve evliliğinin üçüncü yılında ölmüştü. Derya’nın ölümünün ardından, onun bu erken ölümü ailedeki genetik mirasla açıklanacaktı. (Kalanlar bir şekilde açıklamaya ihtiyaç duyarlar devam edebilmek için…)

Bütün dünya edebiyatında, Almanca bir kavramla adlandırılan bir edebî tarz, estetik stil–eğilim vardır: Todespoesie (Ölüm Şiiri-Şiirselliği). Bu yazımın giderek bir Todespoesie’ye dönüşmesi riski var. Ya da zaten bunu amaçlıyorum. Amaçladım.

Derya Arbaş, 1968 yılında ABD’de doğdu. Annesi balerin ve sinema oyuncusu Zerrin Arbaş, babası Apaçi ABD’li sinema oyuncusu Dehl Berti’dir.

Derya Arbaş "Kuyucaklı Yusuf'" filminde Talat Bulut ile

Çocuk yaşta sinema oyunculuğuna başladı. 15 yaşındayken yönetmen Feyzi Tuna’nın, Sabahattin Ali’nin romanından uyarladığı Kuyucaklı Yusuf’ta oynamak için Türkiye’ye geldi ve kısa sürede 10’a yakın filmde, çoğunda da başrolde oynadı. ABD’de hedeflediği kariyeri ise biraz da ırkçılık-ayrımcılık (Apaçi ve Türk kökleri) sebebiyle maalesef birkaç yan rolden ileri gitmedi. Fazlasına ömrü de yetmedi zaten.

Arbaş ailesinin sanatta ve hayatta hep güzelliğin peşinde olduğunu söylemiştim.

Derya’nın büyükbabası ülkemiz resim sanatının en büyük isimlerinden Avni Arbaş’tır.

Avni Arbaş ve eşi Zerrin Arbaş (Avni Arbaş'ın çizimiyle Derya Arbaş'ın anneannesi) 

1919 yılında İstanbul’da doğan Avni Arbaş, Galatasaray Lisesi’ndeyken okul arkadaşları, geleceğin yine büyük ressamları olacak Cihat Burak ve Selim Turan ile askeri ressamlardan Mehmet Ali Bey’in öğrencisi oldu. Daha sonra akademi hocalarından İbrahim Safi ve Naci Kalmukluoğlu’nun atölyelerinde çalıştı. 1937 yılında dönemin Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmek için liseden ayrıldı. Akademi’de İbrahim Çallı ve Leopold Levy’nin atölyelerinde çalıştı. Akademi’yi 1946 yılında bitirdikten sonra dönemin efsanevî Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in düzenlediği Yurt Gezileri’nin Siirt ayağına katıldı. Ardından bursla Paris’e gitti.

Avni Arbaş; Fikret Mualla, Hakkı Anlı, Abidin Dino, Selim Turan, Remzi Raşa, Nejad Melih Devrim, Mübin Orhon ve Albert Bitran ile beraber Paris Türk Ekolü pentür sanatçılarındandır.

Avni Arbaş'ın çizimleriyle Nazım Hikmet Portresi 

Uzun yıllar Paris’te resim çalışmalarını sürdüren ve çok sayıda sergi açan Avni Arbaş, bu kente her geldiğinde Nâzım Hikmet’in karakalem portrelerini yapardı.

Avni Arbaş, 1977 yılında Türkiye’ye döndüğünde askerliğini yapmadığı gerekçesiyle vatandaşlıktan çıkarıldığını öğrendi ve vatandaşlığını geri almak için uzun bir hukuk mücadelesi verdi. 2003 yılında 84 yaşında İzmir, Foça’da kanserden öldü.

Derya, dedesinin cenaze törenine katılmak için 16 Ekim’de ABD’den Türkiye’ye geldi. 15 gün sonra Türkiye’ye temelli dönüp dedesinin evine yerleşmeyi planlıyordu. Cenazeden dört gün sonra ABD’ye döndü. İki gün sonra da orada kalp krizinden öldü.

Bir hafta içinde önce babasını sonra evladını kaybeden Zerrin Arbaş, uzun süre toparlanamayacaktı. Bunu söylemeye bile gerek yoktu aslında. Neyse, kalsın.

Zerrin Arbaş

Zerrin Arbaş, 1946 yılında Paris’te doğdu. Annesi Zerrin Arbaş, dediğim gibi, bebeğini doğururken öldü. Bir şekilde bir kederle dünyaya gelmişti Zerrin Arbaş.

Sankt Georg Avusturya Lisesi’ni (benim de okulum) bitiren Zerrin Arbaş, daha sonra İstanbul Konservatuvarı Bale Bölümü’nden mezun oldu. Balerin Zerrin Arbaş, 1964’te sinemaya girdi ve 28 film ve dizide oynadı. Zerrin Arbaş, 1965 yılında Türkiye Güzeli seçilmiştir.

Eğer melez güzelliği diye bir şey varsa (ki var, bilimsel, evrim biyolojik sebepleri var) ve eğer zaten güzellik melez bir şeyse, melezlikse (ki, evet, sosyolojik sebepleri de var bunun), Derya Arbaş tam bir melezdi. Öyle güzeldi.

Zengin bir belirlenmişliğin altında doğan bir doğal farklılıklar uyumu olarak güzellikti, Derya da yani. 

İlk bakışta insanın yüzüne tokat gibi vuran güzelliklerdendi Derya’nınki. Hiçbir kırılganlığı olmayan, kunt, sadece sağlık çağrıştıran, bir dergi kapağında soyunduğunda en fazla bir ressama modellik yapıyormuş gibi, seksten, seksilikten bu denli uzak yani, zarafete hiç ihtiyacı olmayan, dikine, estetiğin dikine, durduğu yerde akan kıvrım kıvrım bir ırmak, insanın onu bir yerlere sığdıramayacağını anlayınca ürküp, korkup da kaçacağı kadar

Ama işte burnundan getirirler insanın, o melezliği, o biyolojik ve sosyolojik güzelliği, ötekileştirir, yüzüne de vururlar ötekiliğini… Genetikteki evrimsel zaferin hesabını sorarlar

Derya, ABD’de de, Türkiye’de de ötekileştirildiğinin farkındaydı. ABD’de daha fazla… Gizli ayrımcılık ve gündelik ırkçılıkla büyümüştü…

Bir kere ötekileştirilen, rastladığı ötekileştirilmişleri gözünden tanır… Nerede olursa… Âşık da olur hatta… Nerede bulursa…

Derya Arbaş, 1986 yılında, kısa bir süre önce kaybettiğimiz önemli yönetmen Erden Kıral’ın çektiği Dilan filmi için gittiği Ağrı’da, Tutak ilçesinin, Sincan köyünde yaşayan güçlü (para ve toprak sahipliği herhalde, aşiret dediklerine göre) ailelerinden birinin oğlu, öğretmen Nihat Polat’la tanışır, âşık olur ve evlenirler. Nihat, Dilan filminin konu aldığı aynı adlı romanın yazarı Ömer Polat’ın kardeşidir.

Derya Arbaş ile Nihat Polat 3 yıl evli kaldılar ve bu dönemde ABD’de yaşadılar. Nihat, dil kursuna, Derya, resim kursuna gitti. Sonra ayrıldılar. Spekülasyona gerek yok bu konuda. Ama Nihat Polat hâlâ çok güzel şeyler söylüyor Derya ile yaşadıklarına ilişkin. Öyledir elbette, aşktır, arzudur, ne kadar sürdüyse artık.

Derya Arbaş’ın, Türkiye’deki son filmi Atıf Yılmaz’ın 1993 yılında çektiği, senaryosu Yıldırım Türker’e ait Gece, Melek ve Bizim Çocuklar oldu.

Gece Melek ve Bizim Çocuklar filmi- Uzay Heparı, Derya Arbaş

Tam bir Taksim-Beyoğlu tabiri caizse kolektifi olarak kotarılan, popüler kültür ile İstanbul entelijansiyasının buluştuğu bir odakta, cangılı içinden anlatan, Avrupa’nın (bir dönem için) hip şehri olmaya doğru (henüz) giden İstanbul’dan, Beyoğlu’nun hard core gece hayatının estetize edildiği bir filmdir Gece, Melek ve Bizim Çocuklar. Kıymetlim Deniz Türkali, Derya Arbaş, Uzay Heparı, Kaan Girgin, Deniz Atamtürk ve dostum Ceyhan Fırat’ın oynadığı, müziklerini dönemin en iyi müzisyenlerinden Gökhan Kırdar’ın yaptığı, sanat yönetmenliğini Mete Özgencil’in üstlendiği film, sağlam senaryosu ve sinematografisi açısından ve dürüstlüğüyle olduğu kadar kaybettiklerimizle de unutulacak gibi değildir. Unutulmaz. Filmin çekimlerine başlanırken verilen tanıtım davetinde, filmde Uzay Heparı’nın oynadığı Hakan rolünün ilk sahibi olarak lanse edilen Hüseyin Karşın kısa bir süre sonra veremden ölür. Karşın’ın ölümü üzerine, erkek başrol oyuncusu olarak kadroya dahil olan Uzay Heparı ise bir yıl sonra, yine genç yaşta ölür.

Sonra da Derya gitti işte. Ve geçen yılda sevgili Ceyhan Fırat.

Beyoğlu, bizim Beyoğlumuz, bizim çocukların Beyoğlusu ise bir anı zaten şimdi. Bir şekilde o da gitti yani.

Derya (Arbaş) Berti’nin cenaze töreni Los Angeles’ta, 1991 yılında ölen babası Dehl Berti’nin gömüldüğü Oakwood Memorial Park Cemetery’de Apaçi geleneklerine göre yapıldı.

Öyleyse bu yazı bir Apaçi cenaze töreni şiiri ile bitmelidir:

"Öldüğüm zaman
Benim için az ağlayın
Bazen beni düşünün
Ama çok fazla değil

Beni arada sırada düşünün
Hayatta olduğum zamanlardaki gibi
Bazı anlarda hatırlamak hoştur
Ama fazla uzun süreliğine değil.

Beni rahat bırakın
Ben de sizi rahat bırakacağım
Ve yaşarken
Bırakın düşünceleriniz yaşayanlarla olsun.”


Ahmet Tulgar Kimdir?

Ahmet Tulgar, İstanbul'da 1959 yılında doğdu. 35 yıldır gazeteci ve edebiyatçı olarak yaşıyor. Çalıştığı yayınların bazıları sırasıyla Sabah, Güneş, Nokta, Milliyet, Akşam, Vatan, Birgün, Cumhuriyet oldu. Makale ve denemeleri Şehrin Surlarındalar (1992), Tam Yakalandığımız Yerden (2004), Ne Olmuş Yani? Korsan Yazılar (2005), Ben Onlardan Biriyim (2007), Diller Çehreler Barış (2010), Henüz Zaman Var (2013), Bakışın Ritmi (2020), söyleşileri Mahallede Herkes Kahramandır (2004) adlı kitaplarda toplandı. Evsiz Ülke Hikâyeleri (1989), Birbirimize (2009), Duygusal Anatomi (2015), Trajik Nüans (2016), Bakmadığınız Bir Yer Kalmıştı (2018), Arzunun Serbest Dolaşımı (2021) adlı altı öykü kitabı, Volkan'ın Romanı (2006), Çocuklar ve Canavarları (2012) adlı iki romanı yayımlandı.